Unutmadan hatırlamak

Unutmadan hatırlamak için unutulmayacak olanı en iyi surette ve en iyi üslûpta yaşayabilmeyi öğrenmek, kendimiz için en iyi hatırlatma olacaktır. Hâl böyle iken, yaşam biçimine dönüşmesi gereken her şey, unutmanın önünde en büyük engel ve yaşamımız için de en büyük tedbir olacaktır.

HER şey yolunda ilerliyordu. Yoldan çekilmesi gerekenlerin yolun sağında bekleme ihtimâlleri ve buna zamanları bile yoktu. Yola hükmeden veya yolu inkıtaa uğratan hiçbir şey yoktu. Az önce aynı yoldan geçildiğinin tek kanıtı ise, başka bir yolun onları buraya kadar getiremeyeceği idi. Bu tekdüzelik, yolda ilerlemek veya yol almak değil, yolun bir ucundan ötekine kurulmuş, pilinin ne zaman biteceği bilinmeyen bir arabada, rayından/yolundan çıkmayınca anlaşılması güç bir çizgide hareketli görünmek idi.

O, araçta böyle düşünen tek kişiydi. Konuşsa belki dokuz köyden kovulacak, belki de ciddîye bile alınmayacaktı. Hem buralar bildiği yerler de değildi. Tüm bildiklerini bilmiyor sayarak, “Unutmadan hatırladım” dedi. Kimileri gibi devranın gidişatına yakışır bir cümle kurmak istemediğinden, o, bu cümlesinden dahi rahatsız oldu. Bir parantez açtı. Onu açıklamak için bir parantez daha… Diğerini açıklamak için bir başka parantez daha… Açılan parantezlerin kanatları kapanıyordu elbet. Ancak gönlü kapanmadığı gibi, artık açtığı her parantezi kapatabilmek için daha güçlü şerhlere de ihtiyaç duyuyordu. Açık ve rüzgârlı havada yaranın kötüleşmesi ne kadar zararlı ve mümkün ise, sözünü ettiği her bahis de iyileşmek için o kadar korunmaya, sarıp sarmalanmaya ihtiyaç duyuyordu.

Unutmadan hatırlamalıydı üzgün oluşunu. Ancak bu üzülmek, tepeden inme bir tavırla, kaleden ovaya doğru bir nazarla veya karışık bir hisle değil, bir bütünün istemsiz koparılan parçaları gibi hesapsız ve sahici bir acıyla ayakta kalmalıydı. Bunu düşünürken de rahatsız olduğunu gizleyemiyordu. Gizlese dahi söz konusu rahatsızlığın satır arasındaki mevcudiyetini paranteze alamayacağını yahut şerhe tâkât bulamayacağını da gayet iyi biliyordu.

Unutmadan... Evet, unutmadan, tekrarlı tekrarsız, çok kereli-çok keresiz kendine telkinlerde bulunuyordu. “Unutmadan” diyordu. Unutmadan olmalıydı ne olacaksa. Biliyordu, unutursa ezber edilmiş cümleler, kulağa fısıldanmış ifadeler, iyi niyetle dahi olsa kelâma dökülen ne varsa beynine hücum edecek ve aklını ele geçirecek, oradan kalbine doğru yol alacaktı. Unutmamak için bile olsa aynı kelimeyi tekrar ederse ezberleyeceğinden korkmaya başladı. Onun geldiği noktada bu hengâmeye hiç ama hiç vakti yoktu. Biliyordu, katışık olanı saflaştırmak ile saf olana yabancı maddeyi karıştırmak/katıştırmak arasında aşılmaz nice dağlar var idi. Hem biliyordu, öze karışan her yabancı madde, unutkanlık yapardı.

Unutmadan hatırlamak için unutulmayacak olanı en iyi surette ve en iyi üslûpta yaşayabilmeyi öğrenmek, kendimiz için en iyi hatırlatma olacaktır. Hâl böyle iken, yaşam biçimine dönüşmesi gereken her şey, unutmanın önünde en büyük engel ve yaşamımız için de en büyük tedbir olacaktır. Hayatımıza tedbir konmadan kendi tedbirimizi almamız için yegâne yol, akılda ve kalpte yer alan hakikat düşüncesinin bir hayat mekanizmasına/hayatî mekanizmaya dönüşebilmesidir.

