“MİLLİYETÇİLİK” kavramı Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilâli ile
başlatılsa da kökleri bakımından daha eski zamanlara dayanmaktadır. Çünkü Ortaçağ
döneminde genel olarak Katolik Hıristiyanların üzerinde Papalığın mutlak bir otoritesi
vardı ve Rönesans ile Reform hareketleriyle birlikte bu otorite sarsıldı.
Papalık otoritesinin baskın olduğu dönemlerde Alman, Fransız ve İngiliz
milliyetçiliği denilebilecek akımlar henüz ortada yoktu. Zamanla bu akımların
ortaya çıkışı, Papalık otoritesinin sarsılmasına ya da onun yerini yeni
otoritelerin almasına yol açtı.
İşte bu otoriteler, bütün Katolikleri kapsamak
iddiasında değildi. Sadece Almanları, Fransızları ya da İngilizleri hedef
almıştı. İngiltere’deki bütün kiliselerin Anglikan Kilisesi’ne bağlı sayılması,
Katolik Kilisesi yerine Alman Protestan Kilisesi’nin ortaya çıkışı ya da İncil’in
Almanca ve İngilizce gibi dillere çevrilme çabaları sadece dinî alanla sınırlı
değildi. Dinî alanın yanında işin bir de millet ya da milliyetçilik tarafı
vardı.
Batı dillerinde milliyetçiliğin karşılığı olarak
kullanılan “nation” (nasyonalizm) kavramı, bir dinî topluluk yerine bir cins
topluluğunu ifade eder ki bu, bir cins ya da ırkın birliğini hedef alması
bakımından Papa otoritesi etrafında oluşan sosyal/siyasal yapıdan oldukça
farklıdır. Bu yüzden nasyonalizm, tabiatı gereği Papalık otoritesini reddeden
ya da ikincil, önemsiz bir sıraya düşüren bir içeriğe sahiptir. Bunun doğal bir
sonucu olarak nasyonalizm etkisi arttıkça, Papalığın etkisi de azalacaktır.
Papalık merkezinin İtalya Vatikan’da olması hatırlandığında, bu da Alman-Fransız
ve İngiliz nasyonalizmi için cazip sayılacak bir tutumdur. Nasyonalizm bu
içeriği ile Katolik Hıristiyanlığı önemli ölçüde cins/ırk esasına göre bölen
bir işlev görmüştür.
Ne var ki, Batı toplumları sadece Papalık otoritesinden ve onun mazâratlarından oluşmuş değillerdi. Batı, toplumlar için cins/ırk birliği kadar, belki ondan önce bir sınıf farklılıkları ve onun yol açtığı çatışmalarla da malûl idi. İşte nasyonalizm, Katolik Hıristiyan birliğini bozan özelliğinin yanında sınıf farklılıklarının yol açtığı çatışmalara karşı da birleştirici bir çâre olarak görüldü. Fransız İhtilâli’nin yeniden kuvvetlendirdiği nasyonalist görüş, sınıf çatışmalarına karşı birleştirici bir çâre olarak kutsallaştırıldı. Katolik birliğini bozan nasyonalizm, artık bölen ve ayıran geçmişi yerine cins/ırk esasına dayalı birleştirici bir yapıya sahip oldu.
Türk vurgusu, ister istemez cins/ırk birliğine bağlı bir tahayyülü öne çıkarmıştır. Ne var ki bu tahayyül, Türk’ün bile tamamını kapsamaktan âciz olarak, yalnızca Türkiye ile sınırlı tutulmuştur. Böylece bir ırk/cins birliğini bile kuşatmaktan âciz kalmıştır.
Zaten Batı toplumları, birbirlerine karşı Katolik ya
da Protestanlık gibi dinî içeriklerle rekabet edemezlerdi. Almanya ve Fransa
gibi ülkelerin nüfusları dikkate alındığında, bunların önemli bir kesimi
Katolik iken, diğer önemli bir kesimi ise Protestan ya da Kalvenisttir.
Dolayısıyla o toplumlarda kilise veya mezhep merkezli akımlar bölücü
olmalarının yanında, geçmişte yaşanmış olan mezhep savaşlarının da
tekrarlanması, büyük ve kitlesel can kayıplarının yaşanması demek olurdu.
Nasyonalizm, bu yüzden Batı Avrupa toplumları için kurtarıcı bir formül
durumuna geldi.
