Umurbey’deki “Küçük Kahve”

Küçük Kahve’nin müşterisi, köydeki bütün kahvehaneler gibi, kendine has… Devamlı oraya giden, başka yere uğramayan insanlar… Ön taraftaki park da Küçük Kahve’ye ait… O müşterilerden hangisinin çayı ve kahveyi nasıl içtiği, hangi fincanı tercih ettiği önemli bir ayrıntı! Kahveci bunu bilir. Bütün fincanlar tek tip değil. Biri okkalı, biri orta boy, biri minik… Desenler farklı… Bardaklar da çeşit çeşit…

KÖY meydanındaki parkın yanında, (doğu yönü) bugün market ve üstünde kahvehane olan yerde, bizim çocukluğumuzda küçük bir kahve vardı. İçindeki masalar da en ufak ebattan, kare biçiminde, üç dört tane… Diğer kahveler sahibinin adıyla anılırken, bu, ebadıyla maruf.

Hüseyin Amca’nın Küçük Kahvesi… Oğlu Mustafa ile Ali, ona yardımcı olurlardı. Sonradan Ertuğrul da bir süre takıldı. Kahvenin yanında Berber Emin’in dükkânı, onun bitişiğinde ise Karaçıkı’nın bakkalı… Ali ile aynı sınıftayız.

Oraya gazete okumaya giderdim. Tercüman Gazetesi… Özellikle Rauf Tamer, Yavuz Donat ve Ahmet Kabaklı’yı okumazsam, noksanlık hissederdim. Günaydın’ın da fotoğrafları ilgi çekici olurdu. Orada haberler daha kısa, köşe yazıları daha azdı.

Ara sıra ben de yardım ederdim. Boşları toplamak, çay isteyenlere askı ile çay götürmek gibi…

Döndür döndür, nereye kadar?

Bir gün, merkezkaç kuvveti ile ilgili deney yapmaya niyetlendim. Askının içinde üç bardak çay varken, havada hızla çevirmek… Dökülüp dökülmeyeceklerini görmek niyetiyle… Şayet çay dökülür, bardaklar kırılırsa, zararı karşılamayı göze aldım. “Bir, iki, üç!” deyip çevirdim…

Hakikaten doğruymuş! Merkezkaç kuvveti, havada 360 derece dönen askı içindeki bardakları korudu, hiçbiri devrilmedi, yere düşmedi. (Çaylar biraz soğumuş olabilir.)

Ancak şunu söyleyebilirim: Bu işi yapmak zor görünse de o kadar zor değil. Bazı işler, ustanın maharetinden dolayı uzaktan kolay görünür, içine girince zor olduğu anlaşılır, bu tersi. Kolu rahatça hareket eden herkes çevirebilir. Başlatmaktan ziyade, askıyı durdurmak zor!

Seneler sonra bir araya geldiğimizde, bu hatıradan bahsettiğim sırada yeğenim sordu: “Peki, sen durdurabilmiş miydin?”

“‘Bardaklar düşmedi’ dedim ya, onlar düşmediğine göre durdurmuşum demektir. Aksi hâlde hâlâ çeviriyor olurdum.”


Herkes kahve yapamaz

Küçük Kahve’nin müşterisi, köydeki bütün kahvehaneler gibi, kendine has… Devamlı oraya giden, başka yere uğramayan insanlar… Ön taraftaki park da Küçük Kahve’ye ait… O müşterilerden hangisinin çayı ve kahveyi nasıl içtiği, hangi fincanı tercih ettiği önemli bir ayrıntı! Kahveci bunu bilir. Bütün fincanlar tek tip değil. Biri okkalı, biri orta boy, biri minik… Desenler farklı… Bardaklar da çeşit çeşit…  

Bir gün, yaşlı müşterilerden biri kahve istedi. Hüseyin Amca unutmuş ya da duymamış. İkinci defa seslendiğinde, yerinde yoktu. Elimdeki boş bardakları ocağa boşaltıyordum. “Ben yapayım mı?” dedim. Bizim sınıftaki kızlardan birinin babasıydı. Güldü. “Sen yapamazsın” dedi. Sesimi çıkarmadım. Fakat içimden şöyle düşündüm: “Ne var ki onda? Alt tarafı bir kahve! Kuru kahveyi cezveye koyarsın, ölçü belli… Orta mı, şekerli mi, her nasılsa istediği miktar şeker… Suyu ilâve et, karıştır, ocağı yak, üç beş dakika sonra köpürmek üzereyken fincana dök…”

Yıllar sonra anladım o adamın haklı olduğunu. Herkes kahve yapamazmış. O kadar basit değilmiş.


