Üçün üçüncüsü

“O gün yaşam bitti sanıyordum. Bitmedi tabiî, her şey devam etti; yaşadık, güldük, ağladık... Lâkin ben hep eksik oldum, yarım oldum…”

“EYLÜL’DÜ/ Dalından kopan yaprakların/ Sararan yanlarına yazdım adını/ Sahte bir gülüşten ibarettin oysa/ Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu/ Eylül’dü/ Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız/ Adımlarımızın kısalığı bundandı/ Bundandı gözlerimin durgunluğu.”[i]

Eylül’dü kısa saçlarıyla kulaklarını kapatıp, hâkim yaka krem renkli gömleğini şık bir broşla öne çıkaran ve koyu bir döpiyes takımla sınıfa girdiğinde…

Eylül’dü vakur adımlarla öğretmen masasına çantasını bırakıp, İstanbul Türkçesi ile öğrencilerini selâmladığında…

“Ben, yeni edebiyat öğretmeniniz!”

Adını kendi ağzıyla duyurduğundan beri, adı zihninde, sesi de kulağında yer edinmişti. Cahit Sıtkı Tarancı, geldiği mevsimlere atıfta bulunuyordu: “Ne şairane mevsimdi eskiden sonbahar/ Bahçeleri talan eden bir deli rüzgârdı/ Kırılan dal, düşen yaprak, şaşkın uçan kuşlar…” Sadece o değil, Attila İlhan da, “Neresinden baksan gözlerin kamaşır/ Oysa ben akşam olmuşum/ Yapraklarım dökülüyor usul usul/ Adım sonbahar” diyecekti.
Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi olduğu sene dünyaya geldiğinde, hatıra diye koparılıp saklanan takvim yaprağında 6 Ağustos 1949 yazıyordu. Aksaray İnkılap Sokak'ta oturuyorlardı. Aşılması güç, karlı bir dağa benzettiği babası, elinden tutarak aile fotoğrafçısına götürdüğünde sekiz yaşındaydı, ama kimse inanmıyordu buna.

Zaman çabucak geçmiş, Zehra Ana’nın kızı İstanbul Beşiktaş Kız Lisesi’nden mezun olmuştu (1967). Dört yıl sonra da İstanbul Üniversitesi’ndeki kep fırlatma törenine katılmıştı.

“Aşk, yaşayanlar içindir”[ii]

Türkçe aşkı, vatan aşkı derken gerçek aşkı ile yolu kesişmişti. “İstanbul” deyince, herkes gibi onun da aklına Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “İstanbul Destanı” geliyordu gelmesine, ama mesleği ve eşinin pozisyonu nedeniyle çok sevdiği İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Kültür medeniyetinin beşiği sayılan Anadolu’dan gelip geçen uygarlıklara ev sahipliği yapan ülkemizi karış karış gezmişlerdi. Son uğrak yerleri ise Van gölünün şirin ilçesi Erciş’ti.

“Sessiz Gemi”

6 Edebiyat A sınıfında onlarca öğrenci vardı, ama ikisinin birbirine bakışı farklıydı. Kapı girişindeki ikinci sırada bulunan öğrencisiyle kısa sürede kaynaştılar. Bu kaynaşmada evdeki öğretmen ablalarının payı var mıydı, onu bilmiyordu, ama “Ercişli Emrah” adına düzenlenen şiir yarışmasındaki performansı, doğumunun 100’üncü yıldönümünde Yahya Kemal Beyatlı’nın, “Artık demir almak günü gelmişse zamandan/ Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” satırlarıyla başlayan “Sessiz Gemi” isimli şiirini sesine, resmigeçitlerde ise al bayrağı onun ellerine emanet edişi, tiyatro, piyes ve oratoryo kollarında rol biçişini birer ödül olarak görüyordu.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “Memleket isterim/ Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun/ Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun” satırlarında geçen memleket sevgisini, büyük bir boy aynasını andıran gözlerinde görüyordu.

Dürüstlüğü takdir ederdi

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda katıldığı resim yarışmasında dereceye girmiş, ödülünü de İlçe Kaymakamı vermişti. Ertesi gün öğrencisini yanına çağırarak, “Tebrik ederim, resim yarışmasında birinci olmuşsun!” dedi. Birincilikle taltif edilmek kulağına hoş gelse de, “Hayır hocam, birinci değil, üçüncü oldum!” diye cevap vermişti.

