VEHHAB ve Kerîm olan Cenab-ı Allah, tüm yarattıklarına sonsuz
ve sınırsız lütuf, bağış ve ihsanlarda bulunmuştur. Sunduğu ve verdiği nimetler
içerisinde en az olanı, gelip geçtiğimiz, misafir olduğumuz bu âlemdir. Zira
âlem, Allah’ın diğer nimetleri yanında ummanda bir damla hükmündedir.
Gafil insan, damlayı bir deniz sanır ve o çıkmaza
daldıkça dalar. Daldıkça boğulur. Daldıkça yok olur. Nimetlerin asıl sahibi
olan Hakk’a baş çevirmeyi unutur. Başını kaldırıp yukarı bakmayı akıl edebilse,
O Yüce Zât’ın lütuf denizinden buraya sadece bir damla bağışladığını
vehmedebilir.
“Bu gafil ki ne bilsin, bir damla suya kandı/ Gözünün gördüğünü
koca bir umman sandı.”
***
Biz insanları diğer yaratılmışlardan ayıran en önemli
vasıf, akıl sahibi olmamızdır. Bu sayede doğru ile yanlışı ayırt edebilir,
isabetli hükümler verebiliriz. Bu nedenle içinde bulunduğumuz âleme can gözüyle
bakmalı ve en az lütuf olan bu âlemde bulunduğumuza göre ilgi olarak en az bu
tarafa yönelmeliyiz. Ancak bu çıkarımdan dünyayı ihmâl etmek gibi bir fikre
gitmemeliyiz. Dengeyi kurabilmeli, âlemin nizamını bozmamalıyız.
Kişi, ruhen yükselmek ve kâmil bir insan olmak istiyorsa
bu âlemle temasında hiçbir zaman asıl özneyi unutmamalıdır. Damlayı umman sanıp
damlayı damlatanı unutursa, değil ruhen yükselmek ve kâmil bir insan olmak,
yokluk çukurunda yok hükmüne batar. Bu gerçekten hareketle bir rota belirlemeli
ve o Kerîm ve Vehhab’a kulluk bilinci ile bağlanmalıdır. Zira O Yüceler Yücesi,
bizde ayan olanı da, gizli olanı da bizden iyi bilmektedir. Burada gizliden
kasıt, ruhtur. Ruh, bedene nispeten saklı ve gizlidir. Onda olan ve biteni,
onun sahibi ve göndericisi olan Cenab-ı Allah bilir. Her şeyi gören ve duyan,
hak edeni hak ettiği mâkâma getirir.
“O ne büyük kerimdir; kul isterse O verir./ Sende gizli
olanı sen görmeden O görür.”
***
Cenab-ı Allah, bu cihanı bir düzen ve nizam üzerine
yaratmıştır. Ne vakit ki kişi, içinde bulunduğu düzene zarar verirse, düzenin Sahibi
gerekli müdahalede bulunur. Âleme nizam vermek için elçiler gönderip âlemin
nizamını tekrar kurdurur. Fakat burada dikkat edilmesi gereken çok ince bir
çizgi vardır: Âleme nizam için gelenler, asla âleme bağlanıp kalmazlar. Bu
dünya hayatına aldanmaz, insanları da aldanmamaları konusunda uyarırlar. Bu
hususta en güzel örnek, Hazreti Peygamber’dir. Onun bu âleme gelişindeki
maksat, âleme hâkim olmak değil, kulların kullarla, kulların âlemle ve kulların
Hakk’la olan ilişkilerini düzenlemektir. Hiçbir vakit saltanat kurma peşinde
olmamış, aksine insanları bu konuda uyarıp âlem saltanatının bir sonunun
olmadığını bildirmek için gelmiştir.
“Ne zaman ki bozulur bu âlemin düzeni/ Düzeni düzmek için
gönderir bir güzeli.”
***
Hazreti Peygamber, bu âleme bir gül olarak
gönderilmiştir. O gül ki, geldiği yeri gülistana döndürür. Gerçekten de öyle
olmuş ve Peygamberimiz, bozulan âlem nizamına gerekli düzeni verip kullara
kulluk bilincini aşılamak için her şeyi yapmıştır. Neticesinde Hak Din Onun
vasıtasıyla yayılmış ve âlem nizamı yeniden sağlanmıştır. Vazifesini tamamlayan
Güller Şahı da asıl vatana yollanmıştır. Çünkü Onu, orada Sevgililer Sevgilisi
beklemektedir.
