
HAYATTA
tecrübeli olmanın önemi büyüktür. Gerek eğitim hayatında, gerek özel hayatta,
gerekse meslek hayatında… Her zaman bir nefere ihtiyaç duyar insanoğlu. İlmî, fennî,
kültürel veya sosyal olarak… Yolun başında böyle neferlere denk gelmek de bir nasip
işidir aslında.
Değerli bir Hocamız vardı. İlk dersini hiç
unutmam. O ilk derste ilk kelâmı, Kur’ân-ı Kerîm’in İnsan Sûresi’nden olmuştu. Bir
bir yazmıştı o kelâmı tahtaya: “Şikâyet edenlerden değil, şükredenlerden ol. Sevdiğin
şeyleri paylaşarak mutlu olmayı öğren. Yaptığın iyiliğin karşılığını bekleme. Zorluklar
içinde olduğunda sabrederek bekle. Çalışmayı, gayreti ve emek vermeyi hiç
bırakma!”
Bu ifadeleri yazdıktan sonra tüm sınıfa dönüp,
“Gayret edeceğiz değerli arkadaşlar! Kader, gayrete âşıktır çünkü. Ve
unutmayalım, bu hayatta ne ekersek, onu biçeriz. Anadolu’da güzel bir atasözü
vardır. Derler ki, ‘Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz’. İnsan tesadüfle
bir yere kadar, ama azimle sonuna kadar ilerler. Azimle çalışmaya, hayırlı
çalışmalar yapmaya ve hayırlı dostluklar kurmaya bu hayat yolunda amaç
edineceğiz. Tabiî ki hayat yolunda karşımıza istediğimiz karakterlerde insanlar
çıkmayacaktır, âmenna; ama unutmayalım ki, bunların bazıları belâdır, bazıları
cezâdır, bazıları imtihandır ve bazıları da armağandır. Karşımıza çıkan her
insan bizlere bir şeyler öğretir” demişti. İlk derse çok anlamlı bir giriş
yapmıştı...
Bu neferlerden bir diğeri de İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, “Sami Zan” adındaki müthiş bir anatomi hocasıdır.
O da bu tecrübe âbidelerinden biri. Beyazıt’ta verdiği derslere Tıp Fakültesi’nden
olsun veya olmasın birçok öğrenci katılırdı. Çok kıymetli, gönülden sözleri
vardı Sami Zan Hocamızın. Farz-ı misâl, bazıları şunlardı:
“Yıkılmayan ağacın yeri, belli olmaz… Üniversiteye
girip de çıkamayana, profesör denir… Bence en acınacak insan, görevinde
ücretten başka bir şey alamayandır… Hayatta bütün setler, üzerinden geçilmek
için yapılmıştır, önünde durmak için değil… Söndüremeyeceğin ateşi yakma…
Yüksek mâkâmlar yalçın kayalara benzer; oralara nadiren kartallar, çoğunlukla
kertenkeleler çıkar... Zaman paraya benzer, lüzumsuz sarf edilmedikçe yeter… Aşağıda
olan, düşmekten korkmaz... Dört şeye güvenme: Kışın havasına, düşmanın
sevgisine, âmirin iltifatına, kadının sadâkatine… Ana baba evlâdını yeryüzüne
getirir ama onu gökyüzüne hocası çıkartır…”
Çok
gönülden, vefâ dolu bir komşumuz vardı. Bulgar göçmeni, hakikî bir Türk’tü.
Dini bütün, sosyal ve kültürel açıdan da dolu bir gönül adamıydı. Onu her
gördüğümde sarılır, duâsını alırdım. Yıllara meydan okuyan o çizgili elleriyle
tutardı ellerimi, bir bir nasihat verirdi:
“Bir
dâvâ adamı, bilgili olduğu gibi ahlâklı da olmalı. Yani liyakat, güzel ahlâkla
bütünleşmeli. Fedâkâr olmalı, toplumsal bir sorumluluk bilincine sahip olmalı;
bir kesimi değil, tüm kesimi kucaklamalı; geniş bir vizyon sahibi, aynı zamanda
sahada da aksiyoner olmalı! Unutma evlât, değişmeyen tek şey, değişimdir. Bu değişimi
de gelişimi ile desteklemeli…
Onun
için bu yolda, istikametin üzerinde titre, bunu yaparken kendini sağlam
yetiştir. Başkalarına saygı duy, güçlü bir tarih bilincine sahip ol. Hazreti
Mevlâna’nın da dediği gibi, ‘Kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat et, çünkü bülbül
güle, karga çöplüğe götürür’. İnsanlığın yükünü omuzlarında taşımanın şuuru ile
yaşa ve unutma, aslolan hakikat, gerisi teferruattır!”
Gönlü
güzel hocamın sözünü kesip bir kelâm da ben koymuştum bir muhabbet arasına:
“Doğru dersin gönül insanı, bu aziz memlekete adam gibi adamlar lâzım. Mâkâm ve
mevki için değil, rızâ-i İlâhî için var olanlar lâzım. Derdi dünya değil, Hakk’a
hizmet olanlar lâzım. Gönül yıkma değil, gönül yapma derdinde olanlar lâzım. Kardeşliği
menfaat için değil, ebedî olsun diye kuranlar lâzım. Ve bu yüzden, bu aziz millet
için az ya da çok yapabilecek bir şeyimiz varsa, doğru dersin, hakkını da
vermemiz lâzım!”
Sarıldı bana ve son kelâmı ile uğurladı beni
ulu çınar: “Allah sözünü tesirli, hikmetini bereketli, ömrünü uzun, sağlığını
daim, hakkını kaim, heybetini âli, devletini bâki kılsın!”