Üçüncü Cihan Harbi

Rahmetli Mahir Kaynak’a atfedilen bir söz var: “Bir olay olduğunda olayın failini bulmak istiyorsanız, olayın sonucunun kime yaradığına bakın. Bu olay kimin işine yarar? Bunu bilirseniz, bu işi kimin yaptığını da bilirsiniz.” Biz de bu işten kim milyarder olduysa, kim basamaklarını güncelleştirdiyse, ona bakıyoruz.

28 Temmuz 1914’te alevlenen ve 11 Kasım 1918’de sönen, neredeyse “Avrupa” kıtasını baştanbaşa kana bulamış, içinde üç kıtada 6 yüz yıl hüküm süren Osmanlı Devleti’nin de bulunduğu birçok imparatorluğa mezar olmuş Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde; 1919-1922 yılları arasında sayısız cephede gerçekleştirdiğimiz Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkmamıza ve bugünkü “Mîsak-ı Millî” sınırlarına kavuşmamıza sebep olan küresel savaşın üzerinden henüz 20 yıl geçmeden yeni bir cihan savaşına gebe kalındı.

Bu savaşın adı, İkinci Dünya Savaşı’ydı ve 1 Eylül 1939 tarihinde Hitler’in uçuk hayâllerine kurban edilen Almanya’nın Polonya’yı istilâ etmesiyle başlamıştı. “Müttefikler” ve “Mihver” isimli askerî blok arasında cereyan etmişti. 30 civarında ülkeden 100 milyonu aşkın insanın katılımıyla tam 6 yıl süren bu insanlık tarihinin en ölümcül savaşının bilançosu oldukça ağırdı ve 1945 yılında 85 milyon insanın ölümüyle sonuçlanacaktı.

Senarize edilerek tasarlanan ve açlığa bağlı çoklu ölümlerin yanı sıra salgın hastalıkların, soykırımların ve toplu katliamların yaşandığı savaşa göz atacak olursak, cephe hattında ve yollarda gezen paletli tanklar, zırhlı araçlar, gökyüzünde ise ölüm kusan bombardıman uçakları, onlara kucak açan devâsa uçak gemileri, dönemin en önemli nimetleri sayılan radar ve sonarlar, şehirleri haritadan silen ve hiçbir canlıya yaşama şansı vermeyen nükleer başlıklı silahlar ve uzun menzilli roketlerle son savaşta kullanılan teknolojiye dair ipuçlarını görürüz.

Dünyanın sosyal yapısını ve dengesini değiştiren İkinci Dünya Savaşı, bugünkü siyâsî gruplaşmaları da beraberinde getirmiş ve çok uluslu bir işbirliğini daha da ileriye taşımak ve çıkması muhtemel çatışmaları engellemek amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler’i (BM) doğurmuştu.

Her iki savaşın ardından defalarca “Üçüncü Dünya Savaşı patlak verecek” kaygısı oluştu ve bu kaygıyı tetikleyen sayısız savaş ve işgal yaşandı. Yunan İç Savaşı 1946, İsrail-Filistin çatışması (Arap-İsrail Savaşı) (1946-1948), Kore Savaşı (1950), Mau Mau İsyanı (1952), Küba Devrimi (1953), Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954), Vietnam Savaşı (1955), Altı Gün Savaşları (1967), Sovyet-Afgan Savaşı (1979), İran-Irak Savaşı (1980), Falkland Savaşı (1982), Körfez Savaşı (1990), Hırvatistan Savaşı (1991), Bosna Savaşı (1992-1995), Afgan İç Savaşı (1996), Kosova Savaşı (1998), Suriye İç Savaşı (2011-), Mısır İç Savaşı (2013) ve Libya İç Savaşı (2014-) ilk akla gelenlerden…

Bahsi geçen savaşların birçoğu ya bizim coğrafyamızda yaşandı ya da bizim tarihsel bağlarımıza dokundu. Nerede yaşanırsa yaşansın ve nereye dokunursa dokunsun, payımıza hep acı ve gözyaşı düştü. Savaştan her ne kadar ırak durmaya çalışsak da kendimizi o ateş çemberinin içinde bulduk. Hem nasıl bulmayalım ki? Mazlum coğrafyalardan yükselen feryatlara, “medet” sesine nasıl kulak tıkayabilirdik ki? Bazen NATO kapsamında, bazen de sınır güvenliği adına dâhil olduk. Kimine mânevî, kimine askerî destek verdik. Ama en çok barışın kalıcı olması için, güvenlikten mimariye, eğitimden sağlığa birçok alanda, sosyal hayatın yeniden tesis edilmesi için uğraş verdik, veriyoruz.

Ülkemiz, 1974 yılında gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra bir süre ASALA örgütüyle mücadele etti ve çok sayıda büyükelçisini ve konsolosunu bu uğurda şehit verdi. Akabinde ise, PKK ile uzun soluklu bir mücadeleye girişti ve o amansız mücadele, 1978’den bu yana kesintisiz devam etmektedir.

