I.
BİRÇOK insan gündelik
hayatında sıklıkla yaşadığı bir olayı, bir ânı, bir ismi hatırlamanın ve
unutmanın üzerine durup düşünmüştür. Hatırlamak ve unutmak, aslında bireysel
yaşamların sosyal hayata uzanan bir etki alanına sahiptir. Zihinlerde yer
edinen birçok olayda yani belleğin içinde zaman ve mekân unsurları ile toplumun
etkisi bulunmaktadır. Bununla birlikte, insanlar kendi hafızalarını kendi
temsillerini bulabildikleri veya bulmak istedikleri çoğulcu bir hafızanın
etkisiyle günceller. Toplumların ve fertlerin bir geçmişleri olduğu gibi
bunların geçmişi hatırlama ve unutma yolu ile kurdukları bir örtülü ilişkiden
de söz edilebilir. Bu ilişkinin dinamikleri, hatırlamak ve unutmak ile
oluşmaktadır.
Geçmişe
karşı bu dinamiklere bağlı olarak alınan pozisyonlar, geçmişin bugünün
üzerindeki etkisinin temel belirleyicilerinden biridir. Geçmişi görmezden gelen
bir yaklaşım ve yaşam tarzı, bugünü doğrudan etkileyerek, geçmişin tüm
sıkıntılarının yansımış olduğu yeni bir bugün yaratır. Ne kadar unutmaya
çalışılsa, unutturulsa veya bastırılsa da geçmiş, bir gölge gibi bir şekilde var
olmaya devam eder.
İnsan
hafızası hatırlama ve unutma ile inşâ edildiğinden, en belirleyici olan
hafızanın geçmişi, bireysel diyalogları yardımıyla hakikat ve adaletle kurduğu
ilişkilerdir. Bunlar geçmişle yüzleşme bağlamında oldukça önemlidir. İnsan
belleğinin geçmiş ve kişiliklerle kurmuş olduğu sıkı bir ilişkisi vardır.
İnsanların sosyal hayatlarında oluşturdukları hafıza, çoğulcu kimliğin
oluşmasında ve bireysel yaşanmışlık süreçlerinde özel bir öneme sahiptir.
Çoğulcu hafıza ile birlikte insanlar ortak geçmişlerini, kişilik ve değerler
etrafında toplayarak daha istikrarlı bir hayata zemin hazırlamış olurlar. Bu da
sosyal yaşamın devamını sağlar. Kişiliğin ve hafızanın tarihsel olarak bir
döngüye sahip oluşu, bazen bireyleri benzer tarihsel yaklaşımların
güzelliklerine kapalı tutar. İnsanda inşâ olan bu tarz, iletişimin devamını ve
meşruluğunu sağlaması, niyetleri görünür kılması bakımından oldukça önemli
hususlardır. Bu amaca yönelik olarak devreye dolaylı veya imalı anlatılar
girebilir. Yaşanmışlıklarla çoğulcu kişilik ve hafıza belirleyici olayları ve
durumları yani neyin hatırlanıp neyin hatırlanmayacağını böylelikle seçebilmektedirler.
Başka bir deyişle, bireyin geçmişiyle kurduğu ilişki, anlık yaşamlarına göre de
şekillenebilmektedir.
Bütüncül
olarak benimsenmesi beklenen çoğulcu hafızanın inşâsında unutma ve unutturma hâkimken,
ötekileştirilenleri hatırlama ve unutmamanın daha baskın olduğu güçlü bir
varsayımdır. Mantıkçı belleğin dayatmalarına ve baskılamalarına karşın “karşı
hafıza” oluşmakta ve bu genellikle “saklı hafıza” olarak adlandırılmaktadır. Bu
bellek, olayların acısını çeken, tehdit ve korkusunu yaşamış, fail olarak
yükünü çekmiş insanların acılarıyla inşâ ettikleri özel bir bellektir.
Mazi
ve belleğin çatışmalı ilişkisi daha çok hakikat ve adalet ile kurduğu ilişkiye
göre şekillenir. Hafıza, her türlü hakikatin ortaya çıkmasında önemli bir görev
yüklenmiş olup hafıza talepleri, adalet talepleri olarak geleceğe yansıyabilir.
Hatırlama kültürünün geçmişle yüzleşmesi ise başka bir yöntem olarak
düşünülebilir. Hafıza, hakikat ve adalet taleplerinin vücut bulduğu ve mücadele
alanı oluşturduğu “geçmişle yüzleşme” kavramı ile tartışılmaya devam eder. “Geçmişle
hesaplaşma mı, geçmişle yüzleşme mi?” noktasında “geçmişle yüzleşme” kavramının
bugüne ve geleceğe ilişkin olarak daha kapsayıcı bir kavram olduğu düşünülür.
