Ufuklar

Belki de son iki yüzyıllık düşünce tarihimizin ufukları, son sınırları yalancı, sanal ve yapay. İki yüz yıldan beri ufuk diye bize gösterilen yere ulaştığımızda, oranın bir ufuk değil serap olduğunu gördük. Susuzluğumuzu dindirmek için yeni seraplar bulduk ve oyalandık…

YAHYA KEMAL, “Ufuklar” şiirini şöyle bitirir: “Yaşıyan her fânî/ Yaşıyan rûh özler,/ Her sıkıldıkça arar,/ Dar hayâtında ya dost ufku, ya cânan ufku.” [1] 

“Yaşayan” sözcüğü Yahya Kemal’in kendi şiir imlası dolayısıyla “yaşıyan” biçiminde yazılmıştır. Bir başka deyişle, şair, Türkçe söyleyiş daha canlı kılınsın diye böyle bir imla kullanmış olmalı. Ancak ben burada kimseye şiir dersi verecek değilim. Herkes şiiri kendince anlasın, anlamlandırsın. Ben dosttan, dostluktan bahsetme vesilesiyle Yahya Kemal’in bu şiirine yeniden döndüm. Çünkü bana göre de dostluk kavramı bir bütün olarak ufuk sözcüğüyle özetlenebilir. Şairin yukarıda da belirttiği gibi insanın hayatı dardır. Daha açıkçası insan ömrü, zaman ve mekânla sınırlı. İşte insanın cânan/ sevgili ve dost dediği kimseler, insanı ve insan ruhunu bu dar sınırların içinde hapsolmaktan kurtarır, onu büyük hedeflere kanatlandırır. Büyük hedefleri, herkes bilir. Ama o hedeflere ulaşmak için aşk, cesaret ve bilgi gerekli. İşte dost ya da sevgili, insana aşk, cesaret ve bilgi veren kimsedir. Bilgi derken elbette daha çok kişinin kalbini, zihnini ve aynı zamanda bedenini de teskin edebilecek bir bilinç bilgisinden, eskilerin deyimiyle “marifet ve hikmet”ten bahsediyorum. İşte Kemal, kendi diliyle bu büyük hedeflere “ufuklar” demiş ancak ufukları/büyük hedefleri tanımlamayı insanın kendisine bırakmıştır. Çünkü ufuklar/ büyük hedefler çeşitlidir. Üstelik onlar insandan insana değişir. Dahası insana bu ufukları/ büyük hedefleri gösteren ya da onlara ulaşmasını sağlayanlar da bu sevgili ya da dost dediğimiz ya da öyle bildiğimiz kimselerdir. Kısaca dost ya da sevgili insana ufuk açar, onun gönlünü ve zihnini kanatlandırır. Eğer siz böyle kişilerden mahrumsanız bugüne kadar ne gerçek bir sevgiliniz, ne de gerçek bir dostunuz olmuş demektir. Dolayısıyla ufkunuz da yok ve başkalarına  ufuk değil de gece karanlığı olacaksınız. Eyvah!

“Ufuklar” şiirinin başında, şair bu ufku olmayanlara, ruhu daralmışlara, içleri açılır umuduyla doğada gezinmeyi önermektedir: 

“Rûh ufuksuz yaşayamaz./ Dağlar ufkunda mehâbet,/ Ova ufkunda huzûr,/ Deniz ufkunda tesellî duyulur./ Yalnız onlarda bulur rûh ezeli lezzetini.” [2] 

