İSA’dan birkaç bin yıl önceydi…
Çarmıhtakilerin
kurtulduğu, Hızır ile Musa’nın aynı yolda yürüdüğü, “Yedi Uyurlar”ın Kıtmir’le
kaldığı bir mağara gölgesinde doğdu ve ben, adını “Umman” koydum…
Umman, gözlerin gibi
derin… Nehir yataklarının değil, pembe yanaklarının su taşıdığı bir umman… Umman…
Yüreğin gibi narin, sevdaların, sevinçlerin ve hüzünlerin sığdığı ve sığındığı
bir umman…
Umman, merhametin gibi
bürün… Merhemsiz acıları, külsüz yangınları, bembeyaz köpüklerin sardığı bir
umman… Umman, verdiğin huzur gibi serin… Doğduğun ve dolduğun günden beri,
“Kulnâ yâ nâru kûnî
berden ve selâmen alâ İbrâhîm”[i] ayetinin
kuşattığı bir umman…
“Uçurumdan düşüyorum!”
Baharın ilk günleriydi, pusulayı, Akdeniz fesleğenlerinin
yeşerdiği dağlara çevirdi. Güneyden gelen davetkâr huzmeler, bütün ışıkları
altüst ediyordu. Yosun kokulu sahile yaklaştıkça, kalbinin, göğüs kafesinden
fırlayacağını hissediyordu. Çok geçmeden bir uçurum kenarında uzun saçlı bir
gölgenin belirdiğini gördü. Frene asılıp yol kenarına çekti arabasını.
Manzaradan bir sürü anlam çıkardı saniyeler içinde: Bu bir intihar girişimi
olmalıydı; belki de uçurumdan düşme anı…
Arkasını dönmeden, “Kimsin bayım
ve ne istiyorsun?” diye sordu kadın.
“Güneşle uyanmak isteyen bir
rüyayım” dedi adam.
“Uçurumdan düşüyorum, bana bir şey söylemek ister misin?” diye ikinci sorusunu yöneltti.
“Sana ‘bir şey’ değil, binlerce
şey söylemek isterim” diye cevap verdi adam.
“Bir şey söyle… Ama tek bir şey!
O da bizim olsun” dediğinde yüzünü çevirdi, iri gözlerinin içine, akşamın büyülü kızıllığı düştü. Adamın ağzından, “Kâinat
ne büyük muammaymış! Gözlerim, umman olduktan sonra bir muma sığmış” cümlesi dökülürken,
elini uzattı uçurum başındakine. Elinin havada ne kadar asılı kaldığını hesap
etmedi, bir süre sonra avuçiçlerinin ısındığını hissetti. Kuvvetlice tutarak
kenara çekti onu.
Önce derin bir sessizlik çöktü
geceye, sonra yaslandılar birbirilerinin yüreğine ve kapısı açık arabadan
yayılan şarkıya kulak verdiler:
“Omzumda ağlayan bir
sen/ Ne çok isterdim, bir bilsen/ Kalmadı artık bak kimsem/ ‘Sensizlik’ gitsin,
sen gel/ Ah bir kez yanımda olsaydın/ Başkasına bağlanmazdım ben/ Yaktım bütün
anıları/ Yırtıp attım sayfaları/ En sevdiğim de giderse/ Güvendiğim aşk biterse/
Kime tutunsun ellerim…”
Şarkı bittiğinde,
“Omzunda ağlayan minik bir serçeyim ben… Gözyaşlarını, üfürük yorgunu kalbime
gömüyorum; her omzuma konduğunda, sevdamı yeşertiyorum” satırları döküldü
dilinden.
Soru sorma sırası adama gelmişti:
“Neden buradasın?
“Oysa sadece aşk istemiştim
Züleyhaca… Ama anladım ki, Züleyha olmak yetmiyor yandığın ‘Yûsuf’ olmayınca”
dedikten sonra devam etti: “İnsan, isyanını duvarlara kazıyıp yastığına ağladığında,
gözlerini silecek bir avuç arar. O yüzden uykusuz gözlerim, o yüzden dalıp gidiyorum uzaklara. Garip olan ise şu: Ne
beklenen geliyor, ne de gidiliyor o yerlere. Bir çiy damlası kalıyor ondan
geriye, bir de silinmeyen hatırası!”
Bakışları ıslanmıştı, adam başparmaklarını gözçukurlarına uzatıp sildi.
Silerken de, “Kapat gözlerini ve düşlere koş bir küheylan gibi” dedi.
