
BİRİLERİNE göre İkinci Abdülhamid
dönemi, rakiplerini hapse attırdığı, sürgün ettiği, devleti tek başına
yönettiği için istibdat dönemiymiş. Eğer o dönemi “İstibdat vardı” diyerek
eleştirecek olursak, tüm Osmanlı tarihini de aynı sebeple suçlamış oluruz.
Hâlbuki tarih, yaşandığı dönemin şartları ile yargılanabilir.
Osmanlı
Devleti, hep aynı rejimle yönetilmiştir; o dönemde ve hatta sonrasında bile ve dünyanın
diğer devletlerinde olduğu gibi… Fransız İhtilâli, düzene karşı çıkan belki de
ilk hareketti. Ancak İngiltere’den Rusya’ya, Almanya’dan İran’a ve Çin’e kadar
her ülke krallar, çarlar, şahlar tarafından yönetilen tek adam rejimleriydi.
Bu, dünyanın gerçeğiydi. Bu rejimleri yıkmak isteyenlerin amacı, bugün adına “demokrasi”
denilen rejimleri inşâ etmekti. Ya da öyle olmalıydı.
Ne
var ki, bizdeki durum hiç de yeni bir rejim inşâ etmek şeklinde gelişmedi.
Devletin, rejimin ve mâkâmların isimleri değişti sadece. 1923’te kurulan
Cumhuriyet, 1950’ye kadar tek adamla yönetildi. Kimse TBMM’yi işaret edip de “Demokrasi
vardı” hikâyeleri anlatmaya kalkmasın. Zira hangi kanunların çıkması için
kimlerin tehdit edildiğini, muhalefet etmeye kalkanların oylamalara
katılmalarının nasıl önlendiğini, “tek partili demokrasi” komedisinin nasıl
yaşandığını, kendi elleriyle göstermelik niyetle kurdurdukları partilerin
kendilerine muhalefet etmeye kalkınca nasıl kapatıldıklarını, silah
arkadaşlarını sırf aynı şekilde düşünmedikleri için hainlikle suçladıklarını
gayet iyi biliyoruz.
Bu
durum, asla savaştan yeni çıkmış olmakla, yeni rejimin taşlarının yerine
oturması için zaman kazanmakla yani günün şartları ile açıklanamaz. Sonuçta,
reddedilen ve kötülenen tek adam rejimi cebren yıkılmış, yerine yeni bir tek
adam rejimi ikâme edilmiştir.
Aslında
belki de binlerce yıllık Türk siyâsî geleneğinde olduğu gibi, 1923’ten sonraki
37 senelik yönetim şekli de doğrudur. Yani Osmanlı’yı sahiplenen, Osmanlı
tarihi ile onur duyan birinin, konu M. Kemal ve CHP’sinin tek adam rejimi
olunca karşı çıkması pek de tutarlı olmaz. Bizim itirazımız, devletin tek kişi
tarafından yönetilmesi değil, yalanlar üzerine kurulmuş bir sistem oluşu ve
Türk-İslâm geleneğine gösterilmiş olan hazımsızlıktır.
Şimdi
dönelim İkinci Abdülhamid dönemine...
Osmanlı’nın
dört bir taraftan saldırıya uğradığı, Selânik tayfasının en güçlü olduğu
dönemdir bu dönem. Aslında tahta geçişi de bu tayfanın sayesinde ve Fransız
İhtilâli ile gündeme gelen demokrasinin kısmen de olsa uygulanması şartı ile
olmuştur. Sultan Abdülhamid, meşrutiyeti ilân ederek taht diyetini ödemiş,
ancak bunu diretenlere teslim olmayacağını da hepsini birer birer tasfiye
ederek göstermiştir. Kucağında bulduğu Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane ederek de
mecburen ilân ettiği meşrutiyeti kaldırmıştır.
Şimdi,
“dönemin şartları” bahanesiyle Cumhuriyet’in bânilerine “müstebid”
diyemeyenlerin Abdülhamid dönemini “istibdat” diye tarif etme gayretleri
anlaşılamaz.
Meral
Akşener, Gezi ayaklanmasını savunurken, “1908’de istibdada karşı koyan ruh neyse, Gezi de odur” demişti. İttihat
ve Terakki, dışarıdan aldığı güç ile ve en meşhuru Emanuel Karaso olan Türk ve
İslâm düşmanı işbirlikçilerin emri altında hareket etmiş uluslararası bir darbe
teşkilatıydı.
Evet, Gezi’yi 1908 ruhu
ile ilişkilendirmek çok doğru bir tespittir. Zira Türkiye’nin ekonomik ve
siyasal olarak en güçlü döneminde Gezi’yi organize edenler de, finanse edenler
de İttihatçıların patronlarıdır.
Evet, Erdoğan’ı
Abdülhamid Han’a benzetmek çok doğru bir tespittir. Zira Erdoğan da aynen Ulu
Hakan gibi millî menfaatleri millî siyasetiyle koruma gayretinde, hiçbir baskıya
boyun eğmeden, baş koyduğu dâvâya hizmet etmektedir.
Dolayısıyla ne
Gezicileri, FETÖ’cüleri, Biden’cıları İttihatçılara, ne de Erdoğan’ı Abdülhamid’e
benzetmek yanlıştır. Yanlış olan, “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet”
çığlıkları atarak, Osmanlı’nın yıkılma sürecini hızlandıran İttihatçı darbeyi,
Türkiye Cumhuriyeti’nin esaretini hazırlamak için canlandırmaya çalışmaktır.
Bu ihanet senaryosuna
figüranlık yapansa Meral Akşener. Hani şu Erdoğan’ı bebek katili ve işgalci
Netanyahu’ya, Yunan âşığı tekfuru ise Fatih’e benzetme densizliği yapan
Akşener... Hani şu PKK kamplarında Mekap’lı fotoğraflarını bildiğimiz, “Başkan
Apo’nun heykelini dikeceğiz” diyen tescilli terörist Demirtaş’la kahvaltı yapma
hayâli ve gizli seçim ittifakı kuran Meral Abla... Hani şu, “Demirtaş ve Kavala’nın
serbest kalmasını istiyorsanız bize katılacaksınız” diyen Kılıçdaroğlu’na “Haydi
oradan!” diyemeyen çakma milliyetçi Meral Akşener...
Haydi o zaman Ülkücü,
milliyetçi seçmen, vakit, sizin vaktiniz! Ya üç hilâlin temsil ettiği bir Osmanlı
sultanına hakaret sayılacak ifadelerle isyan çağrılarına uyacak, kınalı
kuzularını al sancağa sarılı törenlerle toprağa veren analara inat şehadetlerine
sebep olan teröristlerle kol kola giren bir partiye oy vermeye devam edecek ve
böylece “eski/çakma milliyetçi, eski/çakma Ülkücü” sıfatlarına razı olacaksınız
ya da aslınıza rücû edip gerçek milliyetçilerin safında yer alacaksınız!