Sıcak ve soğuk savaşlardan dördüncü nesil savaşlara

Büyük Orta Doğu Projesi’nin gerçekleşmesi uğruna art arda yaşanan “Arap Baharı” renklendirilen devrimler ve Irak’tan Afganistan’a varıncaya kadar değişen rejimlerin tek bir amacı vardı: Kitlelerin “emperyalist projelere” karşı direncini kırmak ve Yugoslavya’dan Libya’ya, Mısır’dan Suriye’ye, İran’dan Kuzey Kore’ye, Yemen’den Afrika’ya, Lâtin Amerika’dan Rusya ve Çin’e kadar o büyük coğrafya parçalarının kuşatılarak istikrarsızlığa sevk edilmesi…

Saydıklarımızın çoğu, Yahudi lobisi etkisindeki Amerika’nın hayâlleridir. Son çeyrek yüzyılda ABD’yi yöneten George W. Bush ve ondan sonra gelen Barack Obama, geçen yıl görevi Donald Trump’tan alan Joe Biden, yürüttükleri küresel savaşın adını “Sonsuz Savaş” (Endless War) olarak dillendirdiler. “Ulusal Strateji Belgesi”ne göre savaşlar son bulmayacak gibi dursa da, şimdiye kadar çalan savaş tamtamlarına kulak kabarttığımızda, konuya hâkim olanların birçoğu içinde bulunduğumuz dönemi “Dördüncü Nesil Savaş” (Fourth Generation Warfare) olarak yorumluyor. Gerçek şu ki, artık üniformalı askerlerin yer aldığı, tank ile topun olduğu, uçağın geminin var olduğu savaşlar, neredeyse bir asırlık zaman eğrisinde kaldı.

Asker ile sivillerin, çatışma ile barışın, cephe ile emniyetli bölgenin ve en önemlisi “dost” ile “düşman” kavramlarına ait belirsizliğin ön plânda olduğu bu savaş seçeneği, ateş ve manevra gücünden de yoksundur.

Geçmişte ve günümüzde yaşanan her savaşın ve her yarışın bir amacı olduğu gibi, küresel salgının da amacı, “tek kutuplu” yeni bir dünya düzenini tesis etmek. Bunu gerçekleştirirken, “Sonsuza dek!” diyerek kadeh kaldırıyorlar. Masa başındakilerin iki gayesi var: Küresel liderlik ve hemen yanı başında “hazır ol” vaziyetinde duran askerî üstünlük… Ortak yanları ise, kendilerine başkaldıranları acımasızca ezip yok etmek. Çünkü sistem bunun üzerine kurgulanmış. Bunu yaparken, tereyağından kıl çeker gibi, yine aşı kozlarını cepheye sürüyorlar ve “aşı olanlar” ile “aşı karşıtlarını” kılıç kalkan oyununa dâvet ediyorlar.

Kendilerini sınırlandırmayan, belli bir bayrağa ve devlete bağlı hissetmeyen, hangi din olursa olsun onunla bağlarını koparan, yazılımla oluşturulan ve bize hayli garip gelen bambaşka bir dil ile konuşan, anlaşan ve bunu insanlığa dayatan aktörler, bir yandan yeni terör dalgalarını, yeni felâket senaryolarını, mutlak bir itaat kültürüyle yazıp çizen ve haber üreten medya organlarına emânet eder, diğer yandan adâlet terazisinden ve kutsal metinlerden ıraklaştırılan hukuk normlarını uygulamaya koydurur, algı ve psikolojik harekâtlar ile zihinleri kontrol ederken sivil toplum kuruluşları yönetir, son olarak da sağlı sollu beyin loplarını yıkayarak siyâset mühendisliklerini topluma enjekte eder. Filmin afişinde yer almayan aktörler, manipülasyonlarla ekonomik devrimler yapmayı âdet hâline getirenlerden başkaları değildir!

Başlığa ve yukarıda zikrettiğimiz savaşlar ile devam eden iç savaşlara bakarak, “Üçüncü Dünya Savaşı zâten başlamış” diyebilirsiniz. Ben de sizin gibi düşünüyordum. Tâ ki, yakamızdan bir türlü düşmek bilmeyen şu Koronavirüs illetiyle tanışana kadar...

İkinci yılına girmeye hazırlanan virüs, direncinden kayıp yaşamadan yoluna devam ederken, can yakmaya ve can almaya da devam ediyor. Üstelik “küresel” boyutlara ulaşan bir ekonomiyi de bünyesinde barındırarak…

Her savaşın bir çıkış hikâyesi vardır ve biz onu dün olduğu gibi bugün de tarih kitaplarına havâle ederiz. Ama tüm bu sebep-sonuç ilişkisinde, bir de bilinmeyen ama kurgulanmış pazar oluşturma gayreti saklıdır. Koronavirüsün de bahsi geçen pazarlardan biri olduğunu, mahallî bir alanı kapsamadığını, ülke sınırlarından taşarak kıtalara yayıldığını, dolayısıyla insanın ve dijital teknolojinin girdiği her alanda çadır açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Nasıl ki dün menzil gücü uzun mermiler, roketler ve füzelere sahip olma anlayışı hâkimdiyse, bugün de insansız hava araçlarına, aynı anda binlerce ve hâttâ milyonlarca insanı yok edecek uzaktan güdümlü konvansiyonel silahlara sahip olma anlayışı hâkim.

