Ülkemizin en önemli sorunu nedir?

Tarımın önemi sadece gıda meselesinden ileri gelmiyor. Bizatihi sanayinin de, hizmet sektörünün de, hülâsa topyekûn ekonominin gelişmesi de tarıma dayanmaktadır. Tarım ve sanayi, birbirinin rakibi değil, tam tersine yekdiğerinin tamamlayıcısıdır. Bütün sanayileşmiş ülkeler aynı zamanda tarımda da en ileri olan ülkelerdir; bunların hepsinin temelinde tarım vardır.

TARIM arazilerinin korunması Türkiye’nin en önemli sorunudur. Asla mübalağa etmiyorum. Çünkü bu, ülkemiz için gerçek bir bekâ meselesidir!

Vatan topraklarımıza karşı bugün iki türlü saldırı mevcuttur: Bunlardan birisi dışardan yapılan, yapılmakta olan; diğeri ise içeriden yapılmakta olan saldırıdır. 

Haricî saldırı, bildiğimiz gibi ülkemizin bütünlüğünü, vatan toprağımızın bir bölümünü koparmayı, içeriden yapılmakta olanı ise tarım arazilerimizin varlığını hedef almıştır.

Dış saldırının düşmandan geliyor olmasına karşılık, dâhilî saldırı bizatihi kendimiz, kendi insanımız tarafından yapılıyor. Dış saldırıyı kahraman silahlı kuvvetlerimiz, kahraman Mehmetçiğimiz, canlarını, kanlarını feda ederek püskürtüyor; fakat tarım topraklarımızın varlığına karşı yapılmakta olan saldırıyı ise maalesef hiç önleyemiyoruz.

Her gün artan bir hızla tarım arazilerimizi kendi ellerimizle katlediyoruz. Katledilen şey ülkemizin geleceğidir, gelecek kuşakların, torunlarımızın hayat damarlarıdır. Bilebildiğimiz kadar dünyanın hiçbir ülkesinde bu derecede bir arazi katliamı yapılmıyor. Bugün yapılmakta olan şey, devletin himayesinde işlenmekte olan bir nevi cinayettir.

“Sözünü ettiğimiz iki saldırıdan hangisi daha vahim?” denirse, şüphesiz her ikisi de milletimizin bekâsını tehdit etmesi bakımından vahimdir, ama dışarıdan yapılmakta olan saldırıyı bir an için püskürtememiş olsak dahi bunu bir başka zaman püskürtme şansımız daima vardır. Tarım toprağımıza karşı içeriden yapılan saldırıyı bugün önleyemediğimiz takdirde ise, artık maalesef bunu ebediyen önleme şansımız bulunmuyor. Bu sebepten sonucu itibariyle bu daha vahimdir. Tarım toprağı bir kere elden çıktıktan sonra bir daha geri gelmiyor, gitti mi gidiyor!

Her türlü malı, eşyayı, her ne varsa kullandığımız, bunları kaybettiğimiz zaman tekrar yenilerini üretmek mümkündür, üretilmektedir; fakat toprak, asla yeniden üretilemez!

Sadece 1 santimetre kalınlığındaki tarım toprağı 100 bin senede oluşuyor. Dolayısıyla her gün katledip durduğumuz Çukurova, Bursa, Antalya, Batı Anadolu ovaları ve benzeri diğer birinci sınıf arazilerimizin toprakları milyonlarca yılda oluşmuştur. İşte böyle milyonlarca yılda meydana gelen, canımız gibi değerli ve nadide arazilerimizi acımasız iş makinaları ile birkaç dakika veya birkaç saat içinde yok ediveriyoruz. Ne kadar acı bir durum!

Malûm olduğu üzere ziraî üretimin iki ana unsuru vardır: Toprak ve su. Ülkemiz bu her iki unsur bakımından da fakir bir ülkedir. 780 bin kilometrekare olarak ifade ettiğimiz vatan coğrafyamızın ancak dörtte biri tarıma elverişlidir. Bu miktarın da çok az bir kısmı birinci sınıf arazi, bu birinci sınıfın da çok az bir kısmı sulanabilir arazidir.

