
BİR kör dövüşüdür
gidiyor… “Yaparım”, “Yaptırmam”, “Gönderirim”, “Göndermem”... Tam bir
inatlaşma!
Zâten
bu ülkede hangi konu uhûlet ve suhûletle müzâkere edilebiliyor ki? Her konu
ideolojik bir bakış açısıyla particilik ve politik zeminde tartışılıyor. Keskin
kutuplaşmalar ve politik inatlaşmalar oluyor. Anlamadan, dinlemeden herkes
eline geçirdiği ideolojik ve politik silahlarla birbirine acımasızca ateş
ediyor. Hâl böyle olunca da her şey birbirine karışıyor ve temel meselelere,
toplumsal sorunlara bir türlü sağlıklı çözümler üretilemiyor.
Göçmenler
ya da sığınmacılar
Suriyeli,
Afgan ve diğer göçmenlerden bahsediyorum. Dediğim gibi, her şeyi ideolojik
zeminde tartıştığımız için, bu insanların statüsü konusunda dahi terminolojik
olarak ortak bir kavram etrafında buluşamadık.
Bu
insanlar mülteci midir, göçmen midir, sığınmacı mıdır, düzensiz göçmen midir,
kaçak mıdır, muhacir midir, bizler de ensar mıyız, belli değil. Gerçi “Muhacir”
ve “Ensar” kavramları hariç (çünkü bu kavramlar sadece İslâmî
terminolojiye uygundur) uluslararası hukukta bu insanların statüsü kavramsal
olarak bellidir ama bizim toplumda zihinler karmakarışık olduğu için kavramlar
bir türlü yerine tam olarak oturmuyor.
Bunun
da sebebi, bizim konuları hukuk, uluslararası hukuk, savaş hukuku, göç hukuku,
siyâset bilimi, tarih, antropoloji, sosyoloji, siyâset sosyolojisi, hatta
teoloji açısından ele alıp değerlendirmek istemeyişimizdendir.
Biz,
meselelere olgusal ve yaşanan somut olaylar üzerinden bilimsel olarak bakmayı
beceremediğimiz ya da başka bir ifâdeyle her şeyi ideolojik ve politik zeminde tartıştığımız
için, aynı zamanda konulara rasyonel olarak değil de duygusal olarak
yaklaştığımız için, yaşanan bu tür sorunlara bir türlü köklü çözümler üretemiyoruz.
Politik
arenada herkesin birbirini alt etmeye çalışmak istemesinden ve politik düelloda
her şeyin mubah (!) olduğu algısından dolayı, konular ve kavramlar taraflar
tarafından alabildiğine istismar edilmektedir.
Konuyla
ilgili olarak daha önceki bir makalemde de belirtmiştim, bazı istisnâlar dışında
şimdinin muhacirleri ne gerçek mânâda “Muhacir”, ne de ensarları gerçek
mânâda “Ensar”.
Bu
insanların ve bizlerin profil ve popülasyonlarını teolojik ve sosyolojik açıdan
incelediğimiz zaman, Allah Rasûlü’nün yaşadığı zamandaki ve İslâmiyet’in ilk
dönemlerindeki Mekke ve Medineli “Muhacir” ve “Ensar” Müslümanlarının
özelliklerini şahsımızda ne kadar taşıdığımız hususunda müspet bir yargıya
varabilir miyiz?
Onun
için kendimizi kandırmaya ve birbirimizi aldatmaya hiç gerek yok. Ama ortada el
yakıcı bir sorun var ve bu sorun bütün tarafları (misafir olanları ve misafir
edenleri) derinden etkilemekte ve yakmaktadır. Sorun, insânî bir sorundur ve behemehâl
çözülmesi gerekir.
Mâmâfih
politik olarak içeride ve dışarıda bu sorundan nemalanmak isteyenler var.
Onlara da fırsat verilmeden sorunun uhûlet ve suhûletle âcilen çözülmesinde büyük
faydalar mevcut.