“O güzel ki bir güldür gülistandan yollanmış;/ Âleme nizam
verip asıl yurduna varmış.”
***
Mülk ile insan arasındaki dengeyi kurabilen Hazreti
Peygamber, “yaratılmışların en yücesi” mâkâmına erişmiştir. Bu dünyada O’nun
izinden gitmeye ve dengeye erişmeye çalışan kâmil canlar da vardır. Kâmil
canlar, Peygamberimizin mirasçıları oldukları için, âlemin erdiren ve olduran
hazineleri onların elindedir. Bu hazineler, ilim ve irfan olarak söylenebilir.
Velî zatlar, âlem mülkü ile insanlar arasındaki ilişkide tasarrufta
bulunabiliyorlar. Ne vakit ki âlemle temasımız dengesini yitirir, onlar bizi
dengeye çağırıyorlar.
Bu geçici dünya hayatı ile insan arasında sürekli bir
denge olmalıdır. Sende şaşarsa insan, meşgul olduğu şeye benzeyip yaratılıştaki
amacını unutur. Yaptıkları ile yapması gerekenler arasında bir çelişki meydana
gelir. Oluşan bu çelişki de kişiyi daima mutsuz kılar. Bunun sebebi hırstır.
Hırsta tahrik edicilik ve doyumsuzluk vasıfları vardır. Bir testiye tesbih
edilen gözlerimiz, bu hırstan dolayı hiçbir vakit dolmaz ve olmaz. Yani onun
isteklerinin dibi bucağı yoktur. Bu sebeptendir ki, her dem âlemle temasımızda
denge gözetmemiz gerekir.
“Göz ki testiye benzer, sen verdikçe o alır;/ İlim irfansız
canlar onu dolacak sanır.”
***
Sürekli dünya ile dengemizden söz etmemizdeki amaç,
damlaya takılıp ummanı kaybetmemek içindir. Cenab-ı Allah’ın kereminden ve
hibesinden bir parça olarak sunduğu bu âlemle hâddinden fazla oyalanırsak asıl
büyük lütuftan mahrum kalırız. Çünkü ruhumuz bize gizli olsa da O’na ayandır. O’nun
istek ve talepleri oraya malûmdur. Biz doymaz kullarsa isteklerimiz konusunda
kanaat sahibi değiliz. Muhtaç varlıklar olduğumuz için daima isteriz, daima
yalvarıp yakarırız. İsteklerimiz konusunda hâd bilmezsek hâddimizi aşar ve
yolumuzu şaşarız.
“Kurmak gerek dengeyi, denge yoksa kul şaşar;/ Her şeyin
bir hâddi var, bilmeyen hâddin aşar.”
***
İsteklerimizi Kerem Sahibine ulaştırmakta en büyük
aracımız duadır. Dua, “yalvarıp yakarma, isteme, çağırma” anlamlarına gelir.
Bizler, isteklerimiz için dua aracılığıyla ihtiyaçlarımızın muhatabını
çağırırız. Hâdsiz ve sonsuz olan ihtiyaçlarımızın da bir sahibi vardır. Çünkü
hiçbir güzel, sahipsiz olmaz.
“Her nefis daim ister; olsun güzeller onun./ Sahipsiz
güzel olmaz, anlamazsan bu sorun!”
***
Muhtaç ve aciz olan biz kullar, her şeyi Kerim ve Vehhab
olan Yüce Yaratıcı’dan talep ederiz. O’nun kapısına sığınırız. Çünkü en güvenli
ve en emin liman orasıdır. Ne yaparsak yapalım, ne kadar cürme batarsak batalım,
o kapıdan asla yüz geri çevrilmeyiz.
“Öyle muhtaç, aciziz; sığınmışız kapına./ Yüzsüz
yüzlerimizi sürüyoruz yapına.”
