ÜNİVERSİTEYLE bir şey olmuyor ama
üniversitesiz de olmuyor. Bugünlerde Boğaziçi Üniversitesine rektör tayin
edilmesiyle birlikte üniversiteler yeniden gündem oldu.
Nereden
çıktı bu üniversite adı? Anlamı nedir, ne işe yaramıştır?
Türkiye
tarihinde “üniversite” kavramı yoktur. “Okul” anlamına gelen “medrese” vardır.
Elbette tek bir okul olmadığı gibi tek bir medrese de yoktur. Nasıl ki
ilkokuldan üniversiteye kadar tamamına “okul” deniliyor ise, eskiden de bütün
okul kademeleri “medrese” diye adlandırılırdı. Medrese, dersiâm ve müderris
gibi terimler kullanılırdı. Tanzimat döneminde Batılılaşma ile birlikte
İstanbul’daki Medaris-i Semaniye ve Fatih Darüşşifâsı’nın adı da “Darülfünun”
diye değiştirildi. Sonra 1900’de Darülfünun-u Şahâne ve nihâyet 1924’te “İstanbul
Darülfünunu”…
1933’te
Türkiye’yi kurtarmak için Darülfünun’un adı “Üniversite” yapıldı. 450
civarındaki öğretim üyesinden 300’ü, CHP’li değiller diye atıldı. Yerlerine
Almanya’dan Hitler’in kovduğu Yahudiler tayin edildi. Bu işlemin adı da “üniversite
reformu” oldu!
Batı’da
tanınmış üniversitelerin kökeni mutlaka bir kiliseye dayanır. Zaten rektör “mahalle
papazı”, dekan ise “rektörden daha alt seviyedeki diğer papaz” demektir.
Türkiye’yi kurtarmak isteyen CHP ve onun genel başkanı, her konuda Batı
taklidini istediği için bu alanda da dediğini yaptı ve papazlık unvanları,
üniversite idarecilerinin unvanı olarak kullanılmaya başlandı. Zaten “rektör”
kelimesinin Almancada kullanımı “rector”, “dekan” kelimesinin Almancadaki
karşılığı da “decan” idi. Almanyalı Yahudilerin danışmanlığında bu terimler
seçildi. Türkiye’nin İslâmsızlaştırılması döneminde papaz unvanları elbette
değerli ve gerekli görüldü.
“Türkiye
tarihinde, medreseler özgür düşüncenin olduğu yer değildir ki üniversite
onların devamı sayılsın veya onların yerini alsın” denilebilir. Hatırlanmalı ki,
Avrupa’nın tarihinde bir Orta Çağ karanlığı vardır. O karanlık dönemi Avrupa’da
kilise yaşatmıştır. Engizisyon mahkemeleri ile akla hayâle gelmedik zulümleri
yapmıştır. Buna rağmen aynı Katolik Kilisesi tarafından İngiltere’de, kilise
bünyesinde 1096’da Oxford, 1170’de Paris, 1303’te Roma ve 1636’da Harvard
Üniversitesi kurulmuştur. Tamamını kilise kurmuştur bunların. Daha sonra
yönetimleri kilisenin dışına çıkmıştır. Türkiye’de ise hemen her şehirde
zamanın şartlarına göre önemli sayılan medreseler vardı. Oralarda kurulan
üniversiteler, medreselerin devamı sayılmadı, sıfırdan kurulmuş kabul edildi.
Zaten Türkiye’de, medreselerin kapatılması bir bayram havasında kutlanmaya
devam edilmektedir.
Üniversite,
Lâtince “genel-tüm, lonca” anlamındaki “universus”tan türemiştir. Zamanla universal,
üniversite şeklinde Batı dillerinde kullanılmaya başlanmıştır. Batı’da
üniversiteyi kilise kurduğu için papaz kıyafeti olan cübbe ve kep de o dönemden
kalan giysilerdir. Dünyada benzeri olmayan “Şapka İnkılâbı” adıyla bir gardrop
devrimi yaşayan Türkiye’de halkın kıyafeti gibi üniversitelilerin de kıyafeti
yasaklanmıştır. Anaokulundan üniversiteye kadar her okul kademesinde cübbe ve
kep, mezuniyet törenlerinin değişmez kuralı hâline getirilmiştir.
İslâm’sız
okul için…
Türkiye’deki
İslâmsızlaştırmanın bir sonucu olarak, gençler hocaların giydiği cübbe ve
sarığı kerih görürken, papazların kıyafeti olan cübbe ve kepi güle oynaya
giymeye başlamıştır.