Hareket kodu yanlış mekanizmaya dâhil olduğunda ise, onun kaynağını görüntülemek mümkün değildir. Bu durumda sonuç da tanımsız çıkar. İnsan ruhundan gelen iyi hasletlere bir sızma söz konusu olduğunda da durum böyledir.

Biz unuturken, hasletlerimizin maruz kaldığı sızmayı, Nâbî’nin “Unutulmuş” redifli güzide gazelinde de çok net bir şekilde müşahede edebiliriz: Devrin büyüklerinin unutulduğuna dikkat çekerek başlayan gazel, aslında örnek şahsiyetlerin, iyi hasletlerin gerçek yaşayan ve yaşatanları olduklarına da işaret eder. Toplumun önündeki büyük ve örnek şahsiyetler unutulunca vefanın tuzu gitmiş, karakterler bozularak cömertlik, dürüstlük ve mertlik zarar görmüş, hilekârlık artmış ve nihayet cahillik çoğalmıştır. Yine gazele baktığımızda, Kur’ân’ın ve Allah’ın hükümlerinin unutularak günahkârlığın arttığına, bunun yanında dünya ve mal hırsının artarak şeytanî ve nefsanî düşüncelerin hâkim olduğuna vurgu yapılmıştır. Sözü kısa tutarak ve şiiri, aslına kulak vererek duymaya çalışalım:   

“Bir devrde geldük ki 'azîzân unudulmış/ Tutmış yirini hurd ü büzürgân unudulmış.

(Öyle bir devirde geldik ki, aziz kimseler unutulmuş. Yerlerini önemsiz şahsiyetler almış, büyükler unutulmuş.)

Gitmiş nemeki mâ'ide-i hân-ı vefânun/ 'Âlemde hukûk-ı nemek ü nân unudulmış.

 (Vefa denen hanın sofrasının tuzu gitmiş. Âlemde tuz ve ekmeğin hukuku unutulmuş.)

Nâ-pâk yatur dest-i kerem dâmen-i ismet/ Has-pûş kalup çeşme-i hayvân unudulmış.

(Kirli yatıyor cömertliğin eli, dürüstlüğün eteği. Hilekâr kalınmış, ölümsüzlük pınarı unutulmuş.)

Kalmış ser-i meydân-ı mahabbet tek ü tenhâ/ Zen-tab'lar almış yiri merdân unudulmış.

(Aşk meydanının başı bomboş kalmış. Kadın karakterliler almış yerlerini, mert olanlar unutulmuş.)

Nâdânlık olup mu'teber ebnâ-yı zamanda/ Hattı bozulup nüsha-i 'irfân unudulmış.

(Cahillik muteber olmuş bu devrin insanları arasında. Yazıları bozulmuş, irfan sayfaları unutulmuş.)

Hikmet taleb-i mâlda Kârûn gibi şimdi/ Hâhişgerî-i lokmada Lokmân unudulmış.

(Mal talebinde hikmet görülür Kârun gibi şimdi. Lokma arzusunda iken Lokman unutulmuş.)

Olmış o kadar halk-ı cihân mekrde üstâd/ Kim sâbıka-i şöhret-i şeytân unudulmış.

(Dünya halkı hilede o kadar üstat olmuş ki şeytanın suç işlemedeki şöhreti unutulmuş.)

Halk açmadadur birbirine pençe-i târâc/ Ahkâm-ı Hudâ ma'nî-i Kur'ân unudulmış.

(Halk birbirine yağma pençesini açmaktadır. Allah’ın hükümleri, Kur’ân’ın mânâları unutulmuş.)

Nâbî kimi görsen yüridür hükmini nefsün/ Hakk'un bize gönderdüği fermân unudulmış.

(Ey Nabi, kimi görsen nefsinin hükümlerini yerine getirir! Hakk’ın bize gönderdiği ferman unutulmuş.)