Hiçbir zaman geri çevrilmediğimiz o kapıya, gün gelir,
bizler nankörlük ederiz. İhtiyaçlarımız karşılanır karşılanmaz verilen
ihsanları unutur ve yolu şaşırırız. Bu şaşkınlık ve yanılgı, bir döngü hâlinde
devam edip gider. Yanılgı, bize aczimizi gösteren ve kavratan şeydir. Bilmemiz
gereken, ihtiyaçlarımızı elde etme hususunda aciz olduğumuzdur. Acziyetimizi
anlamak bir fazilettir, kulluk bilincidir. Kulluk bilincini fark etmek ise bize
Rabbe olan ihtiyacımızı gösterir.
“Biz istedik, Sen verdin; ne çabuk unutmuşuz./ Nankörlüğü
yol bilip hep o yolu tutmuşuz.”
Kişi Hakk’tan adalet, nimet ve başka şeyler ister. Zulme
uğradığı vakit medet bekler. Ne kadar hata yaparsa yapsın, ne kadar çukura
batarsa batsın, mutlaka O’na el açıp çağırır. Zaten bizim dinimiz de bize bunu
öğütlemektedir. İnsan, beşer ve şaşar. Şaştığı vakit ümidini kaybetmek ve
istemekten vazgeçmek ona yakışmaz. Cenab-ı Allah, hiç kimseyi düştüğü kuyuda unutmaz.
İstemeyi bilen her canı o kuyudan çekip çıkarır. Kişi kuyuda kalıyorsa, bunun
sebebi kendi körlüğüdür.
“Sen Rahmân’sın, Sen Rahîm; duyarsın sesimizi./ Düştüğümüz
kuyudan ne olur kurtar bizi!”
İnsan bu âlemde yem ve su peşinde koşan açgözlü kuşlar
gibidir. Âlemse yem ve suyla dolu bir tuzaktır. Hırsımıza yenilip her defasında
o tuzağa düşeriz. Pişman olur, af diler; affedilir, fakat bir müddet sonra yine
eskiye döneriz. Yaptığımız onca nankörlüğe rağmen Cenab-ı Allah, her defasında
yine bizi kör kuyularda bırakmaz.
“Bir döngünün içinde dönen haris kuşlarız,/ Hatamızı
unutup ‘Medet’ diye başlarız.”
***
Allah her şerre bir hayır, her hayra da bir şer
gizlemiştir. Yolumuzu yanıldığımız zaman bu durumu şer olarak nitelendiririz.
Fakat işin aslı hiç de öyle değildir. Tüm bu yanılgılar bizim için birer
imtihan vesilesidir. Önümüze çıkarılan her imtihansa bizim ruhumuzun eksiğini
tamamlayıp bizi eksiklikten mükemmelliğe götüren bir vasıtadır. Ancak bizler
bunun farkında olmadığımız için karşılaştığımız her olumsuz durumu şer zannederiz.
Hâlbuki şer geçici, hayırsa kalıcıdır. Şer merdivenlerini sabırla bir bir
çıktığımızda ümit ışığını görürüz. Bu ışık ki, ötelerden gelen ve bizi
aydınlığa ulaştıracak olan bir habercidir.
“Şerrin içine daim gizlemişsin Sen hayrı,/ Karanlığa gizlenen
ışığı göster gayrı.”
Işığı ancak ümit sahipleri fark edebilir. O ümit, bizleri
düştüğümüz kuyulardan çıkartıp bizlere kanat takacak kuşlardır. Kişi daima
düştüğü yerden kalkmayı da bilmelidir. Ye’se teslim olmamalıdır. Yeis, yalnızca
bir vehim ve zandır. Sürekliliği yoktur. Unutmayalım ki, zahmet, çile ve
imtihandan geçmeden hiç kimseye hiçbir şey lütuf olarak sunulmaz. İradesi
elinde, akıl sahibi canlar olarak önümüze dizilen zorluk hendeklerini bir bir
aşmalı ve bizi bekleyen ışığa ulaşmalıyız.
“O ışık ki ümittir düştüğümüz kuyuda;/ Düşmek de, kalkmak
da var Sana varan her yolda.”
