Ülkücü, Sultan’ına lâf söyletmez, devletine darbe yaptırmaz, teröristlerle ittifak etmez

Ne Gezicileri, FETÖ’cüleri, Biden’cıları İttihatçılara, ne de Erdoğan’ı Abdülhamid’e benzetmek yanlıştır. Yanlış olan, “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” çığlıkları atarak, Osmanlı’nın yıkılma sürecini hızlandıran İttihatçı darbeyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin esaretini hazırlamak için canlandırmaya çalışmaktır.

BİRİLERİNE göre İkinci Abdülhamid dönemi, rakiplerini hapse attırdığı, sürgün ettiği, devleti tek başına yönettiği için istibdat dönemiymiş. Eğer o dönemi “İstibdat vardı” diyerek eleştirecek olursak, tüm Osmanlı tarihini de aynı sebeple suçlamış oluruz. Hâlbuki tarih, yaşandığı dönemin şartları ile yargılanabilir.

Osmanlı Devleti, hep aynı rejimle yönetilmiştir; o dönemde ve hatta sonrasında bile ve dünyanın diğer devletlerinde olduğu gibi… Fransız İhtilâli, düzene karşı çıkan belki de ilk hareketti. Ancak İngiltere’den Rusya’ya, Almanya’dan İran’a ve Çin’e kadar her ülke krallar, çarlar, şahlar tarafından yönetilen tek adam rejimleriydi. Bu, dünyanın gerçeğiydi. Bu rejimleri yıkmak isteyenlerin amacı, bugün adına “demokrasi” denilen rejimleri inşâ etmekti. Ya da öyle olmalıydı.

Ne var ki, bizdeki durum hiç de yeni bir rejim inşâ etmek şeklinde gelişmedi. Devletin, rejimin ve mâkâmların isimleri değişti sadece. 1923’te kurulan Cumhuriyet, 1950’ye kadar tek adamla yönetildi. Kimse TBMM’yi işaret edip de “Demokrasi vardı” hikâyeleri anlatmaya kalkmasın. Zira hangi kanunların çıkması için kimlerin tehdit edildiğini, muhalefet etmeye kalkanların oylamalara katılmalarının nasıl önlendiğini, “tek partili demokrasi” komedisinin nasıl yaşandığını, kendi elleriyle göstermelik niyetle kurdurdukları partilerin kendilerine muhalefet etmeye kalkınca nasıl kapatıldıklarını, silah arkadaşlarını sırf aynı şekilde düşünmedikleri için hainlikle suçladıklarını gayet iyi biliyoruz.

Bu durum, asla savaştan yeni çıkmış olmakla, yeni rejimin taşlarının yerine oturması için zaman kazanmakla yani günün şartları ile açıklanamaz. Sonuçta, reddedilen ve kötülenen tek adam rejimi cebren yıkılmış, yerine yeni bir tek adam rejimi ikâme edilmiştir.

Aslında belki de binlerce yıllık Türk siyâsî geleneğinde olduğu gibi, 1923’ten sonraki 37 senelik yönetim şekli de doğrudur. Yani Osmanlı’yı sahiplenen, Osmanlı tarihi ile onur duyan birinin, konu M. Kemal ve CHP’sinin tek adam rejimi olunca karşı çıkması pek de tutarlı olmaz. Bizim itirazımız, devletin tek kişi tarafından yönetilmesi değil, yalanlar üzerine kurulmuş bir sistem oluşu ve Türk-İslâm geleneğine gösterilmiş olan hazımsızlıktır.

Şimdi dönelim İkinci Abdülhamid dönemine...

Osmanlı’nın dört bir taraftan saldırıya uğradığı, Selânik tayfasının en güçlü olduğu dönemdir bu dönem. Aslında tahta geçişi de bu tayfanın sayesinde ve Fransız İhtilâli ile gündeme gelen demokrasinin kısmen de olsa uygulanması şartı ile olmuştur. Sultan Abdülhamid, meşrutiyeti ilân ederek taht diyetini ödemiş, ancak bunu diretenlere teslim olmayacağını da hepsini birer birer tasfiye ederek göstermiştir. Kucağında bulduğu Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane ederek de mecburen ilân ettiği meşrutiyeti kaldırmıştır.

Şimdi, “dönemin şartları” bahanesiyle Cumhuriyet’in bânilerine “müstebid” diyemeyenlerin Abdülhamid dönemini “istibdat” diye tarif etme gayretleri anlaşılamaz.

Meral Akşener, Gezi ayaklanmasını savunurken, “1908’de istibdada karşı koyan ruh neyse, Gezi de odur” demişti. İttihat ve Terakki, dışarıdan aldığı güç ile ve en meşhuru Emanuel Karaso olan Türk ve İslâm düşmanı işbirlikçilerin emri altında hareket etmiş uluslararası bir darbe teşkilatıydı.

Evet, Gezi’yi 1908 ruhu ile ilişkilendirmek çok doğru bir tespittir. Zira Türkiye’nin ekonomik ve siyasal olarak en güçlü döneminde Gezi’yi organize edenler de, finanse edenler de İttihatçıların patronlarıdır.

Evet, Erdoğan’ı Abdülhamid Han’a benzetmek çok doğru bir tespittir. Zira Erdoğan da aynen Ulu Hakan gibi millî menfaatleri millî siyasetiyle koruma gayretinde, hiçbir baskıya boyun eğmeden, baş koyduğu dâvâya hizmet etmektedir.

Dolayısıyla ne Gezicileri, FETÖ’cüleri, Biden’cıları İttihatçılara, ne de Erdoğan’ı Abdülhamid’e benzetmek yanlıştır. Yanlış olan, “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” çığlıkları atarak, Osmanlı’nın yıkılma sürecini hızlandıran İttihatçı darbeyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin esaretini hazırlamak için canlandırmaya çalışmaktır.

Bu ihanet senaryosuna figüranlık yapansa Meral Akşener. Hani şu Erdoğan’ı bebek katili ve işgalci Netanyahu’ya, Yunan âşığı tekfuru ise Fatih’e benzetme densizliği yapan Akşener... Hani şu PKK kamplarında Mekap’lı fotoğraflarını bildiğimiz, “Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz” diyen tescilli terörist Demirtaş’la kahvaltı yapma hayâli ve gizli seçim ittifakı kuran Meral Abla... Hani şu, “Demirtaş ve Kavala’nın serbest kalmasını istiyorsanız bize katılacaksınız” diyen Kılıçdaroğlu’na “Haydi oradan!” diyemeyen çakma milliyetçi Meral Akşener...

Haydi o zaman Ülkücü, milliyetçi seçmen, vakit, sizin vaktiniz! Ya üç hilâlin temsil ettiği bir Osmanlı sultanına hakaret sayılacak ifadelerle isyan çağrılarına uyacak, kınalı kuzularını al sancağa sarılı törenlerle toprağa veren analara inat şehadetlerine sebep olan teröristlerle kol kola giren bir partiye oy vermeye devam edecek ve böylece “eski/çakma milliyetçi, eski/çakma Ülkücü” sıfatlarına razı olacaksınız ya da aslınıza rücû edip gerçek milliyetçilerin safında yer alacaksınız!