Üniversite

Üniversitelerde küçük, ayrıcalıklı bir azınlığın rektör seçmeyişini önemli bir sorun edinip seçimi çok önemsiyormuş gibi şamata çıkaranların, Türkiye’de halkın yüzde 52’lik çoğunluğu ile ve ilk turda seçilmiş olan Cumhurbaşkanı’na ve onun tasarruflarına karşı aynı özeni göstermeyişi, sadece ellerinde ve denetimlerinde gördükleri üniversiteleri kaybetme korkusundan dolayıdır.

ÜNİVERSİTEYLE bir şey olmuyor ama üniversitesiz de olmuyor. Bugünlerde Boğaziçi Üniversitesine rektör tayin edilmesiyle birlikte üniversiteler yeniden gündem oldu.

Nereden çıktı bu üniversite adı? Anlamı nedir, ne işe yaramıştır?

Türkiye tarihinde “üniversite” kavramı yoktur. “Okul” anlamına gelen “medrese” vardır. Elbette tek bir okul olmadığı gibi tek bir medrese de yoktur. Nasıl ki ilkokuldan üniversiteye kadar tamamına “okul” deniliyor ise, eskiden de bütün okul kademeleri “medrese” diye adlandırılırdı. Medrese, dersiâm ve müderris gibi terimler kullanılırdı. Tanzimat döneminde Batılılaşma ile birlikte İstanbul’daki Medaris-i Semaniye ve Fatih Darüşşifâsı’nın adı da “Darülfünun” diye değiştirildi. Sonra 1900’de Darülfünun-u Şahâne ve nihâyet 1924’te “İstanbul Darülfünunu”…

1933’te Türkiye’yi kurtarmak için Darülfünun’un adı “Üniversite” yapıldı. 450 civarındaki öğretim üyesinden 300’ü, CHP’li değiller diye atıldı. Yerlerine Almanya’dan Hitler’in kovduğu Yahudiler tayin edildi. Bu işlemin adı da “üniversite reformu” oldu!

Batı’da tanınmış üniversitelerin kökeni mutlaka bir kiliseye dayanır. Zaten rektör “mahalle papazı”, dekan ise “rektörden daha alt seviyedeki diğer papaz” demektir. Türkiye’yi kurtarmak isteyen CHP ve onun genel başkanı, her konuda Batı taklidini istediği için bu alanda da dediğini yaptı ve papazlık unvanları, üniversite idarecilerinin unvanı olarak kullanılmaya başlandı. Zaten “rektör” kelimesinin Almancada kullanımı “rector”, “dekan” kelimesinin Almancadaki karşılığı da “decan” idi. Almanyalı Yahudilerin danışmanlığında bu terimler seçildi. Türkiye’nin İslâmsızlaştırılması döneminde papaz unvanları elbette değerli ve gerekli görüldü.

“Türkiye tarihinde, medreseler özgür düşüncenin olduğu yer değildir ki üniversite onların devamı sayılsın veya onların yerini alsın” denilebilir. Hatırlanmalı ki, Avrupa’nın tarihinde bir Orta Çağ karanlığı vardır. O karanlık dönemi Avrupa’da kilise yaşatmıştır. Engizisyon mahkemeleri ile akla hayâle gelmedik zulümleri yapmıştır. Buna rağmen aynı Katolik Kilisesi tarafından İngiltere’de, kilise bünyesinde 1096’da Oxford, 1170’de Paris, 1303’te Roma ve 1636’da Harvard Üniversitesi kurulmuştur. Tamamını kilise kurmuştur bunların. Daha sonra yönetimleri kilisenin dışına çıkmıştır. Türkiye’de ise hemen her şehirde zamanın şartlarına göre önemli sayılan medreseler vardı. Oralarda kurulan üniversiteler, medreselerin devamı sayılmadı, sıfırdan kurulmuş kabul edildi. Zaten Türkiye’de, medreselerin kapatılması bir bayram havasında kutlanmaya devam edilmektedir.

Üniversite, Lâtince “genel-tüm, lonca” anlamındaki “universus”tan türemiştir. Zamanla universal, üniversite şeklinde Batı dillerinde kullanılmaya başlanmıştır. Batı’da üniversiteyi kilise kurduğu için papaz kıyafeti olan cübbe ve kep de o dönemden kalan giysilerdir. Dünyada benzeri olmayan “Şapka İnkılâbı” adıyla bir gardrop devrimi yaşayan Türkiye’de halkın kıyafeti gibi üniversitelilerin de kıyafeti yasaklanmıştır. Anaokulundan üniversiteye kadar her okul kademesinde cübbe ve kep, mezuniyet törenlerinin değişmez kuralı hâline getirilmiştir.