Sorun
analizi ve çözüm önerileri
Ne
var ki, çözüm konusunda her kafadan bir ses çıkmaktadır. Kimisi bu
sığınmacıları ırkçı yaklaşımlarla zorla göndermek istemektedir. Kimisi davulla
zurnayla göndermek istemektedir. Kimisi metazori uygulamalarla göndermek
istemektedir. Kimisi de ürettiği projelerle gönüllü ve onurlu bir şekilde
göndermek istediğini beyan etmektedir. Bazıları da içeride kalmalarını sağlayıp,
kurguladıkları kaos senaryolarıyla toplumu birbirine düşürerek iç savaş
çıkarmayı plânlamaktadır.
Ama
her ne olursa olsun, gelinen nokta itibariyle ortada büyük bir sorun vardır. Yaşanan
ekonomik kriz ve sosyal olaylar nedeniyle artık toplum bu yükü taşımakta bir
hayli zorlanmaktadır. Tolerasyon konusunda da büyük güçlük çekmektedir.
Âlicenap
Müslüman Türk milleti bu insânî drama başlangıçta sessiz ve kayıtsız kalmamış,
kucağını bu insanlara açarak varını yoğunu paylaşmıştır. Ama şartlar artık çok
değişmiş ve durum farklılaşmıştır. Toplumsal yapı artık çok kırılgan ve
travmatik bir hâle gelmiştir. Sorun gün geçtikçe ağırlaşmakta ve
derinleşmektedir.
Yaşanan
olayları ve mevcut problemleri yok sayarak veya halının altına süpürerek bir
yere varmak mümkün değildir. Bu bakımdan ilgililerin ve yetkililerin politik
inatlaşmalardan vazgeçerek soruna odaklanmaları ve herkesin, her kesimin
hayrına olacak şekilde bu sorunu bir an evvel çözmeleri gerekir.
Peki,
bu durumda ve bu şartlarda yapılması gereken nedir?
Üçüncü
yol ve târihimizden örnekler
Üçüncü
bir yol olarak nâçizâne benim şöyle bir önerim var: Kadınlar, çocuklar,
yaşlılar güvenli bölgeler ve güvenli yaşam alanları oluşturulana kadar şimdilik
burada kalsınlar ama uluslararası hukuk çerçevesinde eli silah tutacak çağda
olan gençler de orada burada aylak aylak dolaşacaklarına ve uygunsuz
hareketlerle toplumu tâciz ve huzursuz edeceklerine, gitsinler, kendilerini
vatanlarından, topraklarından, yerlerinden, yurtlarından, evlerinden,
barklarından, mallarından, mülklerinden eden kim varsa (Esed, PKK, YPG, SDG,
DEAŞ, Amerika, Rusya, İran yanlısı güçlerle) savaşsınlar, gerekirse şehit
olsunlar.
Ukraynalılar
kadar da mı değiller? Üstelik bunlar Müslüman olduklarını söylüyorlar. İyi ya
işte, vatanları, namusları, şerefleri için ya şehit olsunlar ya da gazi! Bu,
bir Müslüman için az pâye midir? Biz millet olarak Millî Mücâdele yıllarında,
Çanakkale Harbi’nde vatanımızı işgâl eden müstevlilere karşı namusumuz,
şerefimiz ve haysiyetimiz için çoluk çocuk, kız kızan, kadın erkek, genç yaşlı
demeden yüzbinlerce, milyonlarca şehit vermek pahasına savaşmadık mı?
Bacılarımızın,
kadınlarımızın, kızlarımızın iffetine, namusuna el uzatan Fransızlara,
Ermenilere ve diğer müstevlilere karşı Kahramanmaraş’ın sembol ismi ve yiğit
insanı Sütçü İmam gibi namus âbidesi kahramanlarla her şeyi göze alarak
şereflice çarpışmadık mı? Can verip kanlarımızı dökmedik mi? Kayseri Lisesinde,
Galatasaray Lisesinde ve diğer liselerde okuyan gençlerin hepsi vatanları için,
namusları için, izzetleri ve şerefleri için işgâlcilere karşı savaşıp tamamı
hayatlarının baharında şehit olmadılar mı? Şimdilerde bile Mehmetçiklerimiz Suriyeliler
için Suriye topraklarında her gün şehit olmuyorlar mı?
