Unutma ve unutmamanın hafızası

Kaç kişi, yüzüne gülüşlerini, gözlerine unutamadığımız bakışlarını yerleştirip selâmımızı “Başım gözüm üstüne” deyip alıyor? Kaç kişi kaçan bir otobüsü yakalama telâşıyla koşuyor aklımıza, yüreğimize? Kaç kişi ete kemiğe bürünüp gecenin bir yarısında nazlanmadan yalnızlığımızı paylaşmak üzere odamıza geliyor?

I.

BİRÇOK insan gündelik hayatında sıklıkla yaşadığı bir olayı, bir ânı, bir ismi hatırlamanın ve unutmanın üzerine durup düşünmüştür. Hatırlamak ve unutmak, aslında bireysel yaşamların sosyal hayata uzanan bir etki alanına sahiptir. Zihinlerde yer edinen birçok olayda yani belleğin içinde zaman ve mekân unsurları ile toplumun etkisi bulunmaktadır. Bununla birlikte, insanlar kendi hafızalarını kendi temsillerini bulabildikleri veya bulmak istedikleri çoğulcu bir hafızanın etkisiyle günceller. Toplumların ve fertlerin bir geçmişleri olduğu gibi bunların geçmişi hatırlama ve unutma yolu ile kurdukları bir örtülü ilişkiden de söz edilebilir. Bu ilişkinin dinamikleri, hatırlamak ve unutmak ile oluşmaktadır.

Geçmişe karşı bu dinamiklere bağlı olarak alınan pozisyonlar, geçmişin bugünün üzerindeki etkisinin temel belirleyicilerinden biridir. Geçmişi görmezden gelen bir yaklaşım ve yaşam tarzı, bugünü doğrudan etkileyerek, geçmişin tüm sıkıntılarının yansımış olduğu yeni bir bugün yaratır. Ne kadar unutmaya çalışılsa, unutturulsa veya bastırılsa da geçmiş, bir gölge gibi bir şekilde var olmaya devam eder.

İnsan hafızası hatırlama ve unutma ile inşâ edildiğinden, en belirleyici olan hafızanın geçmişi, bireysel diyalogları yardımıyla hakikat ve adaletle kurduğu ilişkilerdir. Bunlar geçmişle yüzleşme bağlamında oldukça önemlidir. İnsan belleğinin geçmiş ve kişiliklerle kurmuş olduğu sıkı bir ilişkisi vardır. İnsanların sosyal hayatlarında oluşturdukları hafıza, çoğulcu kimliğin oluşmasında ve bireysel yaşanmışlık süreçlerinde özel bir öneme sahiptir. Çoğulcu hafıza ile birlikte insanlar ortak geçmişlerini, kişilik ve değerler etrafında toplayarak daha istikrarlı bir hayata zemin hazırlamış olurlar. Bu da sosyal yaşamın devamını sağlar. Kişiliğin ve hafızanın tarihsel olarak bir döngüye sahip oluşu, bazen bireyleri benzer tarihsel yaklaşımların güzelliklerine kapalı tutar. İnsanda inşâ olan bu tarz, iletişimin devamını ve meşruluğunu sağlaması, niyetleri görünür kılması bakımından oldukça önemli hususlardır. Bu amaca yönelik olarak devreye dolaylı veya imalı anlatılar girebilir. Yaşanmışlıklarla çoğulcu kişilik ve hafıza belirleyici olayları ve durumları yani neyin hatırlanıp neyin hatırlanmayacağını böylelikle seçebilmektedirler. Başka bir deyişle, bireyin geçmişiyle kurduğu ilişki, anlık yaşamlarına göre de şekillenebilmektedir.

Bütüncül olarak benimsenmesi beklenen çoğulcu hafızanın inşâsında unutma ve unutturma hâkimken, ötekileştirilenleri hatırlama ve unutmamanın daha baskın olduğu güçlü bir varsayımdır. Mantıkçı belleğin dayatmalarına ve baskılamalarına karşın “karşı hafıza” oluşmakta ve bu genellikle “saklı hafıza” olarak adlandırılmaktadır. Bu bellek, olayların acısını çeken, tehdit ve korkusunu yaşamış, fail olarak yükünü çekmiş insanların acılarıyla inşâ ettikleri özel bir bellektir.

