
DÜNYA ahiretin tarlası olduğu için, burada ne ekersek orada onu biçeriz. Yani uhrevî hayatı inşâ etmek de tahrip etmek de bu dünya hayatında oluyor. Şayet insan dünya hayatını helal ve istikamet dairesinde geçirirse, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yapar, yasaklarından sakınırsa ebedî hayatını inşâ ve ihya etmiş olur. Eğer haram ve gayrimeşru yollarda bir hayat geçirir, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmez, tövbe ve istiğfar etmeden ölürse, ahiret hayatını mahvetmiş olur.
Ahiret hayatını şekillendirmek, dünya hayatındaki hayat çizgimiz ile oluyor. İkinci olarak, dünya hayatında yapılan hatalar ve işlenen günahlar, tövbe ve istiğfar ile imha edilip temizlenebilir. Mühim olan insanın son hâlidir, akıbetidir. Yani kişi hayatının belli dönemlerinde nefsine uyup günahlara girmiş olabilir ama bunun farkına varıp tövbe ve istiğfar ile dönüş yaparsa, Allah ona yeni bir sayfa açar. Âhiret hayatındaki tahrip ve zedelenmeleri de yeniden tamir ve inşâ edebilir. Bu, son nefesine kadar mümkündür. Yani, tövbe ve tamir kapısı daima açıktır, Allah sonsuz rahmeti ile bize bu fırsatı tanımıştır.
Allah Teâlâ, insanı en güzel surette yaratmış ve ona yeryüzünde halife olma şerefini bahşetmiştir. Bu şerefin ve varlık sebebimizin temelini ise İslâm oluşturmaktadır. İslâm, kelime anlamı itibarıyla teslimiyet, barış ve esenlik demektir. Rabbimize teslim olmak, onun emir ve yasaklarına uymak bizler için bir kulluk borcudur. Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56)
Bu âyet, insanın yeryüzündeki varlık sebebini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Rabbimiz, bizi kendisine kulluk etmemiz, onun emirlerine uymamız için yaratmıştır. İşte bu yolun adı İslâm’dır. Dünya hayatı, insanın yaratılış amacını yerine getirmesi için bir imtihan yeridir. İnsanın bu imtihandaki başarısı, kendisini var eden Rabbine teslimiyetine, O’nun buyruklarını yerine getirerek hayatını şekillendirmesine bağlıdır. İslâm, bu zorlu yolculukta insanın yolunu aydınlatan bir ışıktır. Tıpkı bir pusula gibi, doğru yöne yönelmesini sağlar ve yanlış yollardan uzak durması için ona rehberlik eder. Yaratılış gayemizi kavramak ve dünya hayatını bu amaca uygun şekilde yaşamak, ancak İslâm’ın sunduğu ölçülerle mümkündür. Hayat, yalnızca geçici zevklerin peşinde koşulacak bir oyun ya da eğlence alanı değildir. Allah, bizleri bu dünyaya boşuna yaratmadığını ve her şeyin bir hikmetle var olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’de birçok ayetle dile getirmiştir. İslâm, bu hikmeti anlamamıza, her olayın ve durumun ardındaki İlâhî planı idrak etmemize imkân sağlar. İnsan, ancak bu bilinçle yaşadığında huzur ve mutluluğu yakalayabilir.