Umurbey Çarşı Camii, Fotoğraf: Şehit Mustafa Cambaz

Maden suyu dedikleri

Çayın yanında bir bardak su isteyenlere musluktan doldurup verirdik. Yazsa, dolaptan… Suyun alınıp satılması gibi bir şey kimsenin aklına gelmezdi. Hattâ söylense gülünür ve “Sen de çok bagas çıkdın ha!” denilirdi. Bazı müşteriler, karbonata içerlerdi o suyla. Mide ağrısına iyi gelirmiş. Maden suyu isteyenler de olurdu. Yeşil şişelere bakardım, pahalı da değildi hani. Merak ettim, bir gün “Hüseyin Amca” dedim, “Ben de bir maden suyu içsem”. “İçemen ki” dedi. “Niye?” dedim, “Dadı eyi gelmez. Çocukla için değil. Gazoz daha eyi. Gine de merak eddiysen bi bak bakalım” dedi.

Açtım şişenin kapağını… “Tıss” yaptı. Daha ilk yudumda ona hak verdim. O da suratımdan anlamış olmalı. Bir iki yudum daha içmeye çalıştım. I’ıh… Hiç de hoş bir şey değil. “Keşke onun sözünü dinleyip gazoz içseydim” diye düşünürken dedi ki, “Hade hade, bırak unu da aç bi gazoz kendine”. Yardım ettiğimiz zaman, bir meşrubat hakkımız oluyordu. O gün borçlu hissettim kendimi.

Hüseyin Amca, Osman Eniştemin ağabeyi… Evleri bitişik. Önceden büyük tek bina iken, dede ölünce, koca evi boydan boya ikiye bölmüşler, iki ayrı ev hâline gelmiş. O hâliyle bile büyük. Zaten bina yapılırken, ileride böyle bir ihtimâlin doğacağı gözetilmiş. Demek istediğim, uzaktan da olsa, bir bakıma akraba sayılırız.

Ekrem’i deli sanan, kendine baksın

Küçük Kahve’nin müdavimlerinden biri de Ekrem’di. Meşhur Ekrem… Bazılarının gözünde “deli” kabul ediliyordu. Hâlbuki Ekrem deli falan değildi. Sadece biraz kekeler, kimseye zararı dokunmaz, iş olunca çalışır, yük taşır, odun kırar. Hiçbir taşkınlık yapmaz. Sadece ara sıra efkârlanır ve “Uuuf ulen ufff!” diye bağırırdı. Hepsi bu. Bu kadarla deli olunsa, kimseyi akıllı sınıfına sokamayız.

Annesi onu tertemiz giydirir. Üstü başı hiçbir zaman kirli dolaşmaz. Kendi hâlinde bir adamcağız…

Ekrem az konuşur. Bazen birine yaklaşıp şöyle söyler: “İş… iş… İşey, ne deecem…”

“Ne deecen?”

“Bi bi bi cigara vaa mı?”

Bazen “iş iş”ler fazla uzayacak gibi olunca, iki parmağıyla işaret ederek meramını anlatırdı. Ona cigara vermeyen pek çıkmazdı. Dikkat ettiği kurallar vardı Ekrem’in. Ateşi de cigara aldığı kişiden istemezdi asla. Mutlaka başka birinden yakardı. Bazen ucuna değdirerek…

Bir diğer kuralı da çayını soğuğa yakın içmesiydi. Bekletir, bekletir, öyle içerdi.


Kahvenin duvarında köşeye yakın bir yerde asılı duran, bazen köşedeki sandalyelerin üzerine uzatılan kahve değirmeni, Ekrem’in ekmek teknesi gibi bir şey. Onun görevi, kahvecinin verdiği kahve çekirdeklerini o değirmende çekmekti. Bunu ağır ağır, görev bilinciyle, tabiî pek konuşmadan yerine getirirdi.