Mazi ve belleğin çatışmalı ilişkisi daha çok hakikat ve adalet ile kurduğu ilişkiye göre şekillenir. Hafıza, her türlü hakikatin ortaya çıkmasında önemli bir görev yüklenmiş olup hafıza talepleri, adalet talepleri olarak geleceğe yansıyabilir. Hatırlama kültürünün geçmişle yüzleşmesi ise başka bir yöntem olarak düşünülebilir. Hafıza, hakikat ve adalet taleplerinin vücut bulduğu ve mücadele alanı oluşturduğu “geçmişle yüzleşme” kavramı ile tartışılmaya devam eder. “Geçmişle hesaplaşma mı, geçmişle yüzleşme mi?” noktasında “geçmişle yüzleşme” kavramının bugüne ve geleceğe ilişkin olarak daha kapsayıcı bir kavram olduğu düşünülür. Geçmişle hesaplaşma, “Geçmişte olanla hesaplaşıldı ve bitti” şeklinde bir algı yaratabilse de hafızada bu hesaplaşmanın azalarak etkisini devam ettirdiği söylenebilir.

Doğruların ortaya çıkması, geçmişin yargılanması ve cezalandırılması, yaraların sarılması huzurlu ve sevgi eksenli bir geleceğin bugünden inşâsını doğrudan etkiler. Geçmişle yüzleşme kavramını bugünü ve geleceği etkileyen bir süreç olarak ele almak bu nedenle daha tercih sebebi olabilmektedir. Geçmişle yüzleşme sürecinde “cezalandırıcı” ve “onarıcı” adalet yaklaşımlarının sürece nasıl bir etkisi olacağı ise daha çok bireyin irade gücüyle ilişkilidir.


II.

Bazen bir türkü takılır zihnimize ve oradan dudaklarımıza iner. Gecenin bir vaktinde uzaktan bir mesaj hisseder veya bir türkü duyarız. Anılara, unutmaya, unutulmaya dair bir türküdür bu. Geçmişe dalar gideriz o an. En çok da “unutma” kavramına takılırız türkünün sözleri kulaklarımızda çınlamaya başladığında. Tutarız elinden bir kelimenin ve yüreğimizin, aklımızın rehberliğinde geçmişimizde gezintiye çıkarız. Koyu bir hüzün yayılır önce gönlümüzün her bir köşesine. Bir daha asla yaşanamayacak anların acısı kaplar bütün benliğimizi.

Yaşarken, ayrılığın bir gün bizi farklı iklimlere savuracağını asla ihtimâl etmediğimiz insanlar gelir aklımıza. Birlikte attığımız kahkahalar, döktüğümüz gözyaşları belirir belleğimizde. Bu insanları aramıyor, sormuyor veya arayıp soruyor da olabiliriz. Yaşıyorlar mı, onu dahi bilmiyor olabiliriz. Yıllardır hiçbirinden ne bir selâm, ne bir haber gelmiş de olabilir. Belki görüşmesek de uzun zaman, ama daha dün ayrılmışçasına yüzlerini, sözlerini hatırladıklarımız vardır. Bazen de hatırlamak istemediklerimiz… İşte o zaman deli sorular üşüşür beynimize, “Bunca iletişimsizliğe rağmen nasıl oluyor da hâlâ onları hatırlayabiliyoruz?” diye...

Ya onlar? Onlar bizi hatırlıyor mu acaba? Unutmak, unutulmak şaşırtır yolumuzu, çoğu zaman cevap veremeyiz bu sorulara. Unutmak nedir ki? İnsanın belleğinden tamamen silinmesi mi isimlerin ya da yüzlerin? Ya sakladığımız anılar, bohçalayıp sandıklara koyduğumuz hediyeler? O anılarda daha dün gibi canlı duran arkadaşlıklar, hatıra diye sandıklara saklayıp bir türlü atmaya kıyamadığımız arkadaş hediyeleri? Arayıp sormasak da hiçbir arkadaşımızı, sırf bu anılar ve hediyeler bile unutmadığımızı göstermez mi onları? Unutulabilirler mi her şeye rağmen? Daha da ileri gidelim, bir arada yaşanmasına rağmen bazıları, unutulanlar sınıfına dâhil edilebilir mi?

“Cevap veremeyiz” diye düşünmekteyim çok defa. Aslında ben daha “unutmak” kavramının tanımında kararsızım. Belki de unutmanın sırrını çözebilmek için akıl ile yüreği ayırmamak gerekir birbirinden. “Akıl nasıl unutur?”, “Yürek nasıl unutur?” sorularının cevabını da bence aramalıyım. “Arkadaş, dost, sevgili, kardeş, evlât, anne, baba ne olursa olsun, birini yüreğinizde misafir etmediyseniz eğer, aklınız kısa zamanda unutur onu” diye düşünmekteyim. İş, okul, seyahat ve benzeri nedenlerle görüştüğümüz, aklımız ile tanıdığımız insanlardır böyleleri. Birlikte olmamıza sebep olan şeyler ortadan kalkınca unuturuz onları. Aylar, yıllar sonra karşılaştığımızda belki hatırlarız birimizi; eğer isim ve yüz hafızası berbat biriyseniz, onun kim olduğunu dahi çıkaramaz, kendinize hatırlamış süsü verip karşınızdakini kırmadan durumdan sıyrılmaya bakarsınız.