İslam’ın rehberliği, yalnızca bireyin ruhsal ve ahlâkî gelişimiyle sınırlı değildir. Aynı zamanda insanın çevresiyle olan ilişkilerini, toplum içerisindeki sorumluluklarını ve dünya üzerindeki vazifelerini düzenler. İslâm’ın ortaya koyduğu değerler, insana hem bu dünyada onurlu bir hayat sürdürme fırsatı sunar hem de âhirette kurtuluşa ermesini sağlar. Bu nedenle İslâm, yaratılış amacını öğretmekle kalmaz, bu amacı gerçekleştirmek için gereken her türlü yolu ve yöntemi de gösterir. İslâm’ın insan hayatındaki önemi, insanı hakikate yönlendirmesi, yaratılış gayesini hatırlatması ve dünya hayatını ebedî saadete ulaştıran bir imtihan alanı olarak değerlendirmesiyle açıkça ortaya çıkar. İslâm’ı rehber edinen bir kul, hem dünyada huzur ve mutluluğu bulur hem de ahirette Allah’ın rızasına ve ebedî kurtuluşa nail olur. Bu yüzden İslâm, insanın yalnızca bir inanç sistemi değil, tüm hayatını kuşatan İlâhî bir lütuftur. İnsanın varlık sebebini anlamasında ahiret bilinci önemli bir yer tutar. Dünya hayatı bir imtihan yeri, ahiret ise bu imtihanın sonucunun görüleceği yerdir. Allah Teâlâ, bu gerçeği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade etmektedir:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir.” (Âl-i İmrân, 185)
Bu âyet, dünya hayatının geçici bir imtihan yeri olduğunu ve asıl yurdun ahiret olduğunu bizlere hatırlatır. Dünya, süsleri ve geçici zevkleriyle insanı oyalayan bir yer olsa da İslâm’a göre bu hayat, ahirete hazırlık için verilen bir fırsattır. İnsan, buradaki her anını bir emanet olarak görmeli ve bu emaneti Allah’a hesap vereceği bilinciyle değerlendirmelidir.
Bir mümin, dünya hayatının cazibesine kapılmadan, geçiciliğini aklında tutarak yaşamalıdır. Bu bilinç, onun her anını anlamlı kılar ve davranışlarını Yaratıcı’nın rızasını kazanmaya yönelik bir titizlikle şekillendirmesine vesile olur. Peygamber Efendimiz (sav), dünya hayatının geçici olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir:
“Ben dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra oradan ayrılıp giden bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd, 44).
Bu Hadis, müminin dünya hayatına nasıl bir bakış açısıyla yaklaşması gerektiğini açıkça ortaya koyar. Âhiret şuuru/ bilinci, bir müminin hayatını disipline eden en önemli unsurlardan biridir. İnsan, yaptığı her işin, söylediği her sözün ve niyet ettiği her davranışın hesabını Allah’a vereceğini bilerek hareket eder. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür.”(Zilzâl, 7-8) buyrularak, âhirette herkesin dünyada yaptıklarıyla yüzleşeceği hatırlatılır. Bu bilinç, insanı iyilik yapmaya teşvik ederken, kötülüklerden uzak durmasını sağlar.
Dünya hayatının geçiciliğini idrak eden bir mümin, zamanını boşa harcamaktan sakınır. Hayatını ibadet, ilim, iyilik ve güzel ahlâkla donatmaya çalışır. Çünkü bilir ki, Allah’a vereceği hesapta sadece ibadetleri değil, dünya hayatındaki her tercihi, ahlâkı ve insanlara karşı tavırları da değerlendirilecektir. Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Asıl hayat, ahiret yurdudur. Keşke bunu bilselerdi!” (Ankebût 64).
Bu âyet, dünya hayatının süslerine aldanmadan ahiret için hazırlık yapmanın önemini açıkça ortaya koymaktadır. Âhiretin ebediliğini kavramış bir insan, dünya hayatında nefsinin geçici arzularına esir olmaz. Hayatını, Allah’ın koyduğu sınırlar çerçevesinde, O’nun rızasını kazanmak amacıyla yaşar. Bu anlayış, insana hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve mutluluk getirir.
Dünya hayatının geçiciliğini bilmek, aynı zamanda insanı hırs, kıskançlık ve kin gibi duygulardan arındırır. Böylece mümin hem Allah’a hem de insanlara karşı görevlerini daha şuurlu bir şekilde yerine getirebilir. Bu ayet bizlere, dünya hayatının bir oyun ve eğlence değil, ebedî hayat için bir hazırlık süreci olduğunu hatırlatır. Mümin, bu gerçeği idrak ederek, her anını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde geçirmeye gayret eder. Çünkü âhiretin ebediliği karşısında, dünya hayatı sadece göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir zaman gibidir. Bu bilinçle yaşayan bir mümin, hem dünyada hem de ahirette kazananlardan olur. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise nefsinin arzularına uyan ve Allah’tan temennilerde bulunandır.” (Tirmizî, Kıyamet, 25)
Bu hadis, ahiret bilincine sahip bir müminin, nefsine hâkim olarak dünya hayatını değerlendirmesi gerektiğini bizlere öğretmektedir. Mümin, mânevî değerlerini korumak ve İlâhî ölçülerden taviz vermemek için, gün gelir maddî olarak geri adım atmak zorunda kalabilir. Bir miktar para kaybetmek zorunda kalsa bile, bunun hakikatte kendisine büyük uhrevî mükâfatlar kazandıracağının şuur ve idraki içinde, hâlinden memnun ve huzurlu olur.