***
Cenab-ı Allah, bizlerden dua etmemizi ve dua ederken abartıya
kaçmamamızı ister. Medet, bir imdat çağrısıdır. Yanılan, yolunu şaşıran,
damlada boğulan aciz kullar Rabden imdat ister. Elbette O, bizim bütün
hâllerimizden haberdardır. Lâkin bir şeye erişebilmek için önce istemeyi bilmek
gerekir. Zira O’nun bizim hiçbir şeyimize ihtiyacı yoktur. Çünkü O Samed’dir.
Muhtaç olan bizleriz. O zaman biz, Cenab-ı Allah’a ihtiyacımızı bildirip talep
edeceğiz. Yaptığımız taleple O’nun lütuf denizini dalgalandırmış olacağız.
Demek ki insan, bilinçli bir şekilde dua eder ve talepte bulunursa aradan
perdeler kaldırılır. Kişi iki dünyasını da âbâd edecek insanlara erişir.
“Sen ki muhtaç değilsin bizden gelen şeylere,/ Medet,
yetiş Sultanım inleyen bu neylere!”
İstemek kula, vermek ise Cenab-ı Allah’a mahsustur. O,
Kerem Sahibidir. İletilen her yakarışa mutlaka karşılık verir. O’nun katında
çözülmeyecek hiçbir düğüm yoktur.
“Vermek Yâr, Sana mahsus, istemek bize özgü./ Kereminle
çözülür, ‘Çözülmez’ denen çözgü.”
Biz O’na karşı bir adım atarsak, Cenab-ı Allah bize
koşarak gelir. Bizim küçücük bir âhımız, O’nun katında ihtilâller koparır. Hele
zulme uğramış mazlumlarsak gök ordusu sefere çıkarılır. Burada bizim görevimiz
ise doğru bir dille istemek ve sonrasında sabır hırkasını giyinebilmektir.
Çünkü O’nun huzurunda her şeyin doğru bir zamanı vardır ve o zaman gelmeden
yaprak dahi oynamaz. Bunu bilmeli, zaman şuurumuzun darlığından kurtulmalıyız.
“Bizim bir âhımıza çıkardın Sen ihtilâl./ Can lütfunu
duyunca söyleyen dil olur lâl!”
Cenab-ı Allah’ın nimet ve ihsan hazinesi elbette
sonsuzdur. Fakat bizim o hazineyi hak etmemiz yani ona lâyık olmamız gerekir.
Çünkü hak etmeyene fazlasıyla ihsanda bulunmak, O’na zulmetmek demektir. Hak
etmek ve zulümden kurtulmak istiyorsak, yolda önümüze çıkan yem ve tanelere
meyletmemeli, hırs ve tamah gömleğinden sıyrılmalı, vahadaki o suyu
içebilmeliyiz.
Bu yolda temel düsturumuz, Hakk’ın rızasına göre
ilerlemek olmalıdır. Bunu söylemek kolay, gerçekleştirmek ise oldukça
meşakkatlidir. Yola çıkan canlardan birçoğu çeşitli sebeplerle menzile
ulaşamaz. Sebep ise yine kendi kuyularını kendilerinin kazmalarıdır. Oysa her
canda kanat takıp uçma istidadı vardır.
“Biz ki lâyık değiliz Senin bu ihsanına./ Kıymetsiz
canlarımız feda olsun canına.”
Kişi gururunu, hırsını, zulmünü, nefsini bir kenara
çıkarıp atar ve kalpten halis niyetlerle istemeyi becerebilirse, erişemeyeceği
lütuf, ihsan, mevki, mâkâm yoktur. Bu güzellikler isteyen herkese eriştirilir.
Lâkin her canın kısmeti, aczine lâyık gönderilir. Demek ki lütuf, derece derece
verilen bir nimettir.
Altı çizilmesi gereken en önemli nokta ise, kişinin
istemekten asla vazgeçmemesi gerektiğidir. Cenab-ı Allah’a açılan her el ve her
gönül, rahmet denizini coşturur. Coşan denizden mutlaka birkaç damla da bizim
hanemize ulaştırılır. Lütuf ve ihsanı sonsuz olan Rabbim, gönül hanelerimize
düşen rahmet damlalarını arttırsın ve muhafaza konusunda biz aciz kullarına
yardım etsin!
“Yâr, gönül hanemize bahsetmiştir bir damla;/ Can
bulmuştur canımız candan gelen her canla.”