Doğa da içindeki yeryüzü şekilleriyle ufuklara; son sınır çizgilerine ayrılmıştır. Dağların ufkunun bittiği yerde ova, ova ufkunun bittiği yerde deniz vardır. Kemal için deniz sözcüğü kimi zaman buradaki gibi gerçek bir deniz, yeryüzündeki bir coğrafya parçasıdır, kimi zaman da ebediyet ikliminin/sonsuzluk evreninin kendisidir. Şaire göre ölüm de bir ufuktur, başka bir âleme kanat çırpıştır. Kemal’in bir şiirinin adı da olan “Sessiz Gemi”: Tabut, insanı bu “başka ve öteki” âleme taşır. Ancak bu başka ve öteki âlemin sınırları meçhuldür/ belirsizdir. Kişi nereye götürüldüğünü de bilemez. İnsanlar/ cenaze cemaati, bir diğer insanı son yolculuğuna uğurlarken tabutu omuzlarına alır. Müslümanlar bu taşıma işlemi sırasında sessiz sedasızdır ve sürekli yer değiştirir. Bu sürekli yer değiştiren omuzlar üzerinde ilerleme, denizin dalgalanmasına benzer. Denizde nasıl gemi dalgaların üzerinde gidiyorsa burada da tabut, dalgaların, yani insan omuzlarının üzerinde sonsuz, sınırları belirsiz bir âleme doğru akar. Liman yani mezar, ölünün sonsuzluğa uğurlandığı tek ve en son durak. Mezarın başında toplanmış kalabalık da dostlarını ya da sevgilisini uğurlamak için limanda bir araya gelmiş insan kitlesine benzer. İşte bu kitle sonsuzluk yolculuğuna çıkmış dostlarını ya da sevgililerini uğurlamaya gelmiştir. Ama bu onlar için sevinçli bir uğurlama, vedalaşma töreni de değildir. Onlar, dostlarının ya da sevgililerinin bir daha asla geri dönemeyeceğini bilmektedir. Dolayısıyla, “Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli” [3] dir.

Yahya Kemal için doğa, içindeki coğrafi şekilleriyle sınırları belli ve kesindir. Dolayısıyla bu coğrafya şekillerinin ufku/son sınırları da insan ruhunu yalnızca avutmaya yarar. İnsan ruhu, geldiği asıl âlemi, sonsuzluğu özler. Coğrafyaya, belli bir su ve toprak parçasına hapsedilmiş olarak yaşamak, insanı bunaltır ve o insan hep kendi ötesinde bir başka âlem peşindedir:

“Bu ufuklar avutur rûhu saatlerce, fakat/ Bir zaman sonra derinden duyulur yalnızlık./ Ruh arar kendine bir rûh ufku.” [4] 

Yahya Kemal’e göre “ruh ufku” zaman ve mekânla sınırlı bu dünyanın dışındadır. Bu dünyada ancak dost ve sevgili, insana bir başka âlemi hatırlatır. İnsan bu dost ve sevgili ufkundan bakarak içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırmaktadır. Şair için ruh ufukları sırasıyla: peygamberler, annesi, dost ve canan/sevgili. Ancak Yahya Kemal’e göre anlamlandırma, çoğunlukla hatırlama anlamındadır. O sözgelimi “Ufuklar” şiirinin devamında geçmişe dönüp annesine bakar ve bir başka dünyayı, ölüm ufkunu hatırlar:

“Annemin na’şını gördümdü;/ Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle,/ Acıdan çıldıracaktım./ Aradan elli dokuz yıl geçti./ Âh o sâbit bakış el’an yaradır kalbimde./ O yaşarken o semâvî, o gülümser gözler./ Ne kadar engin ufuklardı bana;/ Teneşir tahtası üstünde o gün,/ Bakmaz olmuştular artık bu bizim dünyâya.” [5] 