Avrupa ülkeleri, ABD ve Kanada gibi ileri ülkeler, toprak ve su zengini ülkelerdir. Bizim ülkemizin aksine, onlarda mevcut ülke topraklarının en az dörtte üçü tarıma elverişli arazilerden oluşuyor. Öyle olduğu hâlde onlar bizim yaptığımızı yapmıyorlar, tarım arazilerini özenle koruyorlar, sanayi yatırımlarını mümkün mertebe daha düşük kaliteli araziler üzerine yönlendiriyorlar. ABD, mevcut tarım toprağının yüzde 40’ına hiç el sürdürmüyor, gelecek nesillere miras olarak saklıyor.

Benim bulunduğum Oklahoma eyaletinde devlet, arazisinin bir kısmını ekmeyip otlanmaya bırakan tarım işletmelerine, işlemediği arazi miktarınca prim ödemekteydi. Yani gelecek nesillere daha bakir toprak bırakmak istiyorlar.

ABD’nin tarım arazisi, Türkiye’ninkinin yüz katıdır. Onlar ne yapıyor, biz ne yapıyoruz? Ülkemizde bir yere bir fabrika, bir organize sanayi bölgesi yapılacaksa, nerede birinci sınıf sulu tarım arazisi varsa hemen oraya göz dikiliyor. Belediyeler sebze bahçelerinin, meyve bahçelerinin olduğu alanları iskâna açıyor, göz göre göre cinayet işleniyor!

Bursa ovasında otomotiv sanayiinin ne işi vardı? Bu memlekette üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci sınıf kalitede alabildiğine geniş araziler varken, getirip sanki kasten yani düşmanca bir gayeyle sanayiyi yeşil Bursa’nın bağrına bir hançer gibi sapladılar.

Bir yere bir fabrika yapıldığı zaman, kaybedilen arazi sadece o fabrikanın işgal ettiği alan değildir. Onun binlerce katı kadar da davet ettiği iskânın işgal ettiği alan vardır.

Ben lise tahsilimi 1958-1961 yılları arasında Bursa’daki Işıklar Askerî Lisesinde yapmıştım. O yıllar Bursa gerçekten tam bir tarım ve turizm beldesi, bir rüya şehirdi. Bugün artık güzel Bursa’mız yok.

Şöyle bir şey hatırlıyorum: Bir gün bir hocamız derste, “Çocuklar, Hollanda’dan bir heyet geldi, ovamıza hayran kaldılar ve ‘Bu ova bizde olsa bütün Avrupa’yı doyururuz’ dediler” demişti, bunu hiç unutmuyorum.

Hâlbuki Hollanda, ülkesi baştanbaşa tarım arazisine sahip, dünyanın en ileri tarım ülkelerinin başında geliyor. Fakat onlar tarım arazilerini korumak için denizi doldurarak arazi kazanıyorlar ve tarım dışı tesislerini oraya yapıyorlar.

Samimiyetle söylüyorum, “Acaba” diyorum, “Bu ülke bir yabancı işgal yönetimi altında olsaydı, bu kadar, bizim kendi elimizle yaptığımız kadar tahribat yapar mıydı?”.

Öyle tuhaf işler yapıyoruz ki… Bir taraftan Çumra, Karapınar ovaları gibi çoraklaşmış üçüncü sınıf arazileri ıslah edebilmek için dünyanın parasını ve çabasını harcıyoruz, beri tarafta ise en nadide, birinci sınıf sulu tarım arazilerimizi iskâna açıyoruz, narenciye bahçelerimizi ve sebze seralarımızı sökerek yerlerine beton yığınları dikiyoruz.