İslâm’sız okul için…

Türkiye’deki İslâmsızlaştırmanın bir sonucu olarak, gençler hocaların giydiği cübbe ve sarığı kerih görürken, papazların kıyafeti olan cübbe ve kepi güle oynaya giymeye başlamıştır.

Elbette Türkiye için bunlar yeterli değildir. 1912’de ABD Deniz Harp Okulunu bitirenler mezuniyet töreninde memur keplerini giymeye başlayacaklarından, okul keplerini havaya atmaya başladılar. Hani “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diye duvarlara yazıldığı için, bu olaya kayıtsız kalınamadı, bir ABD âdeti olan kep fırlatmayı anaokulundan üniversiteye kadar herkes anlamsız bir kahkaha ile fırlatmaya devam eder oldu.

Bu arada Yeni Şafak gazetesinin 28 Temmuz 2001 tarihli haberinde, Suriyeli Mustafa Sıbai’nin “İslâm Medeniyetinden Altın Tablolar” (Çeviren: Sait Şimşek-Nezir Demircan) kitabından yaptığı alıntı ile kep atma geleneğinin aslında Endülüs İslâm Medeniyeti döneminde başladığını aktarıp, kep için kuşkuları olanları mahcup etmeye çalışmıştı.

Ey Yeni Şafak, alıntı doğru olsa bile, Türkiye’de kep attıranlar, Endülüs İslâm Medeniyeti adını duymuş olsalardı, muhtemelen kepi attırmaz, sarık gibi çiğnetirlerdi!

SSCB’nin yıkıldığı dönemde SSCB lideri Gorbaçov, Ankara’ya gelip ODTÜ’de konferans verirken, azgın sol hiziplerin hakaretine, saldırısına maruz kalmıştı. Gorbaçov, Moskova’da görmediği tepkiyi Ankara’da, ODTÜ’de görmüştü. 

19’uncu yüzyılda Türkiye’nin pek çok yerinde, özellikle azınlık Hıristiyan nüfusunun olduğu yerlerde Avrupa ülkeleri misyoner okulları açma yarışına girmişlerdi. İstanbul, Tarsus, Merzifon, Bitlis, Erzurum, Van, Sivas gibi pek çok yerde misyoner okulları açıldı. Cyrus Hamlin ile Christopher Rheinlander Robert adlı iki ABD vatandaşı, 10 Eylül 1863’te “Robert Koleji”ni açtılar. İşte bu ABD misyoner okulu olan Robert Koleji, 10 Eylül 1971’de “Boğaziçi Üniversitesi” adını aldı.

Bugünlerde mikrofon gören herkes, “Boğaziçi, geleneği olan, kültürü olan bir yerdir” demiyor mu? Kemal Sunal filminden daha komik bir sözdür bu. Sormak lâzımdır: O Boğaziçi’nde kimin geleneği, kimin kültürü vardır? Bazıları da Türklük adına o geleneğe, o kültüre sahip çıkıyor!

Her türlü geçim derdini unutturacak komik sözleri, şan şöhret sahipleri tekrarlamaktadırlar.

Boğaziçi geleneğini-kültürünü gösteren ne vardır? O gelenek ve kültürün Türk halkı ile ilgisi nedir?

Kolayca hatırlanacak örneklerden ikisini yazmış olalım: Boğaziçi’nde 28 Kasım 2015 günü, PKK’nın kuruluşu için öğrenciler tören yapmıştır. 28 Mart 2018’de yine bir grup Boğaziçili öğrenci, Türkiye’nin Afrin’e askerî operasyonunu protesto etmiştir...

Şimdi… Batı’da herhangi bir ülke üniversitesinde IŞİD terör örgütü lehine gösteri yapılabilir mi? Ya da ABD’nin IŞİD’e karşı operasyonu için, meselâ Harvard Üniversitesinde protesto yapılabilir mi? Elbette bu sorular bile Batılılar için anlamsızdır.

Ancak şimdi Boğaziçi Üniversitesine Melih Bulut rektör tayin edildi diye CHP İl Başkanı öncülüğünde bir azgın sol, protesto ediyor. PKK sloganları, DHKP-C marşları söyleniyor. Zaten CHP’liler, kendi kumaşlarından olmayan bir rektörü beğenecek değillerdir. Beğenmeleri rektör için olumsuz bir sicil de olabilir. Ancak yeni atanan rektörün de TV’lere çıkarak Boğaziçi geleneğine-kültürüne sahip biri olduğunu açıklaması, evlere şenlik bir olaydır.

Türkiye’de Boğaziçi, ODTÜ gibi eski üniversiteler sol hiziplerin egemen olduğu yerlerdir.

SSCB’nin yıkıldığı dönemde SSCB lideri Gorbaçov, Ankara’ya gelip ODTÜ’de konferans verirken, azgın sol hiziplerin hakaretine, saldırısına maruz kalmıştı. Gorbaçov, Moskova’da görmediği tepkiyi Ankara’da, ODTÜ’de görmüştü.