Aklın unutması normaldir. Çünkü onun bir kapasitesi vardır ve yeni insanlara yer açabilmek için silmelidir bazı eski veya yeni isimleri, yüzleri belleğinden. Bu tür unutmalar iç acıtmaz asla ne unutan, ne de unutulanlar için. Asıl anlaması gereken, duyguları altüst eden ve cevabı aranması gereken soru, yüreğin nasıl unuttuğudur. Yürek unutur mu hiç? Yürekteki birini unutmak için ne olmalıdır? Bir insanı aylar, yıllar boyunca görmemek, yüreğin o insanı unutması için yeterli midir? Ya da hâlen aynı mekânı, aynı zamanı paylaşmak, görüşmek, o insanın unutulmamasına çare midir?

Bu sorunun cevabı belki de içimizdedir. O zaman içimize bakmamız gerekir.

Bugüne kadar hayatımıza aldığımız insanları düşünelim bir bir. Eş, dost, akraba, arkadaş, komşu, sevgili... Geçmişimizden bugünümüze bir yolculuk yapalım ve selâm vermeye çalışalım hayatımızdan gelip geçen tüm insanlara. Kaç kişi, yüzüne gülüşlerini, gözlerine unutamadığımız bakışlarını yerleştirip selâmımızı “Başım gözüm üstüne” deyip alıyor? Kaç kişi kaçan bir otobüsü yakalama telâşıyla koşuyor aklımıza, yüreğimize? Kaç kişi ete kemiğe bürünüp gecenin bir yarısında nazlanmadan yalnızlığımızı paylaşmak üzere odamıza geliyor?

Bu kadar mıydı tanıdıklarımız ya da hayatımıza aldıklarımız? Değildi elbette. Kimi devrilen yıllara yenildi ve çekti gitti hayatımızdan. Ki en son gidenlerin kervanına babam da katıldı. Yılların, yolların hesabını yapmadan inatla var oldu belleğimizde kimileri de… Öyleyse ayrılığa suçu yüklemeden önce, bir başka fail aranmalı. Bize dostlarımızı, dostlarımıza bizi unutturan bir fail...

Bu fail yürek olabilir mi acaba? Yılları, yolları, görüşmeyi, konuşmayı hiç hesaba katmadan kendince bir çetele tutan yüreğin verdiği ses midir unutmanın, hatırlamanın emaresi? Yüreğimizin ses verdiği kaç kişi var? Kaç kişi var görünce yüreğimizin dalgalandığı? Olanları saymak için ikinci elimizin parmaklarına ihtiyacımız oldu mu hiç?

Kim bilir belki de gerçek unutma çok ama çok farklıdır. Meselâ yüz yüzeyken, yüreğin bir ses vermek için kılını bile kıpırdatmaması gibi...

Bir zamanlar onsuz lokmanın bile boğazımızdan geçmediği arkadaşımızı, yüzünü görmek için kapı sesini beklediğimiz komşumuzu, bir haber almak için günlerce telefon başında nöbet tuttuğumuz ve şimdilerde cep telefonundan gözlerimizi alamadığımız bir zamanların sevgililerini düşünün... Artık yediğimiz lokmada arkadaşımızın yokluğunu hissetmiyorsak, komşumuzun kapı sesine kulak vermiyorsak, telefon başında nöbet tutmuyorsak biz, “Bu insanları unutmadım” diyebilir miyiz?
Belki “Nasıl olur? Her gün görüyoruz, elbette unutmadık” diyebiliriz. O zaman bir düşünelim bakalım hatırlayan aklımız mı, yüreğimiz mi? Bundan dolayı “unutmak”, cevabını hâlâ bulamadığım bir kavramdır benim için.

Pekâlâ, unutmak nedir? Yılların, yolların araya girmesi mi, yoksa iç içeyken yüreklerin duyarsızlaşması mı? Belki de bunların hepsi unutmanın tanımı, belki de hiçbiri.

Bilmiyorum; bildiğim, yüreğin kendine göre bir çetele tuttuğudur. O, bazı insanları alıyor koynuna, yıllara ve yollara meydan okuyarak taşıyor bugünlere, yarınlara. Bazı insanları ise, görürken görmezden gelerek kaydı silinmek üzere koyuyor kapının önüne. Ve kendi yoluna devam ediyor kendince ince eleyip sık dokuyarak.