Tarihin bir kurgusu olarak Fransız İhtilâli ile Sanayi
Devrimi de aynı zamana tekabül etmiştir. Sanayi Devrimi, Batı toplumları için
önemli ölçüde ekonomik açıdan yenilenme ve büyüme kadar dışa açılmayı, zamanla
sömürge yarışını hızlandırmıştır. Büyüyen ve gelişen bu toplumlarda milliyetçilik
giderek güçlenmişken, sınıf çatışmalarını ortadan kaldırmak diğer yanda
hızlandırmıştır. Sınıf çatışmalarının hızlanması, sol akımların ortaya
çıkmasına yol açmıştı. Sol akımları ise, sınıf çatışmaları ve sınıf diktatörlüğünü
kutsamış olmalarından dolayı, tabiatları gereği hem kilise otoritesine, hem de
nasyonalizme muhalif olmuşlardı.
İslâm, nasyonalizm ve milliyetçilik
İslâm dünyasında nasyonalizmin karşılığı olarak “milliyetçilik”
kavramının kullanılması uzun bir dönem itirazlara neden olmuştur. Çünkü
milliyetçilik kavramına vücut veren “millet” kelimesi, bir cins/ırk birliğini
değil, bir inanç/bilinç topluluğunu ifade etmiştir. “İslâm milleti” deyimi de
buradan oluşmuştur. O İslâm milleti ki, asla bir cins/ırk ile sınırlı ve
kayıtlı değildir. Ancak zaman içinde millet kelimesi aslî anlamından
kopartılarak, daralan anlamı ile bir cinsi/ırkı ifade etmek için kullanılmaya
başlanmıştır.
Anlam kaymasına uğrayan bu hâliyle milliyetçiliğin,
Fransız İhtilâli’nden sonra Batı’nın etkisiyle İslâm dünyasında yayıldığı
görüşünün bu sebeplerle sağlam delilleri yoktur. Çünkü bir ırkın asabiyesi
olarak teşekkül eden siyâsî akım, Emevî Dönemi’nde (661-750) zaten iktidar
olmuştu. Arap olmayan Müslümanlar genel olarak aşağı tabakadan görülmüşler,
“Mevali” diye adlandırılmışlardı.
Mevali diye bilinenler, her ne kadar ırkî bir
çeşitlilik (bir ümmet özelliği olmuş ise de) olup zamanla ayrışmalara ve başka
ırkî asabiyelere de kaynaklık etmişti. Ne var ki, zamanla küllenen bu
asabiyenin yerini de hanedanların, mezhebî bağlılıkların aldığı bilinmektedir.
Özetle Fransız İhtilâli’nin estirdiği hava ile oluşan dalgalar İslâm dünyasına
ulaştığında, zaten yeknesak ve bilinçli bir yapının olduğunu iddia etmek, tarihî
malumatı yok saymak ya da inkâr etmekle eşanlamlıdır.
Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilâli’nin ardından
hızlanan Batı sömürgeciliğine karşı, İslâm dünyasında İstanbul merkezli olarak
bir “İttihad-ı İslâm” fikri ortaya çıkmıştır. Sonradan Batılılar bu fikrî akım “Pan-İslâmizm”
veya “Siyasal İslâm” diye adlandırılmışken, Cumhuriyet döneminde ise Türkiye’de
daha çok “İslâmcılık”, Arap âleminde ise “El-İslâmiyyun” diye
nitelendirilmiştir. Ne var ki, Osmanlı Devleti örneğinde olduğu gibi, eski
idarî yapıların devam edemeyeceği zamanla görülmüştür.
Siyâsî idarenin otorite sorunu
İşte sömürgecilere karşı kolay olan İttihad-ı İslâm,
Osmanlı’dan sonra varlığını ve birleşenlerini sürdürememiştir. Giderek kendini
koruma iktidarını kaybeden Osmanlı idaresi, Batı’nın (belki “İngilizlerin”
demek daha doğrudur) bir kurgusu olarak tarihten silinmiştir. Teslim
edilmelidir ki, bir aileye özel siyâsî üstünlük tanıyan siyâsî yapıların da İslâm’ın
temel ilkeleriyle bağdaştırılması hayli zordur. Bu yüzden yüzyıllardan beri
süregelen hanedanlık temelli siyâsî yapıların İslâm adına devamını talep etmek
de fikren sorunlu bir tutumdur.
