Umulur

Bir Yaratan, bir de yaratılan yok mu? İkiyi kim böldü böylesine? Elbet Allah var, başka bir şey yok, o ayrı. Lâkin yaratılan bırakın Yaratan’da kaybolmayı, kendini kendine el etti. Bin parçaya böldü insanı. İnsanı insanlıktan çıkardı. Böldü, parçaladı, yok etti. Yetmedi, bunları yaparken utanmadan bir de insan hakları diye bir şey çıkardı. İnsanı insana karşı korumaya aldı…

BEKLEDİĞİNE değeceği garanti olan kaç şey vardır ki şu hayatta? İşte Ramazan ayı ve oruç geldi bize, hoş geldi! Umarım bu vesile ile biz de kendimize gelebiliriz.

Özellikle bu çağda ne kadar çok ihtiyacımız var değil mi bu kutlu aya? Orucu tutmaya, manevî bir iklimde tutulmaya her zamankinden çok ihtiyacımız var. Oruç bizi tutmalı ve bir daha bırakmamalı. Rabbim affetmeli biz vefasızları ve kapısından suçlu girdiğimiz Ramazan ayının diğer kapısından uyanmadan, kendimize gelmeden, arınmadan ve kazanmadan salmamalı.

Oysa yaşantımızın her ânı bir haykırış değil miydi? Hakkı hakikati bir yıldırım gibi suratımıza çarpmıyor mu var olan, var edilen her şey? İçimizde ve dışımızda cereyan eden, hayat bulan, bildiğimiz ve bilemediğimiz yaratılmış her şey bir kelime değil miydi? Neden okuyamadık? Haydi okuyamadık, neden okumayı, öğrenmeyi talep etmedik? Varlığımızın her ânı, hiç hareket etmediğimiz vakitlerde bile kitabımıza yazdığımız ve silinmesi mümkün olmayan bir sözümüz değil midir? O söz ki, Yüce Yaratıcı’nın “Ol” dediği ile olduktan sonra, daha beden elbisesini giyinmeden kitabın açılması ve dağların, taşların, meleklerin bile un ufak olmasına sebep olacak, kaçışılan, istemedikleri o sorumluluğun başladığı yerdi. Var edildiğimiz anda var edildi kâinattaki en büyük sorumluluk. O sorumluğun kaydının yazıldığı kitap…

Büyük cesaret doğrusu insanın yürüyüşü, unutuşu, vefasızlığı. Büyük hastalık doğrusu insanın zulmü seçerek zalim olması ve bu yüzden ne kaybettiğini fark ettiğinde varlık âlemindeki gelmiş geçmiş en büyük pişmanlıkların yaşanacağı o ana doğru yürümesi.

Ne güzel bir Rabbimiz var oysa! Eşsiz bir kâinat sermiş önümüze, içini insanlığın merakına, hayranlığına, araştırmasına, hizmetine sunmuş, nice sır ve hikmet yerleştirmiş. Bizimle bizi var ederek konuşmuş. Aynadaki kendimize baktığımızda konuşmuş, elçileri aracılığıyla konuşmuş, canlı ve cansız varlıkları ile konuşmuş, olaylar aracılığıyla konuşmuş… Öyle bir sanat ve ilimle işlemiş ki kâinatı, hiçbir sanatçı, hiçbir bilim adamı çıkamamış içinden. Varılacak tek nihaî sonuç, hayranlıkmış. Biraz olsun heyecanlanmaz mı insan, durup durup çılgına dönmez mi? Nasıl kaldırabiliyoruz üzerimize giydirilen bu varlık elbisesini, insan olma sorumluluğunu? Hiç mi uykunuz kaçmıyor? Tabiî ki yıldızlar gibi yeryüzüne dağılmış ilim sahipleri, hayranlıkla dolu insanlar var. Umarım bir salgın gibi çoğalırlar.