Bir zehirli zihniyete kurban edilen tarım politikası

Tarım arazisi neden bu kadar önemli ve neden bu kadar hoyratça yok ediliyor? Kendi ülkemize neden bu kötülüğü yapıyoruz?

Bunun bir tarihî geçmişi vardır. Altmışlı ve yetmişli yıllarda ülkenin ekonomik kalkınması üzerine çokça konuşulup yazılıyordu. Bilen de, bilmeyen de konuşuyor, eline kalemi alan yazıyordu. Tartışmaların çıkış noktası olarak ortaya bir soru atıldı: “Tarım mı, sanayi mi?”

Bu zehirli hapı kimler, hangi mihraklar ortaya attı, bilmiyorum, ama bu hap memleketin aydınları ve de yöneticileri tarafından maalesef yutulmuştur, yutturulmuştur. Bu memleketteki her kötülüğün mutlaka bir dış ayağı olduğunu artık biliyoruz.   

Mesele böyle ortaya konulunca, tabiatıyla sanayi yönünde tercih yapılmış, tarım önemsizleştirilmiş, tarım sektörü ülke ekonomisinin sırtında bir yük olarak mütalâa edilmiştir. Bu yanlışa itiraz etmesi gereken ziraat fakülteleri ve de Ziraat Mühendisleri Odası gibi kuruluşlar o yıllarda boğazına kadar ideoloji batağına batmış olduğu için, kamuoyunu ve dolayısıyla yöneticileri etkileyecek bir çıkış yapamadılar. Cılız bazı itirazlar ise bir işe yaramamıştır.

Tarım sektörünün kalkınması için de elbette pek çok şey yapıldı. Yanlış olan, tarıma ve tarım sektörüne yaklaşımın mantığıdır. “Madem kalkınmak için sanayileşmek gerekmektedir, o hâlde söz konusu sanayi olunca başka hiçbir şeyin önemi yoktur, bu uğurda her şey feda edilebilir” şeklindeki yaklaşım işlemiştir, zihniyet budur.

Bunun çarpıcı birkaç misâlini vereceğim…

Bakınız, çiftçinin ve köylünün durumunu en iyi anlayan devlet adamlarımızın başında gelen Süleyman Demirel de bu tuzağa düşmüştür. Kayseri’nin yegâne sulu arazisi olan bölgeye sanayi yatırımı söz konusu olduğunda, Tarım Reformu Müsteşarlığı buna izin vermek istemeyince Demirel, “Oradaki tarım arazisini kaybetsek de zararda değiliz” demiş; yine, Adapazarı’na otomobil fabrikası yapılmasına itiraz söz konusu olunca da, “Şimdi oradan patates çıkıyor, yarın oradan Corolla çıkacak” demiştir.

İşte zehirli zihniyet budur! Zehirli zihniyet; patatesi küçümsemektir, pancarı, mısırı, buğdayı, meyveyi küçümsemektir, gıdayı küçümsemektir. Hâlbuki hem Corolla’ya, hem de patatese sahip olma imkânımız her zaman vardı. Corolla için patatesten vazgeçmek gibi bir mecburiyetimiz ise asla yoktur!

Bursa ovasını mahveden zihniyet budur. Çukurova’yı, Ege’yi, özellikle de Marmara Bölgemizi mahveden bu zihniyettir. Maalesef bu zihniyet hükmünü hâlen devam ettiriyor. Yerli otomobil üretecek olmamız, bunun fabrikasını kurmamız elbette bizleri çok heyecanlandırıyor, sevince boğuyor. Fakat bu fabrikayı da götürüp Bursa Gemlik’in zaten talan edile edile elde kalan bir avuç birinci sınıf sulu arazisinin üzerine kurmaya mecbur muyduk? Bir tarafı yaparken, illâki bir diğer tarafı da yıkmamız mı gerekiyor?

