AYAKKABILIKTAKİ ayakkabıma uzandım
ve sakince mescitten çıktım. Kıble Mescidi’nde akşam namazını kılmıştık. Tam
karşımda Kubbetü’s-Sahra’yı görünce burada olduğuma hâlâ inanamadığımı bir kez
daha fark ettim. Hayran hayran bakarken, tanımadığım biri gülümseyerek “Mırra”
deyip bir bardak uzattı. Elimi uzatıp, “Şükran!” dedim.
Elimde
mırra ile Süleyman Şadırvanı’nın sol tarafındaki zeytin ağaçlarından birinin
altına oturdum. İlk yudumu aldım ve yüzümü buruşturarak yanıma koydum bardağı.
Asla alışamayacaktım bu tada.
Önümden
gelip geçen insanları izlemeye başladım, o kadar fazla insan vardı ki… “Perşembe
gecesi olduğundandır” diye düşündüm. Pardon, Perşembe değil, Cuma gecesi…
Rüzgâr
zarifçe esiyordu Aksa’nın bahçesinde. Aksa’ya başkası yaraşmazdı zaten; her şey
zarif, her şey naif olmalıydı…
Bir
tarafta Kıble Mescidi, bir tarafta Kubbetü’s-Sahra… Nereye bakacağımı
şaşırıyordum. Kafamdaki her şey uçaktan indiğim gibi yok olup gitmişti. Evraklar,
okumam gereken sınav kâğıtları, beni bekleyen borçlar… Telefonuma beni sürekli
meşgul edecek bildirimler de gelmiyordu. Tam mânâsıyla kendimle baş başa
kalmıştım. Gözlerimi kapayıp havayı iyice içime çektim. Yüreğim kuş olup da
miraç yolunu takip edecek kadar hafiflemişti.
Yavaş
yavaş gözümü açtım; tam karşımda, Süleyman Şadırvanı’nın sağ tarafında üç çocuğun
bana baktığını gördüm. Biri tam karşımdaydı; ikisinin ise vücutları
arkadaşlarına, yüzleri ise bana dönüktü. Miyop olduğumdan, tam olarak yüz
ifadelerini göremiyordum, gözlüğümü takınca fark ettim bakışlarındaki anlamı. Şehir
veya yurt dışına okumaya gitmiş de uzun yıllar eve uğramamış ve ansızın çıkıp
gelmiş evin hayırsız ağabeyine bakar gibi bakıyorlardı. Meraklı, şaşkın ve özlem
dolu; biraz da sitemli… Nasıl hissedeceğimi bilemedim. Onlara baktığımı fark
ettikleri zaman kafalarını eğdiler. Biri hariç! Tam benim karşımdaki kırmızı
tişörtlü…
Tam
o da eğiyordu ki kafasını yere, tebessüm ettim. Bu sefer o da hafifçe güldü;
onun bu tepkisiyle arkadaşları da bana döndüler. Bunu bekliyorlarmış gibi hepsi
birden gülmeye başladı. Öyle bir gülme ki, sanki gülüşüm ayaklanıp gıdıklamaya
başlamıştı hepsini. Kırmızı tişörtlü bir şeyler söyledi arkadaşlarına ve yavaş
yavaş yaklaşmaya başladı. Diğerleri de peşinden…
Ayaklarındaki
topa vura vura geliyorlardı. Bir anda topu bana attı kırmızılı. Sanki arkadaşlık
teklifiydi bu. Topu yakalamak için biraz sendelesem de çocukken sokakta yaptığım
antrenmanlar işe yaramıştı. Topu yakaladım ve gülümsedim. “Es-selâmunaleyküm,
hoş geldiiiin” dedi kocaman gülen suratıyla. “Aleykümselâm, hoş buldum” derken
ben de ona bir pas verdim. “N’aber?” deyip göz kırptım, anlamadığım bir şey
söyleyerek kafalarını olumsuz mânâda salladılar. Türkçeleri sadece bir
kelimeden ibaretti. Omuzlarımı silktim ve gülümsedim yine. Bu onlara cesaret
vermiş olacak ki eliyle gelmemi işaret edip önümden yürümeye başladılar.
“Bende
Arapça, onlarda Türkçe yok, nasıl olacak?” derken bir anda Roma sütunlarının
arasında buldum kendimi. Kıble Mescidi’nin tam yanında… Kırmızı tişörtlü,
kendisini işaret edip “Zayn” dedi. Gri tişörtlü “Ömer”, siyah kapüşonlu “Faris”…
Sıra bana geldi. Kendimi işaret edip “Halil” dedim. Hepsi aynı anda gülüp “Haliiil”
diyerek kafa salladılar. İsmimi beğenmişlerdi.