O
zaman bu durumda Suriyeli, Afgan ya da Pakistanlı gençler neden ülkelerine
dönüp de vatanlarını müdâfaa etmiyorlar?
Şu
söylenebilir: “İyi ama işgâlciler ve zâlimler çok güçlü, onların güçlü
silahları var, biz ise zayıfız. Onlar gibi güçlü silahlarımız da yok, onlarla
nasıl savaşacağız?” Tamam da, sizin de Allah’ınız var! Yoksa siz Allah’a
güvenmiyor musunuz? Siz daha iyi bilirsiniz; iman etmek, güvenmek demektir. Siz
hiç Kur’ân okumadınız mı? Allah müstekbirlerin düşmanı, mustazafların da dostu
değil midir? Yoksa siz Allah’ın dostluğunu mu kaybettiniz?
“Sünnet,
sünnet” diyorsunuz, siz Allah Rasûlü’nün sünnetleri olan Bedir, Hendek, Uhud
gibi gazvelerinden de mi hiç ders çıkarmadınız? Bu savaşlarda da düşman çok kavi
ve güçlüydü. Sonra ne oldu? Gerçek mânâda Allah’ın dostları olan mü’minler
zaferle müşerref oldular ve Mekke’nin fethiyle de zaferlerini taçlandırdılar.
Yoksa
siz sünneti tabaktaki yemekleri sonuna kadar yalamak yutmak olarak mı anlıyor
ve algılıyorsunuz? Kaldı ki, siz Allah’a güvenin ve hele bir yola çıkın bakalım,
elbette size silah veren ve yardım eden çok olur. Bu zamanda silah edinmek zor
bir şey midir? Diğerleri nasıl ediniyorsa siz de öyle edinirsiniz. Ülkeyi yönetenler
de sizleri motive edip eğit-donat programlarıyla herhâlde sizleri destekleyeceklerdir.
Denilmiyor muydu ki “Sefer bizden, zafer Allah’tandır”, o hâlde siz
seferden sorumlusunuz, zaferden değil.
İlgililer
ve yetkililer unutmasınlar ki, birisine balık ikram etmektense ona balık
tutmayı öğretmek yeğdir ve onun hayrınadır. Bu durum, balık ikram etmekten daha
da evlâdır. Yoksa, “Nasıl olsa bu ülkede ekmek elden, su gölden” anlayışı ve
rahatlığıyla, yetkililerin de size dokunulmaz kıldıkları garantörlüklerle, “Vur
patlasın, çal oynasın” felsefesiyle bu toplumda at oynatmaya kalkışırsanız,
bundan ne Allah razı olur (Allah-u a’lem), ne de kulu.
Altını
çizerek bir daha söylüyorum: Sözüm kadınlara, çocuklara, yaşlılara değil,
sadece gençlere ve orta yaşta olanlara. Bizimkiler de “uluslararası hukuk”
falan diyerek bahane üretmesinler. İsterlerse bir yolunu bulurlar. Avrupalılar
kendi vatandaşları olan tescilli teröristleri bile savaşmak için bir yolunu
bulup Suriye’ye göndermediler mi?
Kaldı
ki, Suriyeli gençler zâlimlere ve işgâlcilere karşı kendi öz vatanlarını, öz
topraklarını savunmak için gidip savaşacaklar, başka bir şey için değil. Bu,
uluslararası hukuka göre son derece meşru bir hak değil midir? Ukraynalılar
böyle yapmıyorlar mı? Batılılar da bu durumu alabildiğine desteklemiyorlar mı?
Böylece
önerdiğim bu üçüncü yolla hem doğal yoldan ülkemizdeki sığınmacıların nüfusu azalacak,
hem toplum biraz rahatlamış olacak, hem de Suriyeli gençler vatanlarını
savunmanın hazzını tadacak ve bunun şerefiyle müşerref olacaklardır.
Bu az bir şey midir?