Dünya nüfusu artıyor, ülkemizin nüfusu da artıyor; başta gıda olmak üzere ziraî ürünlere talep her geçen gün daha da artıyor. Dünyada bir buçuk milyar insanın açlık sınırının altında yaşadığı söyleniyor, milyonlarca insan açlıktan kırılıyor. Önümüzdeki on yılların en stratejik maddesinin tarım ürünlerinin olacağından hiç şüphe yoktur. Bilim insanları 2050’li yıllarla birlikte dünyanın ısınmaya başlayacağını, kutuplardaki buzulların eriyeceğini, iklim değişikliğinin, kuraklığın ortaya çıkacağını tahmin etmişlerdi. Ancak bu olgu tahmin edilen zamandan çok önce, birkaç yıldan beri başlamıştır ve etkisini giderek arttırmaktadır.

Katlettiğimiz arazilerin ruhu, intikamını bizlerden ve özellikle de torunlarımızdan çok acı bir şekilde alacaktır. 

Tarımın önemi sadece gıda meselesinden ileri gelmiyor. Bizatihi sanayinin de, hizmet sektörünün de, hülâsa topyekûn ekonominin gelişmesi de tarıma dayanmaktadır. Tarım ve sanayi, birbirinin rakibi değil, tam tersine yekdiğerinin tamamlayıcısıdır. Bütün sanayileşmiş ülkeler aynı zamanda tarımda da en ileri olan ülkelerdir; bunların hepsinin temelinde tarım vardır.

Tarım, geri kalmışlık mıdır?

Bürokrasi yıllarımızda öyle tuhaf, öyle üzücü olaylarla karşılaşıyorduk ki… Çok ilginç bir hatıramı burada anlatmak istiyorum.

1976 senesiydi. Yönetimde Adalet Partisi’nin Genel Başkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında, merhum Necmeddin Erbakan’ın Millî Selâmet Partisi, merhum Alpaslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi ve merhum Turhan Feyzioğlu’nun Güven Partisi’nden oluşan dörtlü bir koalisyon hükûmeti vardı. 1977 Genel Seçimi yaklaşmıştı. O yıllarda Millî Selâmet Partisi, uhdesinde bulunan Sanayi Bakanlığının eliyle “Sanayide Devlet” sloganıyla bir ağır sanayi hamlesi yapma iddiasında ve çok dinamik bir çalışma içindeydi.

Başbakan Yardımcısı olan merhum Erbakan, yaklaşan seçimlerden önce birçok fabrikanın temelini atmak ve seçimde bu hamlesini bayrak yapmak istiyordu. Fakat bir engel vardı; fabrika kuracak arazi bulamıyordu. O da alelacele gidiyor, bulduğu herhangi bir arazi üzerine medyanın önünde törenle göstermelik bir temel atıp tabelâ dikiyordu. Fakat ertesi günü arazinin sahibi tabelâyı söküp bir kenara atıyor, bu durum medyada haber olunca Erbakan Hoca alay konusu yapılıyordu.

Hoca çok sinirlenmişti…

Devlet adına arsa bulmakla görevli olan “Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü” adında bir kurum vardı ve bu kurum Adalet Partisi’nin bir bakanlığına bağlıydı. Sanayi Bakanlığının bu kurumdan arsa talepleri olmuştu ama işin içine başka kurumlar da müdâhil olduğu için uzun yazışmalar bitip tükenmek bilmiyordu. Kendilerinin ifadesine göre bu yolla bir arsanın bulunması 453 günü buluyormuş. Erbakan Hoca’nın ise buna asla tahammülü yoktu, soruna çözüm için Başbakan’ı zorlayarak İmar ve İskân Bakanlığı Müsteşarının başkanlığında ilgili bakanlık ve kurumların yetkili bürokratlarından müteşekkil bir kurul oluşturulmasını sağladı. Bu kurul her hafta toplanarak, yazışmayla aylar süren konuları birkaç saat içinde karara bağlamak suretiyle Sanayi Bakanlığının arsa talebini kısa sürede karşılayacaktı.