Geçmişle hesaplaşma, “Geçmişte olanla hesaplaşıldı ve bitti” şeklinde bir algı
yaratabilse de hafızada bu hesaplaşmanın azalarak etkisini devam ettirdiği
söylenebilir.
Doğruların ortaya çıkması, geçmişin yargılanması ve cezalandırılması, yaraların sarılması huzurlu ve sevgi eksenli bir geleceğin bugünden inşâsını doğrudan etkiler. Geçmişle yüzleşme kavramını bugünü ve geleceği etkileyen bir süreç olarak ele almak bu nedenle daha tercih sebebi olabilmektedir. Geçmişle yüzleşme sürecinde “cezalandırıcı” ve “onarıcı” adalet yaklaşımlarının sürece nasıl bir etkisi olacağı ise daha çok bireyin irade gücüyle ilişkilidir.
II.
Bazen
bir türkü takılır zihnimize ve oradan dudaklarımıza iner. Gecenin bir vaktinde
uzaktan bir mesaj hisseder veya bir türkü duyarız. Anılara, unutmaya,
unutulmaya dair bir türküdür bu. Geçmişe dalar gideriz o an. En çok da “unutma”
kavramına takılırız türkünün sözleri kulaklarımızda çınlamaya başladığında.
Tutarız elinden bir kelimenin ve yüreğimizin, aklımızın rehberliğinde geçmişimizde
gezintiye çıkarız. Koyu bir hüzün yayılır önce gönlümüzün her bir köşesine. Bir
daha asla yaşanamayacak anların acısı kaplar bütün benliğimizi.
Yaşarken,
ayrılığın bir gün bizi farklı iklimlere savuracağını asla ihtimâl etmediğimiz
insanlar gelir aklımıza. Birlikte attığımız kahkahalar, döktüğümüz gözyaşları
belirir belleğimizde. Bu insanları aramıyor, sormuyor veya arayıp soruyor da
olabiliriz. Yaşıyorlar mı, onu dahi bilmiyor olabiliriz. Yıllardır hiçbirinden
ne bir selâm, ne bir haber gelmiş de olabilir. Belki görüşmesek de uzun zaman,
ama daha dün ayrılmışçasına yüzlerini, sözlerini hatırladıklarımız vardır.
Bazen de hatırlamak istemediklerimiz… İşte o zaman deli sorular üşüşür beynimize,
“Bunca iletişimsizliğe rağmen nasıl oluyor da hâlâ onları hatırlayabiliyoruz?”
diye...
Ya
onlar? Onlar bizi hatırlıyor mu acaba? Unutmak, unutulmak şaşırtır yolumuzu,
çoğu zaman cevap veremeyiz bu sorulara. Unutmak nedir ki? İnsanın belleğinden
tamamen silinmesi mi isimlerin ya da yüzlerin? Ya sakladığımız anılar,
bohçalayıp sandıklara koyduğumuz hediyeler? O anılarda daha dün gibi canlı
duran arkadaşlıklar, hatıra diye sandıklara saklayıp bir türlü atmaya kıyamadığımız
arkadaş hediyeleri? Arayıp sormasak da hiçbir arkadaşımızı, sırf bu anılar ve
hediyeler bile unutmadığımızı göstermez mi onları? Unutulabilirler mi her şeye
rağmen? Daha da ileri gidelim, bir arada yaşanmasına rağmen bazıları,
unutulanlar sınıfına dâhil edilebilir mi?
“Cevap
veremeyiz” diye düşünmekteyim çok defa. Aslında ben daha “unutmak” kavramının
tanımında kararsızım. Belki de unutmanın sırrını çözebilmek için akıl ile
yüreği ayırmamak gerekir birbirinden. “Akıl nasıl unutur?”, “Yürek nasıl
unutur?” sorularının cevabını da bence aramalıyım. “Arkadaş, dost, sevgili,
kardeş, evlât, anne, baba ne olursa olsun, birini yüreğinizde misafir
etmediyseniz eğer, aklınız kısa zamanda unutur onu” diye düşünmekteyim. İş,
okul, seyahat ve benzeri nedenlerle görüştüğümüz, aklımız ile tanıdığımız
insanlardır böyleleri. Birlikte olmamıza sebep olan şeyler ortadan kalkınca
unuturuz onları. Aylar, yıllar sonra karşılaştığımızda belki hatırlarız birimizi;
eğer isim ve yüz hafızası berbat biriyseniz, onun kim olduğunu dahi çıkaramaz, kendinize
hatırlamış süsü verip karşınızdakini kırmadan durumdan sıyrılmaya bakarsınız.