Bu sözleri duyan kadın derin bir
iç çekip, “Zaten gitmek bana yakışırdı” dedikten sonra, “Bana sesinden bir yol
göster” diye ricada bulundu. Elele tutuşup sahile indiler. Çıplak ayaklarının altında eriyen kumlara
aldırış etmeden, yüzlerce hicranlı gemiye barınaklık yapan gönül limanına
vardılar. İkisi de birbirine, “Sana anlatacaklarım var” dercesine baktı. Islak
kumlara oturup yönlerini denize çevirdiler. Eline geçirdiği çubuk parçasıyla
bir şeyler karaladı. Yazdığı her satır, köpük köpük dalgalarca silinip yeni
sayfalar sunuyordu ona. Yazdığı kadar sildiğine, dile getirdiği kadar suskunluğuna
şahit oldu.
"Ben" olabilmek için
çokça bedel ödemek
Kumlara yazdığı en uzun cümle, “Bir
çocuğun gözlerinde sakla beni anne! O minicik elleriyle tutmalıyım umutları ve
kocaman yüreğinde büyütmeliyim” oldu ve sordu: “Sen hiç şiir yaktın mı?”
Adam ne diyeceğini bilemedi.
“Susalım mı?” diye teklifte bulundu ama o, onca yaşanmışlığı yahut
yaşanmamışlığı teker teker fısıldadı. Kulağına en yakın mesafeden düşen bu
sırlardan sonra yine ona ait betimlemeler yaptı.
Onun lügâtinde yer alan sevda,
“kara bir lekeden” ibaretti; kimi eline yüzüne bulaştırmıştı, kimi de sevdaya
bulanmıştı. Merhametle yoğrulan göğüs kafesi yerine, gülen gözlerinin ardında
saklamıştı acılarını. Ağlarken, gözlerinin altından yaş
yerine gül dökülüyordu ve misk gibi kokuyordu. Yanaklarını pembeleştiren allık
değil, denizleri kıskandıran umuttu.
Yarım değil, neredeyse
“hiç” yaşanmamış bir çocuk olarak büyümüştü. Sığındığı liman, bir halanın
şefkatli kucağıydı; hem annesi, hem babası, hem de oyun arkadaşı olmuştu. Dostluğu,
dostu yormayan cinstendi. İçinde mutluluk kıpırdadığında dışa tebessüm olarak
yansıyordu.
Eylül’de doğmak, hazanda ölmek
Parayla satın alınmayacak kadar
değerli iki şeyi, “sabrı” ve “hayat tecrübesini” erken yaşlarda öğrenmiş,
ihtiyacı olanların imdadına koşulsuz koşmuştu. Kendisini maskesiz bir hayatın
içinde yaşattığını, iyi, güzel ve doğru işlere imza attığını söylerken, kurallar
silsilesinde prensiplerine bağlı hareket etmesine rağmen, Âdem’den miras kalan
“hata” payını da itiraf ediyordu: “Bu hayatta ‘Yapmam’ dediğim tek bir yanlış
yaptım. Belki de olması gereken…”
Yalan, gıybet ve iftiradan
uzak olduğu kadar, dosta, arkadaşa ve akrabaya da bir o kadar yakındır. “Herkes kendine yakışanı yapar... Vefalılar yüreğimizde
yer edinirken, sahte söyleme sahip olanlar ise hayatımızdan silinip gider”
diyerek kavi inancını resmeder.
İlk ve tek aşkın çiçek
dolu iki dalı
Kaderine rıza gösterip
kendi masalını yazar ve ömrünü, tunçtan sağlam bir iradeye, yağmurdan bereketli
bir yüreğe vakfeder. Tebessümün kaynağı olarak görür onları; çorbada tuz, çayda
şeker, uykuda ıhlamur kokulu rüyadır onlar… Kışı bahara çeviren çiçek, duada “Âmin”,
cümlede noktadır onlar…
İçinden, “İki kapılı imtihanmış,
çekip gitsem mi, kalsam mı?” diye geçirdikten sonra, “Vakit, düş tohumu ekme vakti, hadi gidelim!”
deyiverdi. O, elvedaları sevmediğini dile getiren bir bakış atarak, “Beni güzel
hatırla” dedikten sonra, kutsal bir mağaraya nâzır evine gitmek üzere gecenin alacakaranlığına
yöneldi…
Önce kumdaki ayak
izlerine baktı, sonra ufukta kaybolan denizkızı siluetine… Yakamozu kapı
belledi ve sırtüstü uzandı ummanın eşiğine. Gözleri, düşen yıldızlara takıldı.
Âdettendi dilek tutmak, “Allah’ım, hiç üzülmesin!” dedi...
Umman, şiirlerin gibi
şirin… Kirlenmemiş sırların yıkandığı ve sana yazılanların saklandığı bir
umman… İsa’dan birkaç bin yıl sonraydı; çarmıhtaki çivilerin çürüdüğü, Hızır
ile Musa’nın birbirinden ayrıldığı, “Yedi Uyurlar”ın üç yüz dokuz yıl sonra
uyandığı bir mağara bölgesine yağdı ve ben, onu “Umman” diye çağırdım…