Ümit ve hamd

Sonrasındaysa derin bir nefes alıp Rabbime secdeye yöneliyorum. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ediyor, rükûa vardığımdaysa Allah’ın hamdımı işitmiş olması üzerine yeni doğmuş bir çocuk gibi her zerremde tazeliğin hissine varıyorum.

YORGUN ve hastayım. Saatlerce uyumaya çalışıyor fakat bu uğraşın her bir dakikasında daha da hâlsizleşiyorum. Zihnimin derinliklerinde yatan düşünceler doğru zamanın bu olduğuna karar vermişçesine, bu sessiz ve ışıksız odamın içerisinde gün yüzüne çıkıyorlar. Ağrılarımla bir şekilde uyumayı başarıyorum.

Fakat uyandığımda başımın içerisinde yankılanan mısralarla acım daha da artıyor. Ve ses şöyle diyor: "Zindan iki hece Mehmed’im, lâfta./ Baba katiliyle baban, bir safta!"

Gözlerimi açtığım andan itibaren bu sözcükleri tekrarlayıp duruyorum. Kendi kendime farklı tonlamalar yapıyorum okurken. Sonrasındaysa -ne kadar mümkündür bilemiyorum- bir anda Mehmed'e bunları yazan şairin hâlet-i rûhiyesine bürünüveriyorum. Acılar içerisinde kıvranan, karanlıklar içerisinde kalan bir ben oluveriyorum.

Bilinçaltımda yatıp da zayıf düştüğüm şu vakitlerde zihnimde açığa çıkan bu mısraların ağırlığı altında eziliyorum. Tarifi zor, lâkin damağımdaki tat da bir o kadar keskin. Şair şöyle devam ediyor bir başka dizesinde: "Akıl, olmazların zoru içinde./ Üst üste sorular soru içinde:/ Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?/ Buradan insan mı çıkar, tabut mu?"

Bu satırları okurken kulağıma varan sesin yanı sıra zindanda buluveriyorum kendimi. Altımdaki o yumuşak yatak bir anda semsert kesiliveriyor. Ellerim buz gibi soğuk zemine dayanmış, saçlarımsa birbirine karışmış bir vaziyette düşünüyorum karanlıklar ortasında. Kulaklarımdaki ses devam ediyor şiiri okumaya. Harf harf, ilmek ilmek işliyor zihnime sözcükleri.

Daracık bir hücredeyim. Nefes alıp veriyorum vermesine de öyle dar bir yerdeyim ki aldığım nefes, verdiğim nefesle bir oluyor. Aynı buhranlı havayı soluyup duruyorum. Bir benim sığdığım zindanımdaki hava, daracık penceremin yanı sıra ancak bir gardiyanın kapımı açıp da beni dövmeye gelmesiyle birlikte değişiyor. Onu gördüğüm anda duruşumu dikleştiriyor, karşısında korkusuzca yer alıyorum.

Gözlerimdeki çetinliği gördükçe daha da nefret bürüyor bakışlarını, beni daha da hiddetle hırpalamak için yanıp tutuşuyor elleri. O kara yüzde gördüklerimle yazılıyor şu mısralar: "Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;/ Zift dolu gözlerde karanlık kat kat..."

Sevimsiz, bedbaht yüz bilmiyor ki bu solmuş cildin ardında iman dolu bir göğüs var. Ve bilmiyor ki bu çarpıntılı yüreğin her bir zerreye yaydığı kan donmadığı müddetçe, bu kul Rabbinden ümidini kesmeyecek!

Gardiyanın vuruşlarını unutup da bir dünya düşünceye dalmış iken, çoktandır hücremde yalnız başıma kalmış olduğumun idrakine varıyorum. Rabbin adı ile besmelelerle doğruluyorum yattığım yerden. Kaburgalarımdaki ağrı ile ağır ağır küçücük pencereme ilişiyorum. O an, güneşin henüz doğmadığını fakat yeni yeni ufuklarda beliriyor olmaya başladığını görüyorum. Başımı pencerenin demir çerçevesine yaslıyor, yorgunluğumdan dilimin döndüğünce ezan okumaya başlıyorum. Okuduğum ezanla gönlüm ferahlıyor, kurtuluşa eriyorum. “Ana rahmi zâhir şu bizim koğuş;/ Karanlığında nur, yeniden doğuş.../ Sesler duymaktayım: ‘Davran ve boğuş! / Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!/ Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!’”

Sonrasındaysa derin bir nefes alıp Rabbime secdeye yöneliyorum. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ediyor, rükûa vardığımdaysa Allah’ın hamdımı işitmiş olması üzerine yeni doğmuş bir çocuk gibi her zerremde tazeliğin hissine varıyorum. Namazımı selâmladığımdaysa, içimde tarifsiz bir mutlulukla kalemime şu sözcükleri aksettiriyorum: “Yalnız seccâdemin yönünde şefkat…/ Beni kimsecikler okşamaz mâdem,/ Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!”

 

-----------------------------------------------

*Zindandan Mehmed’e Mektup, NFK