Ülkelerin savunma sistemleri dâhilinde arzuladıkları ve gerçekleştirdikleri hedeflerden ziyâde, bu işin bir de güce yani paranın kaynağına ulaştıran markaları ve sosyal medya uygulamalarını insanlığın hizmetine sunulması boyutu var.

Bahsi geçen sunucular, dijital çağa damga vuranlardan oluşan ve sınırsız deneyimin parçası olma uğruna kazandıklarını harcamaktan çekinmeyen “dünyanın en zengin insanları”… Zira attıkları her adım, harcadıkları her dolar, kendilerine katbekat geri dönüyor. Uzayın derinliklerine hâkim olma yarışı da işte bu yüzden kızışıyor ve her deneme, bir sonraki yeniliği de beraberinde getiriyor.

İnsandaki “sahip olma” dürtüsü, dünyaya topyekûn hâkim olma arzusunu depreştiriyor ve her dilden, her din ve renkten oluşan milyarlarca nefes alıp vereni birer “denek” gibi görmesine sebebiyet veriyor.

Uygulamaların indirilmesi sırasında, rızâmız dâhilinde bizden istenen ses dosyaları, videolar, konuşmalar ve daha nicesi bulutlara yayılarak elimizden çıkıveriyor. Tâbiri diğerle, bir şekere kanmış oluyoruz.

O yüzdendir, birbiriyle son derece ilintili bu çağın argümanları ve o argümanların sahipleri bize karşı ittifak hâlindeyken, kendi aralarında rekabet hâlindeler. Kıyasıya yarışın galiplerinin nasıl bir haz aldıklarını tahayyül bile edemeyiz. Edebilmek için dolar milyarderi olmamız lâzım.

Algı yönetimi ve algoritma tekniği

Daha az uğraş, daha az masraf, ama daha çok canlının ruhunu kabzederek, bir bakıma Azrailliğe soyunarak daha çok kazanmak varken, neden Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi daha çok silaha, uçağa, gemiye ve askerî teçhizata yatırım yapsınlar ki? Bırakın küçük toprak parçalarını; ülkeleri, tüm kıtaları yapay zekânın üretildiği laboratuvarların ikizinde üretilen iğnenin ucu büyüklüğündeki virüs ile çok rahat elde edilebilirler. Edildi de…

Dikkatle bakarsak, virüsü üretenlerin hem rakip, hem müttefik olduklarını rahatlıkla görebiliriz. Yine dikkatle bakarsak, ona bir kod verenlerin, 6 ay gibi kısa bir sürede aşı mucitleri olduklarını da göreceğiz.

Rahmetli Mahir Kaynak’a atfedilen bir söz var: “Bir olay olduğunda olayın failini bulmak istiyorsanız, olayın sonucunun kime yaradığına bakın. Bu olay kimin işine yarar? Bunu bilirseniz, bu işi kimin yaptığını da bilirsiniz.” Biz de bu işten kim milyarder olduysa, kim basamaklarını güncelleştirdiyse, ona bakıyoruz.

İşte tüm olup bitenlerin ışığında, son dönemde yine sıklıkla suâl edilmeye başlanan, hâliyle de cevabı merak edilen “Üçüncü Dünya Savaşı” spekülasyonlarına başka bir zâviyeden bakılması gerektiğine inanarak bu yazıyı kaleme aldım.

Kabul etmeliyiz ki, dünya kamuoyunda yaratılmaya çalışılan algı, “korku” merkezli. Öleceğiz. Evet. Ölüm canlıların kaderi ve mutlak bir son ölüm. Ama ölümlerin tek müsebbibi Koronavirüs değil! O yüzden küresel çaplı bir “Üçüncü Dünya Savaşı” beklemeyelim!

Atılan her tweetin ebabil kuşu gibi taş indirip indirmediğine bakalım ve ibret alalım. İbretin yanında da önlem alalım. Zira taşlar çok ama çok yüksekten atılıyor; üstelik uzun menzilli. Üçüncü Cihan Harbi’nin yaşandığı toprak parçası, uzayın derinliğinde başlıyor, işyerimizde, evimizde, hâttâ yatak odamızda son buluyor. İndirilen ve kullanılan her uygulama birer cepheye dönüşürken, cepheler de network siperleri ile birbirine bağlanıyor. Mühimmatlarsa taşınabilir diskler ve bulut teknolojisi ile taşınıyor.

Cebimizdekilere gelince… Onlar cebimize sığan birer konvansiyonel silah; kameralar ve mikrofonlarsa casus…