TARIM arazilerinin
korunması Türkiye’nin en önemli sorunudur. Asla mübalağa etmiyorum. Çünkü bu,
ülkemiz için gerçek bir bekâ meselesidir!
Vatan
topraklarımıza karşı bugün iki türlü saldırı mevcuttur: Bunlardan birisi dışardan
yapılan, yapılmakta olan; diğeri ise içeriden yapılmakta olan saldırıdır.
Haricî
saldırı, bildiğimiz gibi ülkemizin bütünlüğünü, vatan toprağımızın bir bölümünü
koparmayı, içeriden yapılmakta olanı ise tarım arazilerimizin varlığını hedef
almıştır.
Dış
saldırının düşmandan geliyor olmasına karşılık, dâhilî saldırı bizatihi
kendimiz, kendi insanımız tarafından yapılıyor. Dış saldırıyı kahraman silahlı
kuvvetlerimiz, kahraman Mehmetçiğimiz, canlarını, kanlarını feda ederek
püskürtüyor; fakat tarım topraklarımızın varlığına karşı yapılmakta olan
saldırıyı ise maalesef hiç önleyemiyoruz.
Her
gün artan bir hızla tarım arazilerimizi kendi ellerimizle katlediyoruz. Katledilen
şey ülkemizin geleceğidir, gelecek kuşakların, torunlarımızın hayat
damarlarıdır. Bilebildiğimiz kadar dünyanın hiçbir ülkesinde bu derecede bir
arazi katliamı yapılmıyor. Bugün yapılmakta olan şey, devletin himayesinde
işlenmekte olan bir nevi cinayettir.
“Sözünü
ettiğimiz iki saldırıdan hangisi daha vahim?” denirse, şüphesiz her ikisi de
milletimizin bekâsını tehdit etmesi bakımından vahimdir, ama dışarıdan
yapılmakta olan saldırıyı bir an için püskürtememiş olsak dahi bunu bir başka
zaman püskürtme şansımız daima vardır. Tarım toprağımıza karşı içeriden yapılan
saldırıyı bugün önleyemediğimiz takdirde ise, artık maalesef bunu ebediyen
önleme şansımız bulunmuyor. Bu sebepten sonucu itibariyle bu daha vahimdir. Tarım
toprağı bir kere elden çıktıktan sonra bir daha geri gelmiyor, gitti mi gidiyor!
Her
türlü malı, eşyayı, her ne varsa kullandığımız, bunları kaybettiğimiz zaman
tekrar yenilerini üretmek mümkündür, üretilmektedir; fakat toprak, asla yeniden
üretilemez!
Sadece
1 santimetre kalınlığındaki tarım toprağı 100 bin senede oluşuyor. Dolayısıyla
her gün katledip durduğumuz Çukurova, Bursa, Antalya, Batı Anadolu ovaları ve
benzeri diğer birinci sınıf arazilerimizin toprakları milyonlarca yılda
oluşmuştur. İşte böyle milyonlarca yılda meydana gelen, canımız gibi değerli ve
nadide arazilerimizi acımasız iş makinaları ile birkaç dakika veya birkaç saat
içinde yok ediveriyoruz. Ne kadar acı bir durum!
Malûm
olduğu üzere ziraî üretimin iki ana unsuru vardır: Toprak ve su. Ülkemiz bu her
iki unsur bakımından da fakir bir ülkedir. 780 bin kilometrekare olarak ifade
ettiğimiz vatan coğrafyamızın ancak dörtte biri tarıma elverişlidir. Bu
miktarın da çok az bir kısmı birinci sınıf arazi, bu birinci sınıfın da çok az
bir kısmı sulanabilir arazidir.
Avrupa
ülkeleri, ABD ve Kanada gibi ileri ülkeler, toprak ve su zengini ülkelerdir.