“Bak ey insan, gördün mü harflerimi, kelimelerimi” demiş Mevlâ’m, “Yağmurumu, karı, çiçeği, bebeği, gökyüzünü, toprağı, yıldızları gördün mü? Okudun mu? Mesajımı aldın mı?”.

Azı dışında insan da seslenmiş, “Okuyamıyorum, anlayamıyorum. Beni yaratmaktan maksadın ne? Başıma gelen acı tatlı olayların amacı ne? Bütün bu zamanların ve içinde yaşananların hikmetini okuyamıyorum” demiş ve unutmayı, kaçmayı, oyalanmayı seçmiş.

Elbette mesajı alamamak, kendi kitabını okuyamamak çok üzücü, lâkin geçerli bir bahane değildir bu vazgeçiş. Ey insan, ne kadar akıllı olursan ol, bir yerde muhakkak tıkanacaksın! Düşünün, yaratılanı var eden kim? Allah… Mesaj açık değil mi sizce? Evet, Allah-u Teâlâ bilinmek, kul olmamızı ve O’na dönmemizi istedi, emir ve yasaklarına, gönderdiği elçilerine uymamızı amaçladı. Ancak…

Kaçırdığımız en önemli anahtarın şu olduğunu düşünüyorum: Yaratılan, Yaratan’ı tam olarak idrak edemez, bilemez, çözemez, kapsayamaz, “Kısaca şudur” diyemese de insan dışında her şey insanın eline uzatılmış bir ip değil mi? Ve Allah-u Teâlâ, “Allah’ın ipine sımsıkı tutunun” demedi mi? Mesele okuyamamamız değil, tam olarak okuyamayacağımızı kabul edip Yaratıcımıza yönelerek bizden istediklerini yerine getirmeye çalışıp ilim ve hayranlık ile elimizden geleni yapmak, okuyabildiğimiz kadarıyla, düşe kalka, yalvar yakar, ağlayarak, düştüğümüzde kalkarak yol almaya çalışmaktır. Mesele, okumayı, öğrenmeyi talep etmektir. Yaratılanın Yaratan’ından yardım istemesidir. Aklına güvenmeyi bırakması, duygu ve düşüncelerine “Dur” demesi ve kalbinden Hakk’a bir yol inşâ etmesi, duâ kervanları göndermesi değil midir?

Kışın soğuğunun tek amacı, sadece toprağı ve insanı üşütmek midir? Yazın sıcağının amacı, sadece çiçekler açtırıp meyveler verdirmek ve insanlar denize girsin, gün boyu dışarıda dolaşsınlar diye mi? İlk ve sonbaharın amacı, sadece açılış ve kapanış mı? Savaşlar ve barışlar insanın sadece düşüncesizliği mi? Bütün bu olan bitenin hepsi birden, sadece bir tane soru değil mi?

“Okuyamadığın, anlayamadığın, konuşamadığın, yazamadığın, yapamadığın bu kadar açıkken, kendini bile tanımıyorken, bu kaçış niye? Ne zaman teslim olacaksın?”


Hoş geldin oruç!

İşte oruç ayı geldi! Çok şükür ki geldi! Teslim olabilmek için en güzel imkânların, en güzel manevî iklimlerin yaşanabileceği anlarla dolu koskoca bir ay... Bütün bir sene kaçışımızı biraz olsun yavaşlatacak, biraz olsun soluklanıp düşünme imkânı bulabileceğimiz, biraz olsun olmayı, olanla oyalanmayı bırakıp Oldurana, Var Edene döndürecek iklime kavuşmak ne güzel!

Yaşamak çok zor. O kadar zor ki, nasıl yürüyebildiğimize ya da nefes alabildiğimize şaşıyorum. Daha ilginç bir şey söyleyebilir miyim izin verirseniz? Sonsuzluğun tam ortasına, “Of! Canım çok sıkılıyor” diyebilme lüksüne sahip olabilmek ve bunun bile ne kadar büyük bir mucize, nimet ya da ceza/hikmet olabildiğinin farkına varamamak, öylece oflayıp puflamak…

Aman Allah’ım, inşallah bu kutlu ay, bu sefer biraz olsun silkelenmemize vesile olur!