Değirmen kocamandı. Öyle ki, sandalye boyunca uzanan kısmının üstüne oturulur, o şekilde kol çevrilirdi. Değirmen hazırlanıp kahve çekirdekleri verildiğinde, Hüseyin Amca onun çayını da yanına bırakırdı. Ekrem bekletirdi çayı. Epey sonra içmeye başlardı.

Seneler sonra o da yaşlandı, artık daha ağır hareket ediyordu. Derken haber aldık ki, o da göçmüş gitmiş. “Köyün meydanına onun da heykelini dikelim” diyenler oldu. Şaka niyetine değil, ciddiyetle. Zira Umurbey’de herkesin sevdiği biriydi Ekrem. İtiraz edenler, “Kövün meydanına bi delinin daşdan heykelini mi dikceniz?” diye konuşmuşlar.

Ekrem, pek çok kişiden daha akıllıydı. Kimseyi incitmemiş, kimsenin dedikodusunu yapmamış, kimsenin tavuğuna “Kışt” dememiş, kimsenin yumurtasını çalmamış, kimseyle sınır kavgasına tutuşmamış, kimseye silah çekmemişti. Çok kızdığında, “Ana, ana, ana…” der, kalırdı. Hiç kimseyle kavga etmemiş, sesini bile yükseltmemişti. Aksine, mümkün alan neyse o kadarıyla yetinmeyi bilmiş, hiç hırsa kapılmamış, kendine verilen görevi yerine getirip ikram edilen çayı içmiş, usulca yemeğini yemişti.

Düğün yemeklerinin de vazgeçilmez misafiriydi. Düğünlere çuvallarla az un, şeker taşımadı. Sandalye ve masaları az yüklenmedi…  

Yalan dünya! Demek o da göçtü ha? “Uuuf ulen ufff!”

Uzun Donlu Ali Bey

Bir gün, Küçük Kahve’nin küçük masalarından birinde gazetelere dalmışım. Muhakkak usta gene döktürmüş olmalı ki hayran hayran okumaktayım. Biri geldi, kapıya dikildi. Bir süre öylece durdu. Başımı kaldırmadan, okuduğum yazıyı bitirmeye çalışırken, ışığın azalmasından, birinin kapıda durduğunu fark edebiliyorum…

İki elini belinin arkasında birleştirip gerindi, yorgunluğunu giderdi. Bir karaltı… Kim olduğunu sonra anladım. İçeridekiler gülmeye başlayınca… Hepsi birkaç saniye içinde… “Niye gülüyorlar?” diye önce onlara, sonra baktıkları yere baktım ve gördüm. Bizim karşı komşu Ali Dayı, uzun donla gelmiş. Pantolon yok. O da karşısındakilere bakıyor, niye güldüklerini anlamaya çalışıyor: “Ne gülüyonuz?”

“Yahu Ali Bey” dediler, “Bu ne hâl?”. (Köyde bazılarının adının sonuna “Bey”, bazılarına da “Ağa” getirilirdi. Lakabıyla anılanlar olduğu gibi, başa veya sona hiçbir ek almayanlar da vardı.)

“Ne varmış hâlimde?” derken, kendini kontrol ettiğinde gördü: “Anaaa! Ne yapmışım ben? Böyle mi gelmişim evden buraya gadar? Tüh, tüh, tüh! Vah, vah, vah! Hay Allah!”

“Neyse canım, ola bööle şeyle… Dalgınlık işde. Gel otu bakalım.”

“Yav, ne deyem, ne yapem ben şindi?”

“Dakma kafana…”

“Bak şööle oldu. Evdeyken ikindi okundu. Apdes aldım. Namazı gıldım. Soora geydim çeketi, çıkdım geldim. Hiiç görmedim valla. Pantulu geymemişim. Uzun donla gelmişim. Hay Allah!”

Yünlü uzun donun paçalarını da çorabın içine sokmuş, üstüne ceket giymiş. Ne sevimli görünüyordu… Milletin o kadar keyifli gülüşü de ondandı.

Fakat Ali Dayı (Kâtip Ali Bey), çok uzun mesafe olmasa da evden kahveye kadar olan birkaç yüz metrelik yolu ve çarşıyı o şekilde nasıl geçtiğini, görenlerin niye hiçbir şey demediğini düşünüyordu: “Yav, bu da sonunda üşütmüş demesinne…”

“Demezle, merak etme. ‘Dalgın’ derle, ‘kafası garışık’ derle.”