Düşünce tarihi de aslında bir ufuklar tarihidir. Bunu bir ülkeyle sınırlandıralım ve adına “Türkiye Düşünce Tarihi” diyelim. Yahya Kemal’in de içinde yer aldığı bu ülkenin son iki yüz yılında (Osmanlı Türkiyesi’nde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde) çeşitli dostlarımız ve sevdiklerimiz oldu. İşte o dostlar ve sevgililer bir araya gelerek bizim ruh ufkumuzu, zihinsel maceramızı oluşturdu. Yine iki yüz yıldan beri Türkiye aynı sorunları tartışıyor: Azınlıklar sorunu, Batılılaşma, Kürt-Türk sorunu, İttihat ve Terakki Cemiyeti (Jeunes-Turcs/ Jön Türkler, Genç Osmalılar ve bugünkü adıyla Ergenekon), etnik milliyetçilik (eski adıyla asabiyet), siyasetin dışarıya bağımlılığı, Balkanlar ve Kafkaslar, kültür milliyetçiliği, dil, din-devlet ilişkisi, anayasa reformu, milli eğitim ve öğretim reformu, yüksek okul reformu (bu son ikisi eski adıyla maarif meselesi), çevre ülkeler ve Avrupa devletleri (Amerikayı da işin içine katarsak daha geniş anlamda Batı Hıristiyanlığı) arasındaki denge, askeri vesayet meselesi vb. İlk çıkan gazeteden bugünkü gazetelere kadarki bir taramayla aslında bu yukarıdaki sorunların durup dinlenmeden tartışıldığını ve bu sorunlara getirilen her çözüm önerisinin uygulamada sorunları devam ettirdiğini göreceğiz. Neden? Belki de son iki yüzyıllık düşünce tarihimizin ufukları, son sınırları yalancı, sanal ve yapay. İki yüz yıldan beri ufuk diye bize gösterilen yere ulaştığımızda, oranın bir ufuk değil serap olduğunu gördük. Susuzluğumuzu dindirmek için yeni seraplar bulduk ve oyalandık. Gerçekte son iki yüzyıllık düşünce tarihimiz, bir ideolojiler tarihidir. Bir başka deyişle yaklaşık on beş yıl önce bir derginin şiir soruşturmasına verdiğim cevaptaki: “Bizde Tanzimat’la birlikte yavaş yavaş tasavvufun yerini alan ideoloji(ler) eğitmiştir insanları. Dolayısıyla sanatçıları da. Yine felsefe bizde ideolojik düşünce olarak anlaşılmıştır” [6] cümleleri bu düşünce tarihinin çok kısa bir özeti. Oysa düşünce, ideoloji değil felsefe kaynaklıdır. Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülükle birlikte “Batı Avrupa Düşünce Tarihi” ve “18. Yüzyıl’a kadarki Osmanlı düşünce tarihi” de –alımlanabildiği ve anlaşılabildiği kadarıyla–  yeni bir  “medeniyet kurma” iddiasıyla yeniden harmanlanınca ortaya Osmanlı medeniyeti, Türklük medeniyeti, İslam medeniyeti gibi aslında kendi içinde karma büyük düşünce kalıpları (büyük mefkûreler/idealler) ortaya çıkmıştır. Aslında bu ideolojiler iki yüz yıldan beri bize çok yerli görünse de 18. Yüzyıl Batı Hıristiyanlığı’nda ortaya çıkan Alman İdealizmi ve bu idealizmin Romantik Okul adı altında ortaya attığı düşünsel temeller üzerinde yükselmektedir. Bir başka deyişle Batıcılık, “Medeniyet kuruyoruz” yaygarasıyla ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğün genel toplamıdır. Bunların hepsi “Batılılaşma ve Batıcılığın” ayrı bir parçası. Kuşkusuz Batı ve Doğu ayrımı da romantik dönemde ortaya çıkmıştır. Batı Hıristiyanlığının bu ayrımla ilgili gerekçeleri vardır. Medeniyet tezi de yine Romantik Okul kökenlidir. Bizimkiler (Bu “bizimkiler” deyişi de biraz yadırgatıcı. Çünkü bu topraklarda “biz” duygusu Tanzimat’la birlikte parçalanmıştır.) bu ve benzeri tezleri ve gerekçeleri alarak yerlileştirmeye çalışır. Durum bugün de pek farklı değil. Dolayısıyla sunulan çözüm önerileri de bizi bir ufka değil eninde sonunda bir seraba taşıyor.

Yine bu serabın dili “Türkiye Türkçesi” gazetecilik dilinden ortaya çıkar. Tanzimat yazar ve şairleri çoğunlukla gazetecidir. Aynı zamanda devlet memuru olan bu gazeteciler, bu memuriyet ideolojilerini, geniş kitlelere benimsetmek için gazeteyi bir medium/aracı olarak kullanır. Genellikle her şeyi olaylaştırarak bir roman ya da hikâye gibi anlattıklarından bugüne kadar evrilerek gelen bu gazetecilik dilinden bilim ya da felsefe dili çıkarmak da oldukça zor. Buna bir de Türkiye’de bilim ve felsefenin bu dile özenip onu taklit etmek “bir köşede yazar olmak” hayaliyle yanıp tutuştuğunu eklersek bu zorluğun, imkânsıza yakın bir zorluk olduğunu kolayca anlarız.