Onca zamandır Dünya’nın etrafında dönen şu Ay’ı biraz düşünelim mi? Muhakkak binbir hikmetle vazifelendirilerek oraya, yörüngesine yerleştirildi. Ama diğer taraftan her olan şey gibi bir de vermek istediği mesajlar üzerine kafa yormak gerek. Dönüp durur görevi gereği Dünya’nın etrafında. Peki, biz neyin etrafında döner dururuz? “Dönmemiz gerektiğini kim söylüyor?” diyen düşüncelerinizi biraz bekletirseniz, şu şekilde de bir bağlantı kurabilir miyiz: İster Dünya, ister Ay olun bir yörüngede, başıboş değil hiçbir yaratılan. Belli bir istikamette, harekette ve ister istemez bazı kuvvetlerin etkisinde dönüp duruyor. Ay, Dünya ile beraber Güneş’in etkisinde, o da kendi sistemi ile beraber Samanyolu’nda bir etki alanı içinde, diğer bütün galaksiler gibi Samanyolu da bir görev üzerinde yol almaya devam etmekte…

Bizler de iç ve dış etkilere maruz kalarak düşünce, duygu, genlerimiz ve toplum gibi kuvvetlerin tesirinde yol alıyoruz. Bu dengelerin biraz olsun farkına varmanın yolu tabiî ki okumaktan geçiyor ve sonrasında da farkına vardığımız şeylerle ilgili olarak bazı icraat yapmamız gerekiyor. Nelerin ne kadar etkisinde olduğumuzu iyi analiz etmemiz elzem. Kendimizi analiz edebilmemiz her zaman mümkün olmuyor maalesef. Farkındalığa ulaşarak, onu doğru şekilde kullanabileceğimiz uygun şartlara kavuşmamız ve zaman kaybetmeden kendimizle çalışmamız gerekiyor. Şöyle geriye doğru bir bakmamız, dünyada neler olup bittiğini bütünsel olarak görmemiz, bize büyük ipuçları verecektir.

Ramazan ayı, içinde barındırdığı manevî iklimleri ile özellikle sindirim sistemine giden yoğun enerji ve oksijen gibi temel maddelerin beyin bölgesinde daha fazla kullanılabilmesini sağlayarak farkındalık ve tefekkürün en güzel zeminini hazırlamış olacaktır. Bize burada lâzım olansa “sorular”dır: “Var olmamamızın amacı nedir ve ne kadar bu amaca uygun bir hayat yaşayabiliyoruz? Farz ve ibadetten amaç, farz ve ibadet midir, yoksa bunlar hedefe götürmesi gereken araçlar mıdır? Araçlarımızı ne kadar tanıyoruz? Araçtan maksat, yola girmek, yolda ilerlemek ise, ilerleyen şey sadece araç ve yol mu, yoksa yol aldıkça içinizde bir şeylerin değiştiğini, geliştiğini, bakış açınızın genişlediğini hissedebiliyor musunuz?”

Namaza, Kur’ân’a, zikre, oruca, insana, Mevlâ’ya yürümek iyi güzel de, Mevlâ’mın huzuruna varan kişi ile o huzuruna varıp hiçbir şey olmamış, hiçbir şey hissetmemiş, hiçbir şey kazanamamış ya da hiçbir yürek sıkışması yaşamamış olarak, her gidiş gelişinde hep aynı kişi kalmışsak, sizce bu yolculukta, bu vuslatta bir sorun yok mu? İbadeti yapmayalım, yaşayalım. İçinde yol alıp içinden kazançlı çıkalım. İmar edelim içimizi ve geleceğimizi. Varlığımızı fark edelim, farkındalık ile fark katalım, gelip geçişimizin güzel bir imzası olsun yeryüzünde. Hem yaratılışımızın en güzel şükrü, Yaratan’a yaratmasının ne güzel olduğunu gösterecek izler ve işaretler sunmak değil midir?

