Üçüncü yol

İlgililer ve yetkililer unutmasınlar ki, birisine balık ikram etmektense ona balık tutmayı öğretmek yeğdir ve onun hayrınadır. Bu durum, balık ikram etmekten daha da evlâdır…

BİR kör dövüşüdür gidiyor… “Yaparım”, “Yaptırmam”, “Gönderirim”, “Göndermem”... Tam bir inatlaşma!

Zâten bu ülkede hangi konu uhûlet ve suhûletle müzâkere edilebiliyor ki? Her konu ideolojik bir bakış açısıyla particilik ve politik zeminde tartışılıyor. Keskin kutuplaşmalar ve politik inatlaşmalar oluyor. Anlamadan, dinlemeden herkes eline geçirdiği ideolojik ve politik silahlarla birbirine acımasızca ateş ediyor. Hâl böyle olunca da her şey birbirine karışıyor ve temel meselelere, toplumsal sorunlara bir türlü sağlıklı çözümler üretilemiyor.

Göçmenler ya da sığınmacılar

Suriyeli, Afgan ve diğer göçmenlerden bahsediyorum. Dediğim gibi, her şeyi ideolojik zeminde tartıştığımız için, bu insanların statüsü konusunda dahi terminolojik olarak ortak bir kavram etrafında buluşamadık.

Bu insanlar mülteci midir, göçmen midir, sığınmacı mıdır, düzensiz göçmen midir, kaçak mıdır, muhacir midir, bizler de ensar mıyız, belli değil. Gerçi “Muhacir” ve “Ensar” kavramları hariç (çünkü bu kavramlar sadece İslâmî terminolojiye uygundur) uluslararası hukukta bu insanların statüsü kavramsal olarak bellidir ama bizim toplumda zihinler karmakarışık olduğu için kavramlar bir türlü yerine tam olarak oturmuyor.

Bunun da sebebi, bizim konuları hukuk, uluslararası hukuk, savaş hukuku, göç hukuku, siyâset bilimi, tarih, antropoloji, sosyoloji, siyâset sosyolojisi, hatta teoloji açısından ele alıp değerlendirmek istemeyişimizdendir.

Biz, meselelere olgusal ve yaşanan somut olaylar üzerinden bilimsel olarak bakmayı beceremediğimiz ya da başka bir ifâdeyle her şeyi ideolojik ve politik zeminde tartıştığımız için, aynı zamanda konulara rasyonel olarak değil de duygusal olarak yaklaştığımız için, yaşanan bu tür sorunlara bir türlü köklü çözümler üretemiyoruz.

Politik arenada herkesin birbirini alt etmeye çalışmak istemesinden ve politik düelloda her şeyin mubah (!) olduğu algısından dolayı, konular ve kavramlar taraflar tarafından alabildiğine istismar edilmektedir.

Konuyla ilgili olarak daha önceki bir makalemde de belirtmiştim, bazı istisnâlar dışında şimdinin muhacirleri ne gerçek mânâda “Muhacir”, ne de ensarları gerçek mânâda “Ensar”.

Bu insanların ve bizlerin profil ve popülasyonlarını teolojik ve sosyolojik açıdan incelediğimiz zaman, Allah Rasûlü’nün yaşadığı zamandaki ve İslâmiyet’in ilk dönemlerindeki Mekke ve Medineli “Muhacir” ve “Ensar” Müslümanlarının özelliklerini şahsımızda ne kadar taşıdığımız hususunda müspet bir yargıya varabilir miyiz?

Onun için kendimizi kandırmaya ve birbirimizi aldatmaya hiç gerek yok. Ama ortada el yakıcı bir sorun var ve bu sorun bütün tarafları (misafir olanları ve misafir edenleri) derinden etkilemekte ve yakmaktadır. Sorun, insânî bir sorundur ve behemehâl çözülmesi gerekir.

Mâmâfih politik olarak içeride ve dışarıda bu sorundan nemalanmak isteyenler var. Onlara da fırsat verilmeden sorunun uhûlet ve suhûletle âcilen çözülmesinde büyük faydalar mevcut.

