SÖZLÜK anlamıyla hırs, “öfke, kızgınlık; azgınlık; sonu gelmeyen arzu, istek” yahut tasavvufî terim olarak “kişinin bir şeyi elde etmek için olanca gücüyle çabalaması, gayeye varmak için haram-helâl demeden her vasıtayı meşru ve mubah görmesi” anlamlarına gelir. Çoğunlukla hırsla eş anlamlı kullanılan tama’ (tamah) da “doymazlık, çok isteme, açgözlülük” mânâsındadır.
Haris ve tamahkâr ise “hırslı, açgözlü” demektir. “Hak ve hukuk gözetmemek, tamahkâr olmak, kanaatkâr olmamak” şeklinde de açıklanmaktadır. Kişiyi kör ve sağır eden, gönlünü karartan, akıbeti idrak ettirmeyen hırsın en yıkıcı sonucu, sabır, şükür ve kanaati engelleyerek küstahlığa sebep olması ve rahmet kapısını kapatmasıdır. Çünkü dünya imtihan yeridir. Kulluk ölçüsüyle değerlendirme yapılacak olan ebedî âlemde ve bu dünyada insan, Hakk’ın rahmetine muhtaçtır.
Allah’ın kulluğa kabul etmemesi demek olan reddediliş, şeytanın lânetlenmesine benzer. Ancak aşırı hırs, özellikle de aşırı dünya hırsı tehlikeli ve zararlıdır. Çünkü aşırı hırs insanın bütün benliğini kaplar ve onu imandan, kanaatten, şükürden, merhametten, adaletten, sevgiden, güzel ahlâk ve salih amelden, takvadan uzaklaştırır, onu merhametsizleştirir, çıkarcı ve açgözlü yapar, bencilleştirir. Peygamberimiz bir hadisinde, “İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister. İnsanı ancak toprak doyurur” şeklinde buyurmalarından da anlaşıldığı üzere insan fıtraten doyumsuz ve kanaatsizdir. Ve genelde insanlar dünyevî arzu ve isteklerinde çok hırslı olurlar. Yani ihtiraslıdırlar.
İhtiraslı insanların gözü hep mal, mülk ve servette, yukarı makam ve yüksek mevkilerde olur. Bunları elde etmek için bütün gücüyle çalışır.
İhtiras insanın gözünü kör, kulağını sağır, kalbini hissiz, aklını feyizsiz kılar. İhtiraslı insan sadece kendini ve kazanmayı düşünür. İstediklerini elde etmek için her şeyi ve her türlü haksızlığı mubah görür.
İhtiraslı kişi, elde etmek istediği şeyi alınca kazandığını sanır, kibirlenir ve gururlanır. Ama o kişi aslında pek çok şey kaybeder de bunun farkında olmaz. Hırsı uğruna benliğini ve haysiyetini yitirir, sevgisini ve sevdiklerini kaybeder, Allah’tan, dostlarından ve sevdiklerinden uzaklaşır, ahireti ve hesap gününü unutur.
Bir toplumda aşırı hırsın yayılması o toplumu harap eder, mahveder. Çünkü aşırı hırslı olan insanların olduğu yerde haksızlıklar, kötülükler ve zulümler çoğalır, barış ve huzur yok olur. O toplumda iyilik, yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma olmaz. Sevgi, saygı ve merhamet olmaz. Allah rızasına dayalı imanî kardeşlik ve dostluklar da kurulmaz. Arkadaşlık, dostluk ve bütün sosyal ilişkiler hep nefsanî çıkar ve ihtiraslar üzerine inşâ edilir.
Tarihe ve günümüze bakarsanız, üç günlük dünya ihtirası yüzünden nice haksızlık yapılmış, nice can yanmış, nice cinayet işlenmiş, nice memleket ve kavim helâk olmuştur, olmaktadır.
Şunu da ifade edelim ki, insanoğlunda hırs olmasa dünyanın imarı ve insanların sosyal refahı yakalamaları mümkün olmazdı. Bu bağlamda helâl ve meşru ölçüde kazanç elde etmek ve mal mülk sahibi olmak ihtiras değildir. Bu, Allah’ın takdir ettiği rızkı helâl ve temiz yoldan kazanmaktır. Kötü ve zararlı olan ise, istek ve arzularda ölçüyü kaçırmak, helâl-haram terazisini unutmaktır.
Hiçbir İslâm âlimi ve düşünürü başkalarının malına, canına, mevkiine, namus ve şerefine zarar verici sonuçlar doğuran hırsı hoş karşılamamıştır. Nitekim bu anlamdaki hırsın, ferdin dinî, ahlâkî ve psikolojik hayatına zarar vermekle kalmayıp sosyal hayatın düzenini bozduğu, toplumda barış, kardeşlik, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi yüce değerleri tahrip ettiği, dayanışma ve paylaşma ruhunu öldürdüğü, haksızlık ve zulümlere yol açtığı her dönemde görülmüştür. Yönetimin ehliyetsiz, kabiliyetsiz kişilerin ve çıkarcıların eline geçmesi ve kumar, hırsızlık, dolandırıcılık ve karaborsacılık gibi ahlâk ve hukuk kurallarına aykırı yollardan kazanç sağlanması gibi sosyal problemlerin temelinde de genellikle kontrol edilmeyen hırs duyguları yatmaktadır. Bundan dolayı başta Kur’ân ve Sünnet olmak üzere İslâmî kaynaklar, aşırı ferdî tutkuları dizginleyici ve düzenleyici bir ahlâk öğretisi ortaya koymuş, birçok çağdaş Müslüman âlim ve düşünür de bu ahlâkî öğretiyle bağdaştırmakta güçlük çektikleri Batı’da gelişen aşırı liberalizme kuşkuyla bakmışlardır. İslâm dünyasında kapitalizmin uzun süre gelişememesinin temelinde de bu sistemi İslâm’ın adaletçi, dayanışmacı ve paylaşmacı ahlâk zihniyetiyle bağdaştırma hususunda karşılaşılan güçlüklerin bulunduğu kabul edilmektedir.
Derdimizin devası Kur’ân’a göre bir hayat tarzı ile Risâlet-i Resûlullah’ı rol model alan bir anlayışın hâkim olduğu idare-i maslahattır. Allah’ın kendisine verdikleriyle geçinmeyi bilmek yani kanaat sahibi olmak, açgözlülük ile doyumsuzluğu, nasıl olursa olsun kazanma hırsını ve başkalarını kendi çıkarları için kullanma teşebbüslerini önleyebilecek yegâne fikrî, psikolojik ve ahlâkî esas budur. Kanaatsiz kimse, geçimi yerinde olmayandan çok daha büyük ölçüde rahatsızdır, huzursuzdur ve mutsuzdur. Çünkü o, ne kazansa tatmin olmayacak, dünyayı yutsa doymayacak, elde ettiklerine şükretmeyi düşünmeyecektir. O sürekli açtır. “Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.”
Kanaat, ele aldığımız hadiste işaret buyurulduğu gibi, Allah’ın kuluna lütfettiği başlı başına büyük bir nimettir. Daha fazla kazanmak için meşru şekilde çalışmakla beraber ele geçenle geçinmek, kendi kendine yeter olabilmenin ilk ve asıl adımıdır. Tarih içinde Müslüman milletlerin sömürgeci olmayışının temel sebebi, ümmet çapında sahip çıktıkları bu kanaat ilkesi ve uygulamasıdır. Vesselâm…