Bizim ülkemizin aksine, onlarda mevcut ülke topraklarının en az dörtte üçü
tarıma elverişli arazilerden oluşuyor. Öyle olduğu hâlde onlar bizim
yaptığımızı yapmıyorlar, tarım arazilerini özenle koruyorlar, sanayi
yatırımlarını mümkün mertebe daha düşük kaliteli araziler üzerine
yönlendiriyorlar. ABD, mevcut tarım toprağının yüzde 40’ına hiç el sürdürmüyor,
gelecek nesillere miras olarak saklıyor.
Benim
bulunduğum Oklahoma eyaletinde devlet, arazisinin bir kısmını ekmeyip otlanmaya
bırakan tarım işletmelerine, işlemediği arazi miktarınca prim ödemekteydi. Yani
gelecek nesillere daha bakir toprak bırakmak istiyorlar.
ABD’nin
tarım arazisi, Türkiye’ninkinin yüz katıdır. Onlar ne yapıyor, biz ne yapıyoruz?
Ülkemizde bir yere bir fabrika, bir organize sanayi bölgesi yapılacaksa, nerede
birinci sınıf sulu tarım arazisi varsa hemen oraya göz dikiliyor. Belediyeler
sebze bahçelerinin, meyve bahçelerinin olduğu alanları iskâna açıyor, göz göre
göre cinayet işleniyor!
Bursa
ovasında otomotiv sanayiinin ne işi vardı? Bu memlekette üçüncü, dördüncü,
beşinci, altıncı ve yedinci sınıf kalitede alabildiğine geniş araziler varken,
getirip sanki kasten yani düşmanca bir gayeyle sanayiyi yeşil Bursa’nın bağrına
bir hançer gibi sapladılar.
Bir
yere bir fabrika yapıldığı zaman, kaybedilen arazi sadece o fabrikanın işgal
ettiği alan değildir. Onun binlerce katı kadar da davet ettiği iskânın işgal
ettiği alan vardır.
Ben
lise tahsilimi 1958-1961 yılları arasında Bursa’daki Işıklar Askerî Lisesinde
yapmıştım. O yıllar Bursa gerçekten tam bir tarım ve turizm beldesi, bir rüya
şehirdi. Bugün artık güzel Bursa’mız yok.
Şöyle
bir şey hatırlıyorum: Bir gün bir hocamız derste, “Çocuklar, Hollanda’dan bir
heyet geldi, ovamıza hayran kaldılar ve ‘Bu ova bizde olsa bütün Avrupa’yı
doyururuz’ dediler” demişti, bunu hiç unutmuyorum.
Hâlbuki
Hollanda, ülkesi baştanbaşa tarım arazisine sahip, dünyanın en ileri tarım
ülkelerinin başında geliyor. Fakat onlar tarım arazilerini korumak için denizi
doldurarak arazi kazanıyorlar ve tarım dışı tesislerini oraya yapıyorlar.
Samimiyetle
söylüyorum, “Acaba” diyorum, “Bu ülke bir yabancı işgal yönetimi altında
olsaydı, bu kadar, bizim kendi elimizle yaptığımız kadar tahribat yapar mıydı?”.
Öyle tuhaf işler yapıyoruz ki… Bir taraftan Çumra, Karapınar ovaları gibi çoraklaşmış üçüncü sınıf arazileri ıslah edebilmek için dünyanın parasını ve çabasını harcıyoruz, beri tarafta ise en nadide, birinci sınıf sulu tarım arazilerimizi iskâna açıyoruz, narenciye bahçelerimizi ve sebze seralarımızı sökerek yerlerine beton yığınları dikiyoruz.
Bir
zehirli zihniyete kurban edilen tarım politikası
Tarım
arazisi neden bu kadar önemli ve neden bu kadar hoyratça yok ediliyor? Kendi
ülkemize neden bu kötülüğü yapıyoruz?
Bunun
bir tarihî geçmişi vardır. Altmışlı ve yetmişli yıllarda ülkenin ekonomik
kalkınması üzerine çokça konuşulup yazılıyordu. Bilen de, bilmeyen de konuşuyor,
eline kalemi alan yazıyordu. Tartışmaların çıkış noktası olarak ortaya bir soru
atıldı: “Tarım mı, sanayi mi?”