Sorun analizi ve çözüm önerileri

Ne var ki, çözüm konusunda her kafadan bir ses çıkmaktadır. Kimisi bu sığınmacıları ırkçı yaklaşımlarla zorla göndermek istemektedir. Kimisi davulla zurnayla göndermek istemektedir. Kimisi metazori uygulamalarla göndermek istemektedir. Kimisi de ürettiği projelerle gönüllü ve onurlu bir şekilde göndermek istediğini beyan etmektedir. Bazıları da içeride kalmalarını sağlayıp, kurguladıkları kaos senaryolarıyla toplumu birbirine düşürerek iç savaş çıkarmayı plânlamaktadır.

Ama her ne olursa olsun, gelinen nokta itibariyle ortada büyük bir sorun vardır. Yaşanan ekonomik kriz ve sosyal olaylar nedeniyle artık toplum bu yükü taşımakta bir hayli zorlanmaktadır. Tolerasyon konusunda da büyük güçlük çekmektedir.

Âlicenap Müslüman Türk milleti bu insânî drama başlangıçta sessiz ve kayıtsız kalmamış, kucağını bu insanlara açarak varını yoğunu paylaşmıştır. Ama şartlar artık çok değişmiş ve durum farklılaşmıştır. Toplumsal yapı artık çok kırılgan ve travmatik bir hâle gelmiştir. Sorun gün geçtikçe ağırlaşmakta ve derinleşmektedir.

Yaşanan olayları ve mevcut problemleri yok sayarak veya halının altına süpürerek bir yere varmak mümkün değildir. Bu bakımdan ilgililerin ve yetkililerin politik inatlaşmalardan vazgeçerek soruna odaklanmaları ve herkesin, her kesimin hayrına olacak şekilde bu sorunu bir an evvel çözmeleri gerekir.

Peki, bu durumda ve bu şartlarda yapılması gereken nedir?

Üçüncü yol ve târihimizden örnekler

Üçüncü bir yol olarak nâçizâne benim şöyle bir önerim var: Kadınlar, çocuklar, yaşlılar güvenli bölgeler ve güvenli yaşam alanları oluşturulana kadar şimdilik burada kalsınlar ama uluslararası hukuk çerçevesinde eli silah tutacak çağda olan gençler de orada burada aylak aylak dolaşacaklarına ve uygunsuz hareketlerle toplumu tâciz ve huzursuz edeceklerine, gitsinler, kendilerini vatanlarından, topraklarından, yerlerinden, yurtlarından, evlerinden, barklarından, mallarından, mülklerinden eden kim varsa (Esed, PKK, YPG, SDG, DEAŞ, Amerika, Rusya, İran yanlısı güçlerle) savaşsınlar, gerekirse şehit olsunlar.

Ukraynalılar kadar da mı değiller? Üstelik bunlar Müslüman olduklarını söylüyorlar. İyi ya işte, vatanları, namusları, şerefleri için ya şehit olsunlar ya da gazi! Bu, bir Müslüman için az pâye midir? Biz millet olarak Millî Mücâdele yıllarında, Çanakkale Harbi’nde vatanımızı işgâl eden müstevlilere karşı namusumuz, şerefimiz ve haysiyetimiz için çoluk çocuk, kız kızan, kadın erkek, genç yaşlı demeden yüzbinlerce, milyonlarca şehit vermek pahasına savaşmadık mı?

Bacılarımızın, kadınlarımızın, kızlarımızın iffetine, namusuna el uzatan Fransızlara, Ermenilere ve diğer müstevlilere karşı Kahramanmaraş’ın sembol ismi ve yiğit insanı Sütçü İmam gibi namus âbidesi kahramanlarla her şeyi göze alarak şereflice çarpışmadık mı? Can verip kanlarımızı dökmedik mi? Kayseri Lisesinde, Galatasaray Lisesinde ve diğer liselerde okuyan gençlerin hepsi vatanları için, namusları için, izzetleri ve şerefleri için işgâlcilere karşı savaşıp tamamı hayatlarının baharında şehit olmadılar mı? Şimdilerde bile Mehmetçiklerimiz Suriyeliler için Suriye topraklarında her gün şehit olmuyorlar mı?