Elbette
Türkiye için bunlar yeterli değildir. 1912’de ABD Deniz Harp Okulunu bitirenler
mezuniyet töreninde memur keplerini giymeye başlayacaklarından, okul
keplerini havaya atmaya başladılar. Hani “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli
kültürdür” diye duvarlara yazıldığı için, bu olaya kayıtsız kalınamadı, bir ABD
âdeti olan kep fırlatmayı anaokulundan üniversiteye kadar herkes anlamsız bir
kahkaha ile fırlatmaya devam eder oldu.
Bu
arada Yeni Şafak gazetesinin 28 Temmuz 2001 tarihli haberinde, Suriyeli Mustafa
Sıbai’nin “İslâm Medeniyetinden Altın Tablolar” (Çeviren: Sait Şimşek-Nezir
Demircan) kitabından yaptığı alıntı ile kep atma geleneğinin aslında Endülüs
İslâm Medeniyeti döneminde başladığını aktarıp, kep için kuşkuları olanları
mahcup etmeye çalışmıştı.
Ey Yeni Şafak, alıntı doğru olsa bile, Türkiye’de kep attıranlar, Endülüs İslâm Medeniyeti adını duymuş olsalardı, muhtemelen kepi attırmaz, sarık gibi çiğnetirlerdi!
SSCB’nin yıkıldığı dönemde SSCB lideri Gorbaçov, Ankara’ya gelip ODTÜ’de konferans verirken, azgın sol hiziplerin hakaretine, saldırısına maruz kalmıştı. Gorbaçov, Moskova’da görmediği tepkiyi Ankara’da, ODTÜ’de görmüştü.
19’uncu
yüzyılda Türkiye’nin pek çok yerinde, özellikle azınlık Hıristiyan nüfusunun
olduğu yerlerde Avrupa ülkeleri misyoner okulları açma yarışına girmişlerdi.
İstanbul, Tarsus, Merzifon, Bitlis, Erzurum, Van, Sivas gibi pek çok yerde
misyoner okulları açıldı. Cyrus Hamlin ile Christopher Rheinlander Robert adlı
iki ABD vatandaşı, 10 Eylül 1863’te “Robert Koleji”ni açtılar. İşte bu ABD
misyoner okulu olan Robert Koleji, 10 Eylül 1971’de “Boğaziçi Üniversitesi”
adını aldı.
Bugünlerde
mikrofon gören herkes, “Boğaziçi, geleneği olan, kültürü olan bir yerdir”
demiyor mu? Kemal Sunal filminden daha komik bir sözdür bu. Sormak lâzımdır: O
Boğaziçi’nde kimin geleneği, kimin kültürü vardır? Bazıları da Türklük adına o
geleneğe, o kültüre sahip çıkıyor!
Her
türlü geçim derdini unutturacak komik sözleri, şan şöhret sahipleri
tekrarlamaktadırlar.
Boğaziçi
geleneğini-kültürünü gösteren ne vardır? O gelenek ve kültürün Türk halkı ile
ilgisi nedir?
Kolayca
hatırlanacak örneklerden ikisini yazmış olalım: Boğaziçi’nde 28 Kasım 2015
günü, PKK’nın kuruluşu için öğrenciler tören yapmıştır. 28 Mart 2018’de yine
bir grup Boğaziçili öğrenci, Türkiye’nin Afrin’e askerî operasyonunu protesto
etmiştir...
Şimdi…
Batı’da herhangi bir ülke üniversitesinde IŞİD terör örgütü lehine gösteri
yapılabilir mi? Ya da ABD’nin IŞİD’e karşı operasyonu için, meselâ Harvard
Üniversitesinde protesto yapılabilir mi? Elbette bu sorular bile Batılılar için
anlamsızdır.
Ancak
şimdi Boğaziçi Üniversitesine Melih Bulut rektör tayin edildi diye CHP İl Başkanı
öncülüğünde bir azgın sol, protesto ediyor. PKK sloganları, DHKP-C marşları
söyleniyor. Zaten CHP’liler, kendi kumaşlarından olmayan bir rektörü beğenecek
değillerdir. Beğenmeleri rektör için olumsuz bir sicil de olabilir. Ancak yeni
atanan rektörün de TV’lere çıkarak Boğaziçi geleneğine-kültürüne sahip biri
olduğunu açıklaması, evlere şenlik bir olaydır.
Türkiye’de
Boğaziçi, ODTÜ gibi eski üniversiteler sol hiziplerin egemen olduğu yerlerdir.
SSCB’nin
yıkıldığı dönemde SSCB lideri Gorbaçov, Ankara’ya gelip ODTÜ’de konferans
verirken, azgın sol hiziplerin hakaretine, saldırısına maruz kalmıştı. Gorbaçov,
Moskova’da görmediği tepkiyi Ankara’da, ODTÜ’de görmüştü.
Üniversiteleri
kim bu hâle getirdi?