Bu
zehirli hapı kimler, hangi mihraklar ortaya attı, bilmiyorum, ama bu hap memleketin
aydınları ve de yöneticileri tarafından maalesef yutulmuştur, yutturulmuştur.
Bu memleketteki her kötülüğün mutlaka bir dış ayağı olduğunu artık
biliyoruz.
Mesele
böyle ortaya konulunca, tabiatıyla sanayi yönünde tercih yapılmış, tarım
önemsizleştirilmiş, tarım sektörü ülke ekonomisinin sırtında bir yük olarak
mütalâa edilmiştir. Bu yanlışa itiraz etmesi gereken ziraat fakülteleri ve de
Ziraat Mühendisleri Odası gibi kuruluşlar o yıllarda boğazına kadar ideoloji
batağına batmış olduğu için, kamuoyunu ve dolayısıyla yöneticileri etkileyecek
bir çıkış yapamadılar. Cılız bazı itirazlar ise bir işe yaramamıştır.
Tarım
sektörünün kalkınması için de elbette pek çok şey yapıldı. Yanlış olan, tarıma
ve tarım sektörüne yaklaşımın mantığıdır. “Madem kalkınmak için sanayileşmek
gerekmektedir, o hâlde söz konusu sanayi olunca başka hiçbir şeyin önemi
yoktur, bu uğurda her şey feda edilebilir” şeklindeki yaklaşım işlemiştir, zihniyet
budur.
Bunun
çarpıcı birkaç misâlini vereceğim…
Bakınız,
çiftçinin ve köylünün durumunu en iyi anlayan devlet adamlarımızın başında
gelen Süleyman Demirel de bu tuzağa düşmüştür. Kayseri’nin yegâne sulu arazisi
olan bölgeye sanayi yatırımı söz konusu olduğunda, Tarım Reformu Müsteşarlığı
buna izin vermek istemeyince Demirel, “Oradaki tarım arazisini kaybetsek de zararda
değiliz” demiş; yine, Adapazarı’na otomobil fabrikası yapılmasına itiraz söz
konusu olunca da, “Şimdi oradan patates çıkıyor, yarın oradan Corolla çıkacak”
demiştir.
İşte
zehirli zihniyet budur! Zehirli zihniyet; patatesi küçümsemektir, pancarı, mısırı,
buğdayı, meyveyi küçümsemektir, gıdayı küçümsemektir. Hâlbuki hem Corolla’ya,
hem de patatese sahip olma imkânımız her zaman vardı. Corolla için patatesten
vazgeçmek gibi bir mecburiyetimiz ise asla yoktur!
Bursa
ovasını mahveden zihniyet budur. Çukurova’yı, Ege’yi, özellikle de Marmara
Bölgemizi mahveden bu zihniyettir. Maalesef bu zihniyet hükmünü hâlen devam ettiriyor.
Yerli otomobil üretecek olmamız, bunun fabrikasını kurmamız elbette bizleri çok
heyecanlandırıyor, sevince boğuyor. Fakat bu fabrikayı da götürüp Bursa Gemlik’in
zaten talan edile edile elde kalan bir avuç birinci sınıf sulu arazisinin
üzerine kurmaya mecbur muyduk? Bir tarafı yaparken, illâki bir diğer tarafı da
yıkmamız mı gerekiyor?
Dünya
nüfusu artıyor, ülkemizin nüfusu da artıyor; başta gıda olmak üzere ziraî
ürünlere talep her geçen gün daha da artıyor. Dünyada bir buçuk milyar insanın
açlık sınırının altında yaşadığı söyleniyor, milyonlarca insan açlıktan
kırılıyor. Önümüzdeki on yılların en stratejik maddesinin tarım ürünlerinin
olacağından hiç şüphe yoktur. Bilim insanları 2050’li yıllarla birlikte
dünyanın ısınmaya başlayacağını, kutuplardaki buzulların eriyeceğini, iklim
değişikliğinin, kuraklığın ortaya çıkacağını tahmin etmişlerdi. Ancak bu olgu
tahmin edilen zamandan çok önce, birkaç yıldan beri başlamıştır ve etkisini
giderek arttırmaktadır.