Zayn,
kendisi ile Ömer’i işaret edip iki sütunu gösterdi. Faris de kendisi ile beni işaret
edip tam karşıdaki iki sütunu… Çift kale maç he! Topu bana attı Zayn. “Misafirsin,
başlamak sana düşer” dercesine ellerini uzattı. Kaleden soktum topu oyuna. Bir
dakika geçmedi ki bu bacak kadar çocuklar bana onuncu çalımlarını atıyorlardı.
Hele o Ömer... Türkiye’de olsa birçok kulüp, altyapısında oynatmak isterdi. Bu
çocuklardaki cevheri, futbol sevgisini çocukluğunda sokaklarda bırakmış ben
bile keşfedebiliyordum.
Anladım
ki bu oyun ciddî. Ceketimi çıkarıp kazağımın kollarını sıvadım, gözlüklerimi de
çıkarıp yere koydum. Öyle bir kafa sallıyorum ki Faris anlamış neler demek
istediğimi. Aynı benim yaptığım gibi yaptı. Kapüşonunu çıkarıp kollarını sıvadı.
Boynumda bayrağımın ve ismimin olduğu yaka kartımı da çıkardım. Ceketin üzerine,
yere bıraktım onu da. Zayn, anlamlandıramadığım bir bakış attı. Bana doğru
yürüyüp bayrağın olduğu kartı aldı ceketin üzerinden. Kale olarak kullandığımız
sütunun üzerine koydu. Koyarken de öptü üç defa. Küçücük bir çocuğun bu
davranışının karşısındaki hislerimi anlatacak bir kelimeyi bulamıyorum heybemde.
En büyük dil üstadının bile bu durum karşısında bir kelime kullanabileceğini de
düşünmüyorum. Tarifsiz bir mahcupluk, tarifsiz bir umut...
Nasıl
hissettiğimi anlamış olmalı Zayn; bakıp, hafifçe kafasını eğip gülümsedi. Gelip
bir de sırtıma iki kez vurdu. Sanki koca adam olan o imiş de küçücük çocuk olan
ben...
O
ruh hâlinden çıkıp oyuna adapte olmam zor olmuştu; Ömer ve Zayn ise o sırada
farkı iyice açmışlardı. Biz Faris’le oyunu eşitlemeye dalmışken, yanımızdan iki
tane, elleri tüfekli işgalci geçti. Tüylerim diken diken oldu birden. Önlerinde
kocaman bir tüfek, elleri tetikte, tam teçhizat… Tam yanlarında top oynayan üç
çocuk…
Kaleci
pozisyonunda dururken hemen diklendim. Benim afacanlara çevirdim kafamı, fark
etmediler bile onları benimkiler. Ama içime bir kurt düşmüştü; ne kadar nefret
ettiklerini biliyordum, çocuklara neler yaptıklarını biliyordum, Muhammed Hudayr’ı biliyordum… Bir
çocuklara, bir onlara baktım. “Çocuklara bir şey yaparlar mı? Benimle oynarken
gördüler onları” diye düşünürken içimi bir ürperti, bir korku doldurdu.
“Bakmadı
bile” diye sevinirken kafasını çevirdi birden. İşte göz göze geldik! Burada
olmanın onun hakkı olduğunu düşünen cüretkâr bakışlarıyla süzdü beni. İnsan
değilmişim gibi hissettirdi. Sonra çocuklara baktı tek tek. Bir yandan da
arkadaşını dürtüp bizi işaret etti. Çocukların umurunda değildi hiçbir şey.
Zayn kalede durup Ömer’e tezahürat yapıyor, Ömer ile Faris ise ikili mücadelede,
kim kimin ayağından topu alacak diye savaşıyorlardı. İki işgalci de bakıp ağır
ağır kafasını salladı. Bendeki ürperti gitgide büyüdü. Bir onların suratına,
bir çocukların suratına bakarken senaryolar dönmeye başladı kafamda. “Ya şimdi
çocuklardan birine bir şey derse, ne yaparsın Halil? Ya onlardan birini alıp
götürürlerse? Ya bir daha göremezsen onlardan birini? Ya sen gidince onlara bir
şey yaparlarsa? Onları şimdi koruyacaksın da sen gidince onları kim koruyacak Halil?”
diye kırk tane soru sordum kendime. Birçoğu cevapsız kalan kırk soru…
Ben bu düşüncelere dalmışken işgalciler ilerlemişti çokça, ama hâlâ dönüp dönüp bakıyorlardı. Ben darmadağınık hâlde duruyordum kalenin önünde. Derken bir ses, beni kendime getirdi. Tüm kış bodrumda durup da lâstiği sönmüş bisikletin tekerlerini yaz başında tekrar şişirince oluşan mutluluk tınılı bir ses… Tipi şeklinde yağıp diz boyuna ulaşan karların altından çıkan kardelen gibi bir ses… Karanlığın içindeki bir mum ışığı gibi umut olan bir ses… Umutsuzluğumun, tedirginliğimin içinden umut olan bir ses… Ömer ve Zayn’ın sesi: “Gooooool!”