Üniversiteleri kim bu hâle getirdi?

ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerin bu hâle gelmesinde birden fazla sebep aransa bile, yönetim tarzının o sebepler arasında olduğundan kuşku duyulamaz.

Eski Türkiye’de rektör nasıl seçilirdi? Araştırma görevlileri, okutmanlar, idari personel oy kullanamazdı. Sadece “Yrd. Doç.”, “Doç.”, ve “Prof.” olanlar oy kullanabilirdi. Oy kullanması uygun görülen bahtiyarlar, üniversite çalışanlarının yarısını geçmezdi. O bahtiyarların arasında da tek bir görüşün egemen olduğu bilinirdi. Türkiye’de ilmiyenin (akademinin) bilimsel özerkliği, siyâsetten önce üniversitede egemen olan görüşün tehdidi altındaydı! Boğaziçi’nde, ODTÜ’de İslâmcı veya milliyetçi görüşü benimseyen bir hoca veya öğrenci grubu asla barınamazdı. Bilimsel özgürlük için önce üniversitenin içinden kaynaklanan bu saldırgan tehdidin ortadan kaldırılması, Türkiye’nin geleceği için kaçınılmazdır. Eski Türkiye’nin seçiliyormuş gibi yapılan üniversite rektörleriyle bilimsel özgürlüğün temin edilmesinin mümkün olmadığını geçen yıllar göstermiştir.

Oysa üniversite için aslolan, bilimsel özgürlüktür. Rektörün seçimle gelip gelmemesi, bunun yanında ikinci, belki daha alt sıralarda bir konudur. Üniversitelerde egemen olan bu azgın, baskıcı, boğucu hizip engelinin dışarıdan bir müdahale olmadıkça aşılmasının mümkün olmadığı da görüldü. Bugünkü siyâsî iktidarın belki de yapması icap eden ilk iş, bu olmalıdır. Kendisine taraftar olanları çoğaltmak değil, üniversitenin özgürlüğünü boğan o baskıcı hizip engelini aşacak yetenek ve yeterlilikte olan kişileri bulup görevlendirmektir. Yine de mevcût atamalara bakıldığında böyle bir beklenti için fazla nedenin olmadığı açıktır.

Mâlî kaynaklarını devlet üniversitelerine temin etmekle yükümlü sayılan siyâsî iktidarın üniversitelere hiç müdâhil olmamasını beklemek gerçekçi değildir. ABD ve AB üyesi ülkelerde üniversite yönetimleri, mâlî kaynaklarını sağlayan mütevelli heyetlerinin elindedir. Üniversite, oralarda ticârî bir kurumdur. Mütevelli heyetinin yönetiminde ve denetimindedir. O ülkelerde mütevellilere, “Mâlî kaynakları temin edin ama üniversite yönetimine karışmayın” denilmesi, herhâlde eğlenceli bir istek olur. Türkiye’deki devlet üniversitelerini de böyle düşünmek gerçekçi olacaktır.

Üniversite özerkliği “idarî, mâlî ve akademik” diye özetlenerek pek çok çevre tarafından bu üç konu özgürlüğün sacayağı olarak takdim edilse de, hayatın akışına uygun değildir bu durum. Üniversitenin akademik (bilimsel) özgürlüğü, temeldir. Bu özgürlükten yoksun bir üniversite, lise dengi bir okuldan farksız olur. Zaten bilimin tabiatı da özgürlüğündedir. Özgürlüğün olduğu yerde bilim gelişir. Aksi hâlde ise yerinde sayar.

Akademik özgürlük bütün çalışma alanlarını kapsamış olsa da asıl odak noktası sosyal ve siyâsî bilimlerdir. Çünkü matematiğin, kimyanın konuları farklı görüşlerin, hiziplerin tepkisine neden olmaz. Asıl tepki çeken konular siyâsî ve sosyal alanda ileri sürülen farklı görüşlerdir. Türkiye’nin geleceğini düzenleyen bir iktidarın asıl yapması gereken de üniversitelerdeki bu bilimsel (akademik) özgürlüğün özellikle sosyal ve siyâsî konularda tehditlerden arındırılıp güvence altına alınmasıdır.

Üniversitelerde küçük, ayrıcalıklı bir azınlığın rektör seçmeyişini önemli bir sorun edinip seçimi çok önemsiyormuş gibi şamata çıkaranların, Türkiye’de halkın yüzde 52’lik çoğunluğu ile ve ilk turda seçilmiş olan Cumhurbaşkanı’na ve onun tasarruflarına karşı aynı özeni göstermeyişi, sadece ellerinde ve denetimlerinde gördükleri üniversiteleri kaybetme korkusundan dolayıdır.