Bugün global kültür istilâsı, nefsâniyeti tahrik eden reklâmlar, lüks ve israfı kamçılayan modalar, televizyon ve internetin menfî telkin ve propagandaları, müthiş bir mânevî erozyon ve kirlenmeyi beraberinde getirdi. İnsanların akıl ve gönül dünyaları hercümerc oldu. Gâye ile vâsıta birbirine karıştı. Hakkʼa kulluğun ifâsında güç-kuvvet kazanmak için yiyip içmek yerine, yiyip içip tüketmek için yaşanır oldu. Kalpler dünyanın esiri, nefisler şehevî arzuların kölesi hâline geldi. Ruhlardaki tatminsizlik, insanlığı ferdî ve ictimâî buhranlara sürükledi. En nihâyet, bütün uhrevî endişelerden uzak, âdeta âhiretsiz bir dünya anlayışı, insanların zihinlerine ve gönüllerine zehir serpti. Bu hususta İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Peygamberler âlemlere rahmettirler. Allah Teâlâ bu yüce insanlar aracılığıyla bizim gibi cüzʼî akıl sahiplerine kendi Zâtını ve sıfatlarını bildirmiş ve bizleri anlayışımız nispetinde Zâtına ve sıfatlarına mahsus yüceliklerden haberdar etmiştir. Yine peygamberler vasıtasıyla nelerden razı olduğunu ve nelerden hoşnut olmadığını bizlere bildirmiş, dünyevî ve uhrevî menfaatlerimizi zararlarımızdan ayırma imkânı bahşetmiştir. Eğer Peygamberler olmasaydı, beşer aklı, ne Allahʼın varlığını (kâmilen) idrak edebilir, ne de Oʼnun yüceliklerini kavrayabilirdi.”
Uhrevî hayatlarını tahrip eden zalimlerin hal-i pür melâline bakalım. Onlar yaptıkları zulmün hep sorulmayacağının şımarıklığını yaşıyorlar. O zalimler için asıl olan bu dünya hayatıdır, hakikat ise çok acıdır ve o zalimlerin sonu hüsran olacak. Tarih boyunca bütün zalim diktatörler kendilerini daima haklı bulmuşlar, hatayı hep başkalarında aramışlardır. Bugün ABD, İsrail, Çin, Arakan ve emsali beldelerdeki zulümler, cinayetler, hatta katliamlar da bunun tipik bir misâlidir. Bu zulümleri yapanlar, İlâhî hakikatlere kapattıkları akıllarıyla, yaptıklarının en akıllıca davranışlar olduğunu düşünüyorlar. Neticede geriye bir insanlık enkazı bıraktıklarını, milyonlarca mazlumun beddualarını aldıklarını, kendileri için uhrevî azabı çoğalttıklarını düşünemeyecek kadar dehşetli bir gaflet ve hamâkate sürükleniyorlar.
Sonuç olarak Allah’ın bize nimeti olan İslâm dinini sadece bilmek kâfi değil, ihlâs ile amel etmek şart... Gayret etmeden hayırlı bir netice beklemek, zahmet çekmeden rahmet ummak, külfete katlanmadan nimete ereceğini temenni etmek, başkasının yemesiyle kendi karnının doyacağını ummak gibi faydasız bir beklentidir. Bu dünyada imanın gerektirdiği fedakârlıkları yerine getirmeden, onun uhrevî faydasına erilemez. Şifa ve çare ise Söz Kur’ân’da: “Onlara şöyle denir: ‘Bütün bunlar, sizin için hazırlanmış bir mükâfattır. Dünyadaki amel ve gayretleriniz böylece kabule şâyan olmuştur.”’ (İnsan, 22)
Sözümüzü Kur’ân’ın anahtarı/ girişi olan Fâtiha suresinin 5. âyeti ile noktalayalım: Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor. Vesselâm…