Katlettiğimiz
arazilerin ruhu, intikamını bizlerden ve özellikle de torunlarımızdan çok acı
bir şekilde alacaktır.
Tarımın
önemi sadece gıda meselesinden ileri gelmiyor. Bizatihi sanayinin de, hizmet
sektörünün de, hülâsa topyekûn ekonominin gelişmesi de tarıma dayanmaktadır.
Tarım ve sanayi, birbirinin rakibi değil, tam tersine yekdiğerinin
tamamlayıcısıdır. Bütün sanayileşmiş ülkeler aynı zamanda tarımda da en ileri
olan ülkelerdir; bunların hepsinin temelinde tarım vardır.
Tarım,
geri kalmışlık mıdır?
Bürokrasi
yıllarımızda öyle tuhaf, öyle üzücü olaylarla karşılaşıyorduk ki… Çok ilginç
bir hatıramı burada anlatmak istiyorum.
1976
senesiydi. Yönetimde Adalet Partisi’nin Genel Başkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında,
merhum Necmeddin Erbakan’ın Millî Selâmet Partisi, merhum Alpaslan Türkeş’in
Milliyetçi Hareket Partisi ve merhum Turhan Feyzioğlu’nun Güven Partisi’nden oluşan
dörtlü bir koalisyon hükûmeti vardı. 1977 Genel Seçimi yaklaşmıştı. O yıllarda
Millî Selâmet Partisi, uhdesinde bulunan Sanayi Bakanlığının eliyle “Sanayide
Devlet” sloganıyla bir ağır sanayi hamlesi yapma iddiasında ve çok dinamik bir
çalışma içindeydi.
Başbakan
Yardımcısı olan merhum Erbakan, yaklaşan seçimlerden önce birçok fabrikanın
temelini atmak ve seçimde bu hamlesini bayrak yapmak istiyordu. Fakat bir engel
vardı; fabrika kuracak arazi bulamıyordu. O da alelacele gidiyor, bulduğu
herhangi bir arazi üzerine medyanın önünde törenle göstermelik bir temel atıp
tabelâ dikiyordu. Fakat ertesi günü arazinin sahibi tabelâyı söküp bir kenara
atıyor, bu durum medyada haber olunca Erbakan Hoca alay konusu yapılıyordu.
Hoca
çok sinirlenmişti…
Devlet
adına arsa bulmakla görevli olan “Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü” adında bir kurum
vardı ve bu kurum Adalet Partisi’nin bir bakanlığına bağlıydı. Sanayi
Bakanlığının bu kurumdan arsa talepleri olmuştu ama işin içine başka kurumlar
da müdâhil olduğu için uzun yazışmalar bitip tükenmek bilmiyordu. Kendilerinin
ifadesine göre bu yolla bir arsanın bulunması 453 günü buluyormuş. Erbakan
Hoca’nın ise buna asla tahammülü yoktu, soruna çözüm için Başbakan’ı zorlayarak
İmar ve İskân Bakanlığı Müsteşarının başkanlığında ilgili bakanlık ve
kurumların yetkili bürokratlarından müteşekkil bir kurul oluşturulmasını
sağladı. Bu kurul her hafta toplanarak, yazışmayla aylar süren konuları birkaç
saat içinde karara bağlamak suretiyle Sanayi Bakanlığının arsa talebini kısa
sürede karşılayacaktı.