Ne var ki –daha önceki birkaç yazımda da belirttiğim gibi– Batı Hıristiyanlığı’nın bugünkü felsefe dili Theologia/ İlahiyat, bizdeki felsefe dili ise fıkıh/ hukuk kaynaklı. Tanzimatçılar, yeni bir dil, yeni bir medeniyet kurma düşüncesiyle gazeteciliği ve gazeteciliğin dil anlatımını mutlaklaştırdıklarından bugün ne kendimizdeki ne de kendimizin dışındaki felsefe kavramlarını anlayabiliyoruz. Sonuçta her iki dünyanın felsefe kavramları da bir ideolojiye dönüştürülerek “ancak” anlatılabiliyor. Kuşkusuz kavramlar, bağlamından koparıldığı için de asıl sorunları tartışamıyoruz. Asıl sorunlarımızın ne olduğunu bilmiyoruz. Daha doğrusu ideolojilerin, bizim bu yerli felsefelerimizin ve yerli filozoflarımızın/gazetecilerimizin dışındaki dünyayı da yanlış algılıyoruz. Devlet de iki yüz yıldan beri bu yanlış algılamayla kurumsallaşmanın ya da kurumsallaşamamanın genel adıdır. Devlet ve millet ayırımı da, mağduriyet edebiyatı da (acıların çocuğu olma hali) bu bir türlü devletleşememenin doğal ürünü. Burada mutlaka birileri önce acıların çocuğu olmak yani mağdur edilmek daha sonra da iktidara geldiğinde başkalarını acıların çocuğu haline sokmak onları mağdur etmek zorundadır. Aksi takdirde iktidar olunmaz ya da en azından iktidar olunamayacağı düşünülür. Böylece taraflar, mağdur olanlar ve olmayanlar, acıların çocuğu olanlar ve olmayanlar, devleti ele geçirenler ve geçiremeyenler ayrımından hareketle, konumlarını belirlediklerini bir oyunu bilerek ya da bilmeyerek sürdürmektedirler. Dahası her ne kadar bu oyun yerli gibi gözükse de bu yerlilik “mekân”la sınırlıdır. Daha açıkçası oyun, adına Türkiye denen coğrafya sahnesinde oynandığı için yerli gibi gözükmektedir. Ancak oyuncuların sahne içinde bir oyuncakçı dükkânından yangından mal kaçırırcasına aldıkları, hayır önce sen kullandın, ben kullandım kavgasına tutuştukları oyuncakları, yani sözcükleri ve kavramları Batı Hıristiyanlığı’ndan ya doğrudan alınmış ya da devşirilmiştir. 