Soru sormayı asla bırakmayalım. Aklınıza ne gelirse sorun ve öyle sesli bir cevap beklemeyin hemen. Sorun ve ara ara sessizlikte öylece bekleyin. Tefekkür, şükür, zikir ve muhabbet ile… Nasibiniz olan elbet düşecektir zamanı gelince içinize. Duyabilmek için konuşmaya, koşturmaya, hesaplara, alışverişlere ara vermek gerek. İçe, derinlere doğru bakabilmek gerek. Zor gibi görünen birçok şeyi zor yapan algıdır. Zorluk yabancılıktan gelir. O hâlde gelin, yabancılığı atalım. Bol bol okuyalım ve yazalım ki esas okumaya alışalım. Yazalım ki kelimelerin kar tanesi gibi düşüşünü daha rahat duyabilecek hâle gelelim. Bilen bilir, hani derler ya, ekmeği bölüşmenin tadı ekmekten daha tatlıdır, yazmak da öyledir. Yazılandan daha değerlidir yazabilmek, uzaklara kapı olmak, kalemi olabilmek hikmetin, mucizelerin, ilhamın…

Rabbim büyük, kim bilir bu Ramazan belki de bizleri büyük bir mucizesi ile kuşatacak ve öyle bir tutulacağız ki tuttuğumuz oruçlar, yapılan ibadet ve duâlar, iyilikler, hayır ve hasenat insanlığımıza şifa olacak bambaşka bir güne uyanacağız.

“Olmaz” demeyin, bu hayat bizim yurdumuz değil. Her ne varsa bizde, hepsine gurbetiz. Siz yorulmadınız mı hiç, ben nefes nefese kaldım. Çok hastayım, açım, muhtacım. Rabbime hasretim, bütün insanlığın kucaklaşmasına muhtacım. Kendimden kaçmaktan bitap düştüm. İlimsiz nefes alamıyorum artık ve koca bir şehirde, üç artı bir daireye sıkışmaktan, kapıları sıkı sıkı kilitlemekten hasta düştüm. İnsan insana şifadır. Omuz omuza olup da bu kadar uzak olur mu hiçbir şey böylesine? Neden gözleriniz haram bana, dilimden çıkan her şeyi eleştirme ihtiyacınız neden? Neden birkaç insan dışında gerisi el bize?

Bir Yaratan, bir de yaratılan yok mu? İkiyi kim böldü böylesine? Elbet Allah var, başka bir şey yok, o ayrı. Lâkin yaratılan bırakın Yaratan’da kaybolmayı, kendini kendine el etti. Bin parçaya böldü insanı. İnsanı insanlıktan çıkardı. Böldü, parçaladı, yok etti. Yetmedi, bunları yaparken utanmadan bir de insan hakları diye bir şey çıkardı. İnsanı insana karşı korumaya aldı…

Yazıktır, günahtır, etmeyin!

Bu mübârek aylar hürmetine toparlanalım, tartışalım, ayağa kalkıp birleşelim. Ayrılmak bir hastalıktır, tedavi olalım. İnsan insana kıyar mı hiç? Bunun filmi yapılır mı hiç? Buna izin verilir mi hiç? İnsan diye bir tür var. Akıl var, ruh var. Akıl, akılsızlık yapmak için midir? Umulur ki, tarihin bir sayfası da büyük birleşmeyi yazacak. Bir gün olsun, bütün insanlık el ele tutuşacak. Elinde kitap ve kalem, dilinde edep, kalbinde sevgi, aklında paylaşmak, fikrinde gelişmek, araştırmak ve hayranlık ile yürüyecek öylece Yaratıcısına.

Ramazan’ınız, orucunuz, tutuluşunuz ve tutuşunuz mübârek olsun. Mübârek olsun kutlu yürüyüşünüz!