ODTÜ,
Boğaziçi gibi üniversitelerin bu hâle gelmesinde birden fazla sebep aransa bile,
yönetim tarzının o sebepler arasında olduğundan kuşku duyulamaz.
Eski
Türkiye’de rektör nasıl seçilirdi? Araştırma görevlileri, okutmanlar, idari
personel oy kullanamazdı. Sadece “Yrd. Doç.”, “Doç.”, ve “Prof.” olanlar oy
kullanabilirdi. Oy kullanması uygun görülen bahtiyarlar, üniversite
çalışanlarının yarısını geçmezdi. O bahtiyarların arasında da tek bir görüşün
egemen olduğu bilinirdi. Türkiye’de ilmiyenin (akademinin) bilimsel özerkliği,
siyâsetten önce üniversitede egemen olan görüşün tehdidi altındaydı! Boğaziçi’nde,
ODTÜ’de İslâmcı veya milliyetçi görüşü benimseyen bir hoca veya öğrenci grubu
asla barınamazdı. Bilimsel özgürlük için önce üniversitenin içinden kaynaklanan
bu saldırgan tehdidin ortadan kaldırılması, Türkiye’nin geleceği için
kaçınılmazdır. Eski Türkiye’nin seçiliyormuş gibi yapılan üniversite
rektörleriyle bilimsel özgürlüğün temin edilmesinin mümkün olmadığını geçen
yıllar göstermiştir.
Oysa
üniversite için aslolan, bilimsel özgürlüktür. Rektörün seçimle gelip gelmemesi,
bunun yanında ikinci, belki daha alt sıralarda bir konudur. Üniversitelerde
egemen olan bu azgın, baskıcı, boğucu hizip engelinin dışarıdan bir müdahale
olmadıkça aşılmasının mümkün olmadığı da görüldü. Bugünkü siyâsî iktidarın
belki de yapması icap eden ilk iş, bu olmalıdır. Kendisine taraftar olanları
çoğaltmak değil, üniversitenin özgürlüğünü boğan o baskıcı hizip engelini
aşacak yetenek ve yeterlilikte olan kişileri bulup görevlendirmektir. Yine de
mevcût atamalara bakıldığında böyle bir beklenti için fazla nedenin olmadığı
açıktır.
Mâlî
kaynaklarını devlet üniversitelerine temin etmekle yükümlü sayılan siyâsî
iktidarın üniversitelere hiç müdâhil olmamasını beklemek gerçekçi değildir. ABD
ve AB üyesi ülkelerde üniversite yönetimleri, mâlî kaynaklarını sağlayan
mütevelli heyetlerinin elindedir. Üniversite, oralarda ticârî bir kurumdur.
Mütevelli heyetinin yönetiminde ve denetimindedir. O ülkelerde mütevellilere,
“Mâlî kaynakları temin edin ama üniversite yönetimine karışmayın” denilmesi,
herhâlde eğlenceli bir istek olur. Türkiye’deki devlet üniversitelerini de
böyle düşünmek gerçekçi olacaktır.
Üniversite
özerkliği “idarî, mâlî ve akademik” diye özetlenerek pek çok çevre tarafından
bu üç konu özgürlüğün sacayağı olarak takdim edilse de, hayatın akışına uygun
değildir bu durum. Üniversitenin akademik (bilimsel) özgürlüğü, temeldir. Bu
özgürlükten yoksun bir üniversite, lise dengi bir okuldan farksız olur. Zaten
bilimin tabiatı da özgürlüğündedir. Özgürlüğün olduğu yerde bilim gelişir. Aksi
hâlde ise yerinde sayar.
Akademik
özgürlük bütün çalışma alanlarını kapsamış olsa da asıl odak noktası sosyal ve
siyâsî bilimlerdir. Çünkü matematiğin, kimyanın konuları farklı görüşlerin,
hiziplerin tepkisine neden olmaz. Asıl tepki çeken konular siyâsî ve sosyal
alanda ileri sürülen farklı görüşlerdir. Türkiye’nin geleceğini düzenleyen bir
iktidarın asıl yapması gereken de üniversitelerdeki bu bilimsel (akademik)
özgürlüğün özellikle sosyal ve siyâsî konularda tehditlerden arındırılıp
güvence altına alınmasıdır.
Üniversitelerde
küçük, ayrıcalıklı bir azınlığın rektör seçmeyişini önemli bir sorun edinip
seçimi çok önemsiyormuş gibi şamata çıkaranların, Türkiye’de halkın yüzde
52’lik çoğunluğu ile ve ilk turda seçilmiş olan Cumhurbaşkanı’na ve onun
tasarruflarına karşı aynı özeni göstermeyişi, sadece ellerinde ve
denetimlerinde gördükleri üniversiteleri kaybetme korkusundan dolayıdır.