Oyuncakçı amcaları yani Batı Hıristiyanlığı onlara “evrensel değerler” adı altında bir takım oyuncak sözcükler vermiştir. Örneğin bunlardan biri, belki de en önemlisi “demokrasi”. Siyasiler bu sözcüğü tartışırlarken şöyle derler: Benim partim gelince demokrasi gelecek. Demokrasiyi biz getireceğiz. İktidar partisi ise her zaman demokratik olduğunu ve demokrasiyi kendilerinin getirdiğini ve koruduğunu söyler. Yani iktidar partisine göre demokrasi elan/günümüzde mevcuttur. Dahası kendilerinden başkasını demokrasi düşmanı ilan eder. Yine hatırlayalım. Bu ülkede ordunun darbe gerekçesi hep aynıdır: Demokrasiyi getirmek. Gazeteler ve daha geniş anlamda kitle iletişim araçları da binlerce olayla süsleyerek bu “demokrasi” meselesini tartışır. Kimin daha demokrat, kimin diktatör, yani demokrasiyi ülkeden kovan, kovalayan kişi olduğu konuşulur. Bu öyle yüzlerce ağzın bir anda konuşması gibidir. Bu yüzden insanın kulakları kanayabilir, zihni bozulabilir. Hatta bu yüzden oyuncakçı amcaya/ Batı Hıristiyanlığına kızılabilir. Ancak en büyük suçlu, Batı Hıristiyanlığı’nın yüzyıllar boyu evrimleşerek getirdiği zihniyetin temel kavramlarını kendi oyuncaklarıymışçasına sahiplenen, Batı Hıristiyanlığı’nın geçirdiği zihinsel evrimi ve bununla birlikte kazandığı birikimi doğrudan irdelemeyi, incelemeyi bırakıp Batı Hıristiyanlığını oyuncakçı amca, onun sözcüklerini/kavramlarını da ancak oyuncak olarak kavrayabilen zihinlerdir. Bu zihinler, aslında gerçek insanın değil Tanzimat döneminde devleti kurtaracağım diye ortaya çıkmış ve Osmanlı Devleti’ni batırmış ideolojilerin temsilcisidir. Bunlar savaş döneminde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla hepsi savaş ideolojisidir. Kimi zaman “Batı” adını verdikleri oyuncakçı amcalarıyla, o savaş biterse kendileriyle savaşırlar. O savaş biterse meclisten kanun çıkararak “insan”la savaşa tutuşurlar. Mesele aslında hep aynıdır. Devleti sen ele geçirdin, ben ele geçiremedim. Hayır, sen demokrasiyi kaçırdın, hatta bu ülkede hiç demokrasi olmadı, bu ülkeye demokrasi hiç gelmedi, ayak basmadı, ben getireceğim! Belki de demokrasi buraya hiç gelmemiştir, gelmeyecektir de... Bir talih kuşu mu, bir sirk hayvanı mı, bir panayır maymunu mu ya da gümrükten geçirilmesi yasak bir madde mi yoksa herkesin peşinden koştuğu ama bir türlü yakalayamadığı bir tür masal kuşu mu demokrasi? Tartışılmaktadır.