Aslında
bu model, bürokrasinin belini kırabilecek çok güzel bir modeldi. Fakat Sanayi
Bakanlığının tutumu yüzünden sistem çalışmadı. Kurulda Tarım Bakanlığını
temsilen Genel Müdür Yardımcısı olarak ben bulunuyordum. İşin esas sahibi olan
Sanayi Bakanlığı, kurula Müsteşar Yardımcısı seviyesinde katılmıştı. Aynı
zamanda bir akademisyen de olan bu zatın ülkesini gerçekten çok sevdiği,
ülkemizi süratle sanayileştirme heyecanından belli oluyordu. Fakat beraberinde
getirdiği talep dosyalarını açınca görüldü ki, hepsi birinci sınıf sulanabilir
tarım arazisinden ibaretti.
Tabiatıyla
ben ve Tarım Reformu Müsteşarlığı temsilcisi, sanayileşmeyi bizim de çok
istediğimizi, bununla beraber tarımın da çok önemli olduğunu dilimiz döndüğünce
anlatmaya çalıştıktan sonra talep edilen birinci sınıf tarım arazisinin
harcanmasına razı olamayacağımızı, yatırımlarını daha düşük kaliteli araziler
üzerine yapmalarının uygun olacağını söyledik.
Bunun
üzerine muhatabımız öfkeden âdeta çılgına döndü ve “Tarım da ne demekmiş! Tarım
demek, geri kalmışlık demektir. Etrafınıza bakın, ne kadar tarım ülkesi varsa
hepsi geri kalmış ülkedir. Bütün ileri ülkeler ise sanayi ülkesidir. İşte sizin
yüzünüzden bu memleket geri kaldı! Ben gider, istediğim yere fabrikamın
temelini atarım arkadaş, gelin sökün bakalım!” gibi hem akıl dışı, hem de edep
dışı ifadelerde bulundu.
Kendisine
tarımın sanayi için de ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştıysak da arkadaşı
ikna etmek mümkün olmadı. Kurul çalışması böylece fiyaskoyla sonuçlandı.
Fakat
Erbakan Hoca seçimden önce de, seçimden sonraki koalisyon hükûmetinde de yine
Başbakan Yardımcısı olarak pek çok fabrika inşaatını, istediği tarım
arazilerinin üzerinde başlattı. Onca tarım arazisi heba olduktan sonra hiç
olmazsa fabrikalar kurulabilse ve bir işe yarayabilseydi bari! O da olmadı. Çünkü
devlet eliyle sanayileşme fikri, dünyada çoktan çöpe atılmıştı. Zaten hesapsız
kitapsız yapılan yatırımlar da yarım yamalak bırakıldı; bazıları vatandaşlar
tarafından ahır olarak falan kullanıldı. Bununla beraber, organize sanayi bölgesi
fikri ve hamlesi ülkemize Millî Selâmetçiler tarafından yerleştirildi ve çok
faydalı oldu.
İyi
iş yapmak için iyi niyet her zaman yeterli olmuyor, bununla beraber bilgi de
gerekiyor.
Aradan
dört yıl geçti. Yıl, 1980… Önemli bir gazetenin bir muhabiri, memleketin önde
gelen bazı şahıslarına, “Bugün ülkemizin en önemli sorunu nedir?” diye soruyor
ve aldığı cevapları her gün yayınlıyordu. Bu soruyu bir defasında da, 1976’daki
bizim kurul maceramız sırasında Sanayi Bakanı olan yani bizim kurulun öfkeli
üyesinin bakanı Abdülkerim Doğru’ya yöneltiyor...
Ben,
merhum Doğru’nun hem kendisinin dindar bir partinin mensubu olması ve hem de o
sırada içinde bulunulan Ramazan ayının manevî ikliminin de tesiriyle bu soruya
manevî yönü ağır basan bir cevap vereceğini bekliyordum. Fakat cevabı okuyunca
sarsıldım. “Bugün memleketimizin en önemli meselesi, tarım arazilerinin
katliamıdır!” diyordu merhum Doğru.
Sevindim
mi? Hayır! İçim acıyla doldu. Ba’de harab-el Basra!