
DAHA önce onlarca yıl sürecek değişimlerin birkaç yıl içinde yaşanmasına tanıklık ediyoruz.
Eskiden olsa yer yerinden oynayacak diye beklenecek hâdiseleri olağanüstü derecede farklı, zorlu ve ekstrem gelişmeleri gayet sıradan olaylar gibi karşılayabiliyoruz. Çok biliyoruz, dünyanın diğer ucuna dahi rahatça geziyoruz. Bilgiye ulaşmak kolay; bilgi artık çok fazla ama bilmeklik belki en zoru...
Materyal, yol, yöntem ve sair araçlar bakımından tarihin belki en şanslı dönemindeyiz. Buna rağmen, ihtimâldir ki, insanlık tarihinin idrak ve hakikate en uzak, ihtiyacımız olana yaklaşma anlamında en şanssız dönemlerinden birindeyiz.
Sanırım ilk kez Irak’ta oluşturulan suni görüntülerle sarsılmıştı bizim kuşak. Çoğumuzun çocuk zihninde, Irak Savaşı’na dair petrole bulanmış bir ördek fotoğrafı kaldı o dönemden. Savaşın, kötülüğün ilk acısı ve anısı böylece düşmüştü payımıza. Sonra Bosna-Hersek’in kutlu şehitleri ve unutulmayacak acıları, Bilge Kral Aliya’sı delmişti yüreğimizi. Zor günlerdi; insan onuruna yakışmayacak, kolayca anlatılamayacak olaylar yaşanırken bağımsızlığın ve güçlü olmanın pek mühim olduğunu kavratmıştı hepimize olanlar.
Onlarca yıldır süren zulümler, mazlum coğrafyalar ve bizi hâlâ sonuçlarını tam olarak göremediğimiz köklü bir değişime mecbur eden Suriye örneği, tam altı aydır süren katliamı ile aslında neredeyse elli yıldır bitmeyen Filistin Savaşı ve de gelinen nokta... Toplumsal olaylar skalasında yer alabilecek en kötü olasılıkların en kötüsü, daha fenası hep Doğu coğrafyalarında yaşanıyor. Bir Batı ülkesinde olsa kıyametin kopacağı durumlar bazı toprakların rutin kaderi oluyor.
Biz Doğulular köklü inançlarımızın zırhında olmanın rahatlığından mı böyleyiz, yoksa bizzat o inançları bizi atalete zincirleyecek kadar yanlış anladığımızdan mı bu hâle dönüştük? Bilmiyorum. Bu kadar karmaşa, endişe, değişkenlik, savrulma ve kontrol edememek... Uyaran fazlalığından refleksleri kesintiye uğramış insanlara, toplumlara dönüştüğümüzü düşünüyorum.
Çok zor tepki veren bir hâle geldikçe bireyler, bulunduğu şartları reel olarak değerlendiremeyen bir atalet hâli sardıkça insanları, sosyolojik değişimin ihtiyaçlar yönünde olması da beklenmiyor elbet. İradî bir sorumluluğun alınamadığı bir yer burası. Hep biri bekleniyor, bir “şey” bekleniyor, bir “kurtarıcı” umuluyor. Yaşanana etkinin bir şekilde ama mutlaka her küçük parçadan geldiği görülmeden, dışarıdan gelecek itmeye, kuvvete göz dikiliyor.
İnsan bilmiyor, bildiğini unutuyor; ismiyle müsemma. Oysa onun varlığı ancak bilmekliğiyle, hayata karışmaklığıyla gerçek mânâda vücut buluyor. Bireyi bu insî hissedişler/yaşantılar var ederken, toplumları da yine var olma serüvenleri boyunca yapa ede oluşturdukları, var ettikleri hasletler koruyor; oluşumlarını sürdürmeye, toplumsal canlılığı sürdürmeye yetkin kılıyor. Yok öyle özünden ayrı bir çözüm. Yok başka bir kurtarıcı. Olmuyor. Olmayacak. Başkasından, dışarıdan, öteden beriden beklenen her şey umut edilenden uzak.
Dünya çağ değiştiren değişimler içinde. Bir yanda ulus devletler, bir yanda “Tek dünya” sloganı atan küreselciler… Köklü, tarihî bir dönemeçte ülkemiz. Dünyanın dünya kadar derdi ve başına musallat olmuş büyükleri (!) var; ülkemizin hiç bitmeyen sorunları. Dünyada yüzlerce yıldır uygulanan büyük plânlar ve oyun kurucular var. Ülkemin artık evrensel-yerel türlü tehdidi algılamadığı görünümü veren kitleleri, siyâsî çehreleri var. Zamanın hızlandığı, oyun kurallarının değiştiği veya yok sayıldığı, zihinlerin işgal edildiği bu değişik zamanda (belki de gerçekten ahir zamandır, kim bilir) hâlâ enteresan, kimi zaman akla zarar durumlar yaşıyoruz. Aşmamız gereken eşik çok, her geçen yıl büyüyen ve çözülmediği için giderek zorlaşan kocaman sorunlarımız var. Ama hâlâ on yıl önceki stratejilerle yol almaya, bugünün sorularını dünün cevaplarıyla geçiştirmeye çalışıyoruz.
Yakın tarihte Suriye, bugün Filistin örnekleri suni gündemlerle, yapay ayrılıklarla çok zaman kaybettiğimizi apaçık gösterdi. Artık görüyoruz ki, Türkiye’nin bekâ sorunu gerçektir. Bir seçim malzemesi olmasının ötesinde, bu büyük gerçek, öyle böyle geçiştirilemez bir hâlde karşımızda ve bazıları hâlâ “Cambaza bak” modunda. Siyaset üstü bir yaklaşımla, millî bir ruhla ele alınması gereken bu bekâ sorunu, Türk’ün, Türklüğün, Müslüman iradenin çağı olmasını umduğumuz yakın gelecek için bir acil yol haritasına muhtaç.
Millî ve fıtrî bir eğitim anlayışından (yaşanan güzel gelişmeler hız kesmeden sürdürülecek, kilit sorunlar çözülecek şekilde ele alınarak) millî ve yerli savunma hamlelerine, toplumsal ayrışanların ortak paydalarda buluşturulmasıyla, her karış toprağımızın bütün olası tehditler için korunmasıyla, tüketen toplumdan üreten topluma geçişle, onlarca yıldır yüklendiğimiz “Gelişmekte olan...” beyanının gelişmiş ve müreffeh lider ülkeye takasıyla her şekilde ve her yönüyle millî bir kalkınma/gelişme seferberliğiyle, tek bir konu atlanmadan, tek bir olasılık ihmâl edilmeden, tek bir fert/grup ötelenmeden yürütülmeli. Bu millî seferberlik, geldiğimiz noktada, dünyanın ve ülkemizin mevcut şartlarında tercih edilen değil, kaçınılmaz olandır.
Bu millet zorluklara göğüs germeyi, en dibe katlanmasını da bilir, oradan çıkmasını da. Yeter ki, hiyerarşik her katmanda ruhundaki karşılığı bulsun, fedakârlığının yalnız olmadığını bilsin!
Kadim devlet geleneğimizi kuran felsefeyi yeniden yaşatarak, insanı yaşatarak, yücelterek devleti yücelteceğimiz gerçek baharların, hep baharların özlemiyle…
Umudum bizden yana!