Aklın
unutması normaldir. Çünkü onun bir kapasitesi vardır ve yeni insanlara yer açabilmek
için silmelidir bazı eski veya yeni isimleri, yüzleri belleğinden. Bu tür
unutmalar iç acıtmaz asla ne unutan, ne de unutulanlar için. Asıl anlaması
gereken, duyguları altüst eden ve cevabı aranması gereken soru, yüreğin nasıl
unuttuğudur. Yürek unutur mu hiç? Yürekteki birini unutmak için ne olmalıdır?
Bir insanı aylar, yıllar boyunca görmemek, yüreğin o insanı unutması için
yeterli midir? Ya da hâlen aynı mekânı, aynı zamanı paylaşmak, görüşmek, o
insanın unutulmamasına çare midir?
Bu
sorunun cevabı belki de içimizdedir. O zaman içimize bakmamız gerekir.
Bugüne
kadar hayatımıza aldığımız insanları düşünelim bir bir. Eş, dost, akraba, arkadaş,
komşu, sevgili... Geçmişimizden bugünümüze bir yolculuk yapalım ve selâm
vermeye çalışalım hayatımızdan gelip geçen tüm insanlara. Kaç kişi, yüzüne
gülüşlerini, gözlerine unutamadığımız bakışlarını yerleştirip selâmımızı “Başım
gözüm üstüne” deyip alıyor? Kaç kişi kaçan bir otobüsü yakalama telâşıyla
koşuyor aklımıza, yüreğimize? Kaç kişi ete kemiğe bürünüp gecenin bir yarısında
nazlanmadan yalnızlığımızı paylaşmak üzere odamıza geliyor?
Bu
kadar mıydı tanıdıklarımız ya da hayatımıza aldıklarımız? Değildi elbette. Kimi
devrilen yıllara yenildi ve çekti gitti hayatımızdan. Ki en son gidenlerin kervanına
babam da katıldı. Yılların, yolların hesabını yapmadan inatla var oldu
belleğimizde kimileri de… Öyleyse ayrılığa suçu yüklemeden önce, bir başka fail
aranmalı. Bize dostlarımızı, dostlarımıza bizi unutturan bir fail...
Bu
fail yürek olabilir mi acaba? Yılları, yolları, görüşmeyi, konuşmayı hiç hesaba
katmadan kendince bir çetele tutan yüreğin verdiği ses midir unutmanın,
hatırlamanın emaresi? Yüreğimizin ses verdiği kaç kişi var? Kaç kişi var
görünce yüreğimizin dalgalandığı? Olanları saymak için ikinci elimizin
parmaklarına ihtiyacımız oldu mu hiç?
Kim
bilir belki de gerçek unutma çok ama çok farklıdır. Meselâ yüz yüzeyken,
yüreğin bir ses vermek için kılını bile kıpırdatmaması gibi...
Bir
zamanlar onsuz lokmanın bile boğazımızdan geçmediği arkadaşımızı, yüzünü görmek
için kapı sesini beklediğimiz komşumuzu, bir haber almak için günlerce telefon
başında nöbet tuttuğumuz ve şimdilerde cep telefonundan gözlerimizi
alamadığımız bir zamanların sevgililerini düşünün... Artık yediğimiz lokmada
arkadaşımızın yokluğunu hissetmiyorsak, komşumuzun kapı sesine kulak
vermiyorsak, telefon başında nöbet tutmuyorsak biz, “Bu insanları unutmadım”
diyebilir miyiz?
Belki “Nasıl olur? Her gün görüyoruz, elbette unutmadık” diyebiliriz. O zaman
bir düşünelim bakalım hatırlayan aklımız mı, yüreğimiz mi? Bundan dolayı “unutmak”,
cevabını hâlâ bulamadığım bir kavramdır benim için.
Pekâlâ,
unutmak nedir? Yılların, yolların araya girmesi mi, yoksa iç içeyken yüreklerin
duyarsızlaşması mı? Belki de bunların hepsi unutmanın tanımı, belki de hiçbiri.
Bilmiyorum;
bildiğim, yüreğin kendine göre bir çetele tuttuğudur. O, bazı insanları alıyor
koynuna, yıllara ve yollara meydan okuyarak taşıyor bugünlere, yarınlara. Bazı
insanları ise, görürken görmezden gelerek kaydı silinmek üzere koyuyor kapının
önüne. Ve kendi yoluna devam ediyor kendince ince eleyip sık dokuyarak.