İşte bu tartışma zihin dışı, kavram dışı, dolayısıyla “saçma” bir tartışmadır/ konuşmadır. O, bu haliyle Samuel Beckett’ın yazdığı bir oyunun, “Godot’yu Beklerken”in bir parçası gibidir. Bizde siyasilerin ve onların etrafında İsa’nın havarisi gibi kümelenmiş ideolojik gazetecilik dili –ki aynı zamanda devlet dili– “saçmanın”, “abuk subukluğu”n, düşünce dışılığın “demokrasi” bağlamında en güzel örneklerini vermiştir. Tıpkı Godot’yu Beklerken’de olduğu gibi Godot ya da demokrasi hiçbir zaman gelmez, onun ne olduğu hiçbir zaman bilinmez, Ama sürekli o gelecektir diye onun hakkında konuşulur. Hatta o gelsin diye insanı bıktırana ve bunaltana kadar kuramlar, kanunlar, görüşler icat edilir, filimler çekilir, şiirler, romanlar, öyküler yazılır. Kuran’dan ve hadisten kanıt gösterilir. Gözyaşı dökülür. Yine Beckett’ın oyununda yalnızca iki başkişi/ başoyuncu, –onlar da işsiz güçsüz serseri/ soytarı kılığında– konuşur. Bizde de istenirse bu iki başoyuncunun, Tanzimatçılar ve Cumhuriyetçiler; İlericiler ve Gericiler; Laikler ve Dinciler; Gelenekçiler ve Yenilikçiler; Batıcılar ve Doğucular diye adlandırılabileceğini belirterek söz konusu oyunun son bir özelliğine, oyunun tuhaf adına da kısaca değinelim. Neden Samuel Beckett, Godot’nun kim ve ne olduğunu hiçbir zaman söylemese de bu oyununa “Godot’yu Beklerken” adını vermiştir? Çünkü Beckett iki dilli bir yazardır. Hem Fransızca hem de İngilizce, kimi zaman da bu iki dilin imkânlarını kullanarak yazar. Tıpkı burada “Godot’u Beklerken”de olduğu gibi: O, söz konusu oyunu önce Fransızca yazmış (1949). Yine oyun, Fransızca sahnelenmiş (1953). Beckett, bazı değişikliklerle bu oyununu 1954’te İngilizceye çevirmiştir. Ancak Beckett’in bu oyununun adı aslında kısmen İngilizcedir, daha doğrusu oyunun kendisi Fransızca olsa da adı bir parça İngilizceyi andırır. Çünkü İngilizcede “God/Tanrı” ve “ot” da Fransızcada bir küçültme eki. Böylece Beckett,  Godot’la  “tanrıcık” anlamında yeni bir sözcük uydurur. Kuşkusuz, Godot adı için başka açıklamalar varsa da en uygunu bu olmalı. Çünkü oyunun iki baş kişisinden Vladimir, sürekli İncil’den cümleler okuyarak Godot’nun beklenildiğinden dem vurur. Diğeri, Estragon ise Godot’yu sürekli unutur ve bulunduğu yerden ayrılmak ister. İşte bu Godot bir bakıma Hıristiyanların ve Müslümanların gelmesini birlikte beklediği İsa-Mesih’e de uyar. Ancak Hıristiyanlığa daha fazla kuşkusuz. Hıristiyanlıkta İsa, Tanrı’dır ve onu, dünyanın sonunda yeryüzüne Tanrı yeniden gelecektir diye beklemek temel inançlardan birisi. Bu “Tanrı’nın geleceğine” inanmazsanız dinden çıkarsınız. İslamiyet’te –en azından Ehl-i Sünnet’te– İsa-Mesih Tanrı değil, peygamberdir ve dünyanın sonunda gelecektir, denir. Ancak bu “temel inanç esaslarından” değil. İnansanız da olur, inanmasanız da. Bizim buradan bu din sorunundan çıkaracağımız, Beckett’ın oyununda ister istemez bu “inanlar ve inanmayanlar taifesini” de anıştırdığıdır. Bir başka deyişle sahnede sürekli İncil’den konuşan imanlı Vladimir ve sürekli Godot’yu unutan imansız Estragon vardır. İşte bu işsiz güçsüz serseri kılığındaki bu iki adam aslında çok ciddi ve önemli şeylerden söz ediyor gibi görünseler de özde kavramsız konuşmayı denemektedirler. Oysa, kavramsız konuşma insanın değil, Tanrı’nın dilidir. O konuşma ancak gönderdiği peygamberlerle kavramlara, insanın diline çevrilebilmiştir. Dolayısıyla Beckett burada hem Tanrı’nın yerine konuştuğunu var sayan kiliseyi, hem de sözde bu kiliseye karşı çıkıp yeni bir mutlak/ metafizik dil peşinde koşan kilise karşıtlarını, insana yeryüzü cennetleri, saadet zincirleri bahşedenleri, dolayısıyla ikide bir buldukları o yeni Tanrı: “Halk” adına karar verdiğini ve konuştuğunu varsayan, dinin/ kilisenin yerine geçen ideolojileri ve ideolojik devlet dilini de eleştirir. Daha doğrusu bu işin imkânsızlığını, saçmalığını göstermeyi amaçlar. “Cumhuriyet devri idelojisinin ‘İlericilik-Gericilik’, ‘Batıcılık-Doğuculuk’, ‘Laiklik-Yobazlık’ kavramları içine sokuşturduğu soyut ve aldatıcı bir düşünce tarzı” [7] da bu kavramsız konuşmayı denemenin, Tanrı’yı ıslıklamanın kötü bir kopyasıdır.  Bu konuşmanın mutlak dil peşinde koşanlara bilmem ama bu ülkedeki “ideoloji”den değil “gerçek”ten insanlarına hiçbir yararı olmamıştır ve olmayacaktır.


[1] (Beyatlı), Yahya Kemal, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay., İstanbul, 1988, s. 89.

[2] a.g.e., s. 88.

[3] a.g.e., s. 83.

[4] a.g.e., s. 88.

[5] a.g.e., s. 89.

[6] “Atiker, Mustafa, “Şiir Memurları”, Lodos / İki Aylık Şiir Seçkisi, Sayı: 1, (Şubat-Mart 1998), s. 15.

[7] Hilav, Selahattin, Felsefe Yazıları, (4. Baskı), Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2008, s. 91.