“Ülkeyi ya da milleti yönetme hak ve yetkisinin
(egemenliğin) hangi yola kime nasıl intikal edeceği” sorusu, “millet ve
milliyetçilik” kavramının da anlamını yenilemiştir. Avrupa’da Kilise
egemenliğinden sonra oluşan hanedanlıkların yanında Fransız İhtilâli ile
birlikte millet egemenliği iddiası ile bu cevap verilmiştir. “Osmanlı bakiyesi
olan coğrafyada milleti yönetme hak ve yetkisi kimin adına kim tarafından
yerine getirilecektir?” sorusu, oldukça heyecanlı anlaşmazlıkların da temelini
oluşturmuştur.
Türkiye’de Cumhuriyet ile birlikte, millet adına milletin egemenliği için kurtarıcı sayılan şahsın sınırsız ve tartışılamaz otoritesinin başlaması ile aslında milliyetçilik de önemli ölçüde hasara uğramıştır. Kurtarıcı sayılan otoritenin yaptığı işin önemini arttırmak için “Türk” adı bütün yüceliklerin üstüne çıkarılmıştır. Türk vurgusu, ister istemez cins/ırk birliğine bağlı bir tahayyülü öne çıkarmıştır. Ne var ki bu tahayyül, Türk’ün bile tamamını kapsamaktan âciz olarak, yalnızca Türkiye ile sınırlı tutulmuştur. Böylece bir ırk/cins birliğini bile kuşatmaktan âciz kalmıştır.
Din ve ırk farkı olmaksızın, ülkeye ve toprağa dayalı
bir millet tanımı ile adı var ama kendisi yok olan her ne kadar hayâlî topluluk
var ise millet tanımının kapsamına alınmıştır. Kurtarıcı sayılan otoriteyi
memnun eden bu tezlerinse milletin hiçbir kesimini memnun etmediği görülmüştür.
Kurtarıcı bilinen otoriteye karşı milletin bir teyakkuz hâli yaşadığı, yapılan
bütün özgür seçimlerde ortaya çıkmıştır. Bu otoritenin sahibi, bu yüzden hiçbir
seçimi kazanamamıştır.
İslâm’ın bütün belirtileri ile suç sayılan bir kâbus döneminin
ardından başlayan nispî özgürlük döneminde ise, İttihad-ı İslâm ya da son
kullanıldığı şekliyle İslâmcılık, bazı kesimler tarafından daha çok ve
özellikle “Türk” adına itirazın bir gerekçesi yapılmaya çalışılmıştır. Türk’ten
başka bütün kavim adlarının kullanılması “olağan ve meşru” görülürken,
İttihad-ı İslâm’ın önünde “Türk” adı aynı kesimler tarafından âdeta biricik
engel gibi telkin edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye şartları ve ülke
gerçeğinden hayli kopuk ve kendi içinde tutarlılığı olmayan bu telkinlerin İslâm
ümmeti arasında yeni birlik tezleri oluşturması bir yana, Türkiye’de bile
birliğe hayli zarar vereceği açıktır. Ulusçuluk yerine “Ümmetçiliği” telkin
etmek gibi hayli havalı iddialarla yapılan bu telkinlerin İslâm dünyasında
yeniden birliğe yol açması hayli şüphelidir. Ama Türkiye’de bile birliği
temelli olarak ortadan kaldırması da kuvvetle muhtemeldir.
“Ulusçuluk” tanımının içeriği yüz yıldan beri
doldurulamadığı gibi, yapılan tanımların da millet nezdinde rağbet görmediği,
geçen zamanla anlaşılmıştır. Böyle bir iğreti ulusçuluğa karşı muhalefet
iddiaları da oldukça uçuk kaçık bir söyleme sahiptir. Sayı itibarı ile azınlık
olan kesimlerin kaygılarını körükleme ve sayıca çoğunluk olan kesime karşı
düşmanlık telkinlerine dayalı bir İslâmcılık vurgusu tarihte hiç görülmemiştir.
Ancak görünen odur ki, kurtarıcı sayılan otoritenin öngörülerine göre tezyin edilmeye çalışılan ulusçuluk da, ümmet adına ona muhalefet edenlerin iddiası da gerçeklerden kopuk birer fantezi durumundadır. Ulusçuluk da, onun fantezi muhalifleri de tükenmektedir!