Gülüşmeler devam ettiyse de, komşu çocuğu olarak ben gülemedim. Koca adama bir çocuk nasıl gülsün?

“Napcem ben şindi? Sen goca adam. Şu halime bak. Allah Allah!”

İş başa düştü: “Hade Meemed, sen bi goşu gidip bizim evden pantulu al da gel. Yengen evdedir.”

Gittim, aldım, getirdim. Melahat Yenge de şaştı duruma: “Allah Allah! Ben de deyom pantul burda, adam yok. Nerde bu adam deye dört dönüyom edirafı.”

Meydandaki Atatürk büstü

Küçük Kahve’nin sobası da küçücüktü. İki odunla ısınırdı. Kışın parkta kimse olmaz zaten. Yazın dolup taşardı. Dışarıdan köye gelenlerin ilk uğrak yeri de orasıydı.

Yuvarlak şekilli, üç yanından basamaklı girişi olan parkın üstü çardaktı. Orada sarmaşıklar, asmalar öyle bir kapatmıştı ki gündüz güneş, gece ay görünmezdi. Yanda gülibrişim de mis gibi açar, görüntüsüyle güzellik saçardı.

Parkın hemen bitişiğinde köşeli bir sütun üstünde Atatürk büstü bulunurdu. Millî bayramlarda o meydan, törenlerin yapıldığı yer… Cami önündeki çınarın önü yüksek olduğu için oraya ayaklı mikrofon kurulur. Cazırtı cızırtı içinde de olsa önce okul müdürü Tekin Hoca konuşur, ardından çocuklar şiir okur… (Bir keresinde ben de okumuştum.) Kalabalık toplanır. Oğlunu, kızını, yeğenini, torununu görmek isteyenler karşıya dizilirler. Şiir okuyanlar alkışlanır. Onların arasından Atatürk büstü de karşıda konuşan yahut şiir okuyanlara doğru bakar durur…

Bir gün durmadı, büst kayboldu! Fikirler yürütüldü:

“Köyde bööle bir işe galkışcek kimse bulunmaz. Bunda olsa olsa yabancı birilerinin barmağı vaadır.”

“Yabancı da olsa, kim çalcek Atatürk’ün kafasını?”

“Büst bilader…”

“Neyise işde.”

“Dibindeki dört köşe mermeri de mi götümüşle?”

“Hee… Topdan gitmiş.”

“Meraklı biri vaasa, alıp götürcek, kendi köyüne dikecek belki.”

“Len, hiç olur mu ööle şey?”

“Olamaz mı?”

Meğer aslı astarı farklıymış. Bilenler biliyormuş, bazılarının haberi varmış. Tepki çekmesin, yanlış anlaşılmasın diye gece kaldırmışlar. Yerine çok daha büyük bir heykel gelecekmiş. Tam oraya değil, karşısına. Ufak bir meydanda karşılıklı iki heykel abes durur diye düşünülmüş belli ki. Yeni heykel, Atatürk ile Celal Bayar’ın yan yana oldukları bir fotoğraftan yapılmış.

*

Vakt-i zamanında Bayar ve Atatürk, gemiyle Gemlik’e gelmişler. Belki Sunğipek fabrikası açılışı. (Buradaki imla yanlışı da Atatürk’ün öyle yazmasından kaynaklanır. Eski harflerden Lâtin harflerine geçişte bu tür yanlışlıklar yaşanmış zaman zaman. Sonrasında kimse “Suni İpek” şekline çevirmeye cesaret edememiş.)

“İşte şu karşıda görünen, bizim köy!” diye işaret edip Umurbey’i göstermiş Bayar. “Orada doğdum, büyüdüm, çocukluğum orada geçti”. Atatürk, “Nereden belli?” demiş, “Bir hizmet götürdün mü köyüne?”. Bayar düşünmüş, “Hayır!” demiş, “Köyüne imtiyazlı davrandı gibi görünmekten çekindim”. Ardından, Atatürk sırtını sıvazlamış onun. “Yok yok, merak etme, öyle görünmez. İnsan köyüne hizmet etmeyecek de nereye edecek?” demiş olmalı ki fotoğrafta ve tabiî heykelde Bayar eliyle ve parmağıyla işaret ederken, Atatürk de onun omzuna dokunuyor.