O zaman bu durumda Suriyeli, Afgan ya da Pakistanlı gençler neden ülkelerine dönüp de vatanlarını müdâfaa etmiyorlar?

Şu söylenebilir: “İyi ama işgâlciler ve zâlimler çok güçlü, onların güçlü silahları var, biz ise zayıfız. Onlar gibi güçlü silahlarımız da yok, onlarla nasıl savaşacağız?” Tamam da, sizin de Allah’ınız var! Yoksa siz Allah’a güvenmiyor musunuz? Siz daha iyi bilirsiniz; iman etmek, güvenmek demektir. Siz hiç Kur’ân okumadınız mı? Allah müstekbirlerin düşmanı, mustazafların da dostu değil midir? Yoksa siz Allah’ın dostluğunu mu kaybettiniz?

“Sünnet, sünnet” diyorsunuz, siz Allah Rasûlü’nün sünnetleri olan Bedir, Hendek, Uhud gibi gazvelerinden de mi hiç ders çıkarmadınız? Bu savaşlarda da düşman çok kavi ve güçlüydü. Sonra ne oldu? Gerçek mânâda Allah’ın dostları olan mü’minler zaferle müşerref oldular ve Mekke’nin fethiyle de zaferlerini taçlandırdılar.

Yoksa siz sünneti tabaktaki yemekleri sonuna kadar yalamak yutmak olarak mı anlıyor ve algılıyorsunuz? Kaldı ki, siz Allah’a güvenin ve hele bir yola çıkın bakalım, elbette size silah veren ve yardım eden çok olur. Bu zamanda silah edinmek zor bir şey midir? Diğerleri nasıl ediniyorsa siz de öyle edinirsiniz. Ülkeyi yönetenler de sizleri motive edip eğit-donat programlarıyla herhâlde sizleri destekleyeceklerdir. Denilmiyor muydu ki “Sefer bizden, zafer Allah’tandır”, o hâlde siz seferden sorumlusunuz, zaferden değil.

İlgililer ve yetkililer unutmasınlar ki, birisine balık ikram etmektense ona balık tutmayı öğretmek yeğdir ve onun hayrınadır. Bu durum, balık ikram etmekten daha da evlâdır. Yoksa, “Nasıl olsa bu ülkede ekmek elden, su gölden” anlayışı ve rahatlığıyla, yetkililerin de size dokunulmaz kıldıkları garantörlüklerle, “Vur patlasın, çal oynasın” felsefesiyle bu toplumda at oynatmaya kalkışırsanız, bundan ne Allah razı olur (Allah-u a’lem), ne de kulu.

Altını çizerek bir daha söylüyorum: Sözüm kadınlara, çocuklara, yaşlılara değil, sadece gençlere ve orta yaşta olanlara. Bizimkiler de “uluslararası hukuk” falan diyerek bahane üretmesinler. İsterlerse bir yolunu bulurlar. Avrupalılar kendi vatandaşları olan tescilli teröristleri bile savaşmak için bir yolunu bulup Suriye’ye göndermediler mi?

Kaldı ki, Suriyeli gençler zâlimlere ve işgâlcilere karşı kendi öz vatanlarını, öz topraklarını savunmak için gidip savaşacaklar, başka bir şey için değil. Bu, uluslararası hukuka göre son derece meşru bir hak değil midir? Ukraynalılar böyle yapmıyorlar mı? Batılılar da bu durumu alabildiğine desteklemiyorlar mı?

Böylece önerdiğim bu üçüncü yolla hem doğal yoldan ülkemizdeki sığınmacıların nüfusu azalacak, hem toplum biraz rahatlamış olacak, hem de Suriyeli gençler vatanlarını savunmanın hazzını tadacak ve bunun şerefiyle müşerref olacaklardır.

Bu az bir şey midir?