Aslında bu model, bürokrasinin belini kırabilecek çok güzel bir modeldi. Fakat Sanayi Bakanlığının tutumu yüzünden sistem çalışmadı. Kurulda Tarım Bakanlığını temsilen Genel Müdür Yardımcısı olarak ben bulunuyordum. İşin esas sahibi olan Sanayi Bakanlığı, kurula Müsteşar Yardımcısı seviyesinde katılmıştı. Aynı zamanda bir akademisyen de olan bu zatın ülkesini gerçekten çok sevdiği, ülkemizi süratle sanayileştirme heyecanından belli oluyordu. Fakat beraberinde getirdiği talep dosyalarını açınca görüldü ki, hepsi birinci sınıf sulanabilir tarım arazisinden ibaretti.

Tabiatıyla ben ve Tarım Reformu Müsteşarlığı temsilcisi, sanayileşmeyi bizim de çok istediğimizi, bununla beraber tarımın da çok önemli olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştıktan sonra talep edilen birinci sınıf tarım arazisinin harcanmasına razı olamayacağımızı, yatırımlarını daha düşük kaliteli araziler üzerine yapmalarının uygun olacağını söyledik.

Bunun üzerine muhatabımız öfkeden âdeta çılgına döndü ve “Tarım da ne demekmiş! Tarım demek, geri kalmışlık demektir. Etrafınıza bakın, ne kadar tarım ülkesi varsa hepsi geri kalmış ülkedir. Bütün ileri ülkeler ise sanayi ülkesidir. İşte sizin yüzünüzden bu memleket geri kaldı! Ben gider, istediğim yere fabrikamın temelini atarım arkadaş, gelin sökün bakalım!” gibi hem akıl dışı, hem de edep dışı ifadelerde bulundu.

Kendisine tarımın sanayi için de ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştıysak da arkadaşı ikna etmek mümkün olmadı. Kurul çalışması böylece fiyaskoyla sonuçlandı.

Fakat Erbakan Hoca seçimden önce de, seçimden sonraki koalisyon hükûmetinde de yine Başbakan Yardımcısı olarak pek çok fabrika inşaatını, istediği tarım arazilerinin üzerinde başlattı. Onca tarım arazisi heba olduktan sonra hiç olmazsa fabrikalar kurulabilse ve bir işe yarayabilseydi bari! O da olmadı. Çünkü devlet eliyle sanayileşme fikri, dünyada çoktan çöpe atılmıştı. Zaten hesapsız kitapsız yapılan yatırımlar da yarım yamalak bırakıldı; bazıları vatandaşlar tarafından ahır olarak falan kullanıldı. Bununla beraber, organize sanayi bölgesi fikri ve hamlesi ülkemize Millî Selâmetçiler tarafından yerleştirildi ve çok faydalı oldu.

İyi iş yapmak için iyi niyet her zaman yeterli olmuyor, bununla beraber bilgi de gerekiyor.    

Aradan dört yıl geçti. Yıl, 1980… Önemli bir gazetenin bir muhabiri, memleketin önde gelen bazı şahıslarına, “Bugün ülkemizin en önemli sorunu nedir?” diye soruyor ve aldığı cevapları her gün yayınlıyordu. Bu soruyu bir defasında da, 1976’daki bizim kurul maceramız sırasında Sanayi Bakanı olan yani bizim kurulun öfkeli üyesinin bakanı Abdülkerim Doğru’ya yöneltiyor...

Ben, merhum Doğru’nun hem kendisinin dindar bir partinin mensubu olması ve hem de o sırada içinde bulunulan Ramazan ayının manevî ikliminin de tesiriyle bu soruya manevî yönü ağır basan bir cevap vereceğini bekliyordum. Fakat cevabı okuyunca sarsıldım. “Bugün memleketimizin en önemli meselesi, tarım arazilerinin katliamıdır!” diyordu merhum Doğru. 

Sevindim mi? Hayır! İçim acıyla doldu. Ba’de harab-el Basra!