*

Daha sonra köyün çok dar olan yolu açılmış. Uzaktan içme suyu getirilmiş. O yolun genişletilerek bugünkü hâline gelişi ise yıllar sonrasına dayanır. Burada “yıllar” kelimesini “yıllaaaar” şeklinde yazabiliriz. (Bayar’ın 103 yaşına kadar ömür sürdüğünü hesaba katarsak, bu kadar “a” az bile gelir.)

Bayar vefat edip cenazesi köye getirileceği kesinleşince, hızlı bir şekilde Umurbey’in yolu genişletildi. Dik ve keskin dönemeçler törpülenip hafifletildi. Kenarları ışıklandırıldı, ağaçlandırıldı. Zaten etraf uçsuz bucaksız zeytin ağaçları ama olsun. Çam fidanları dikildi. Onun yeşili başka türlü!


Umurbey Evleri, Fotoğraf: Şehit Mustafa Cambaz

Parkın kubbesi ve “Meğendis Oturtması” tarifi

Aradan yine yıllar geçti ve küçük beldeler mahalle statüsüne alınınca, 1953’te kurulan Umurbey Belediyesi de kapatıldı. Son yıllarda köy meydanı (belde olsun, mahalle olsun fark etmez, Umurbey bizler için hep köydür) Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından tanzim edildi. Güzel de oldu. Yalnız o kerpiçten inşâ edilmiş Küçük Kahve ile civarındaki dükkânlar, arkasındaki evle birlikte çok önceden yıkılmış, yerine beton bir bina yapılmıştı.

Berber Emin’in dükkân, onun yanındaki Karaçıkı’nın bakkalı sonradan Ünal’ın dükkân olmuştu. Hepsi gitti. Daha yukarıdakiler de… Küçük Kahve’nin sahibi Hüseyin Amca da çoktan vefat etmişti. Çok geçmeden, büyük oğlu Mustafa da âniden göçtü gitti. “Gara Mıstava”… Allah rahmet eylesin!

*

Belediye, parkın batı yönündeki birkaç binayı daha istimlâk edip yıktı, meydanı genişletti. Yıllardır sürekli genişleyen meydandaki parkı da yıktı. Yerine yenisini inşâ etti.

Gayet şık görünüyor ama bir kusuru var. Öncekinde üst kısım çardaktı. Sarmaşıklar, asmalar, güller, tamamen kapatıyordu. Yenisini kubbe şeklinde ve kapalı yaptılar. Uzaktan bakınca iyi, içinde oturunca on dakikada yoruluyor insan. Sebep, kubbede seslerin yankılanması…

Park içinde oturan herkes yanındakiyle sohbet edince, sesler kubbede dönüp dolaşıp tekrar aşağı iniyor. Önceki hâliyle hiç ses duyulmazdı. Şimdi fısıltı bile çoğalıyor. O parka o kubbeli çatıyı lâyık göreni önce kutlamalı, sonra ceza olsun diye orada kalabalık içinde bir ay oturtmalı. (“Meğendis Oturtması” tarifi…)

Eğer ille üstü kapatılmak isteniyorsa, öyle gerekiyorsa, sarmaşık ve asmaları tekrar yetiştirmek uzun zaman alacağından, başka türlü bir fikir geliştirilebilirdi. Meselâ…

Meselâ çatı dışa dönük yapılabilirdi. Ortası yüksek değil de kenarlar yüksek olabilirdi. Kısaca “ters kubbe” diyelim. O zaman sanıyorum ki sesler kaybolur giderdi. İçeride dönüp durmaz ve kimseyi yormazdı. Yağmurdan, güneşten koruma işlevini yine yerine getirirdi. Ortada birikecek yağmur ve kar suyu için de bir boru yeterli. 

Demek ki mühendislik, sadece şekilden, hesaptan ve malzemeden ibaret değil. Bir de sonuca dönük yanı var. Kullanışlılık… Bir yapı çok şık görünebilir, çok güzel olabilir ama kullanışlı değilse, çekiver kuyruğunu!


-------------------- 

*Ana Fotoğraf: Umurbey Kahvesi, Şehit Mustafa Cambaz