20 yıl sonra

Aradan geçen onca yıla rağmen onu unutmamıştı ama izini kaybetmişti. Öğretmenliği ve eşi Selahattin Binbaşı’nın haricinde başka bir veri yoktu elinde. Hemen aramaya başladı ve buldu. On haneli telefon numarasını tuşlayıp beklemeye koyuldu. “Efendim?” der demez tanımıştı öğretmenini. Sesi hiç değişmemişti. Öğretmenler Günü münasebetiyle kaleme aldığı şiirini okumaya başladı. Sükûnetle dinledi. Belli ki bu jesti kimin ne için yaptığını öğrenmek istiyordu. Daha fazla bekletmeden kendisini takdim etti. Öğretmeninde gurur ve şaşkınlık, her ikisinin gözlerinde ise sevinç gözyaşları vardı…

“Bizi kış ortasında bahara, baharın rengine, sesine, kokusuna götüren Farukcan… Şairlerin kalemi sihirli değnek, yürekleri ise sonsuz bir âlem… Yaşamın, bugüne kadarki anlamını hiç yitirmeden şiirle dolu sürüp gitsin. Kalemin hep yazsın ve yürek sesi hiç susmasın!” diyerek öğrencisini Mehmet Emin Yurdakul’un, “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet/ Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” satırlarıyla taltif etti.

Melih Cevdet Anday’a ait, “Yaşamak güzel şey doğrusu/ Üstelik hava da güzelse/ Hele gücün kuvvetin yerindeyse” dizelerinde geçtiği gibi eli ayağı tuttuğu sürece kalemi ve öğrencilerini bırakmamış, emekliye ayrıldıktan sonra özel bir kolejde Türk diline hizmet etmeye devam ettiğini öğrendi. Gururlanma sırası kendisindeydi.

Öğrendikleri bunlarla sınırlı değildi. Mine, Mert ve Buket’in annesiydi aynı zamanda. “Vatanı korumak, çocukları korumakla başlar” diyen Başöğretmen’in izinden giderek onları hayata hazırlamıştı; kimi hekim olmuş, kimi yurtdışına gitmişti. Üçünü de evlendirmiş ve birbirinden güzel torunları olmuş, onlardan üçünü 3 Kasım’da kucağına almıştı.

“Biz burada azaldık, siz orada çoğaldınız
Bir sabahın alacakaranlığında hayata "veda" eden babasının ardından, “O gün yaşam bitti sanıyordum. Bitmedi tabiî, her şey devam etti; yaşadık, güldük, ağladık... Lâkin ben hep eksik oldum, yarım oldum” diyerek sızlayan yanını belli eder. Sıraya girmiştir; sevdikleri, annesinden sonra, Çanakkale şehidi dedesinin ismini taşıyan kardeşi Cemal, ardından kız kardeşi Yurdagül’ü kaybedince şöyle der: “Biz burada azaldık, siz orada çoğaldınız.Babasıyla yan yana yatan annesine, “Sensiz geçen senin günlerin çoğalıyor Annem/ Aynı acı, aynı kimsesizlik/ Senin yerini kimse tutmuyor Annem” şiiriyle seslenir.
Şiirlere yolculuk

Kâh Yûnus Emre’den, Karacaoğlan’dan, kâh Necip Fazıl’dan, gönül gözü açık Âşık Veysel’in yürek derinliğinden kopup gelen “öz Türkçeden” örnekler verir, “Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz/ Gül dikende biter, diken gül olmaz/ Dız dız eden her sineğin bal' olmaz/ Peteksiz arının balı yalandır” derdi.

“Geriye senin rengin/ Benim gülüşüm/ Bizim umudumuz kalacak” diyen Saim Akbulut gibi umut doludur. Sıklıkla Refik Durbaş’ın isteğini yineler, “Barış koyun çocukların adını” der, kavgasız, acısız, dostluk ve barış kokan bir pazar sabahında Nazım Hikmet’i “Toprak ve güneş” ile buluşturur ve “Bahtiyar” olur.

Dostlar biriktirirken hayatında, tarifini Oğuzkan Bölükbaşı’ndan alır: “Dostları olmalı insanın/ Aynen gemilerin limanları gibi/ Zaman zaman uğradığın/ Yükünü boşalttığın/ Dalgalar geçinceye kadar beklediğin koynunda.” Sonra Behçet Necatigil’in ağzından, “Sevgileri yarınlara bıraktınız” diye sitem eder. Kar yağınca Ağrı'da, Cenap Şehabettin düşer aklına ve bahar soluklar: “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş/ Eşini gaip eyleyen bir kuş gibi kar/ Geçen eyyam-ı nevbaharı arar.”

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” diyerek talebelerini Ahmet Haşim’in uzattığı merdivenlere yönlendirir. Cahit Sıtkı Tarancı'yı anarken, “Gün Eksilmesin Penceremden” isimli şiirini fısıldar.

Yaşamı boyunca mutlu birey ve huzurlu toplum oluşturmayı, evrensel bir sevgi anlayışı kurmayı hedefleyen Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin beyitlerini paylaşır: “‘Ben bir denizim’ demedim mi sana?/ ‘Sen bir balıksın’ demedim mi?/ Demedim mi ‘O kuru yerlere gitme sakın!’?/ ‘Senin duru denizin benim’ demedim mi?

Hayatındaki üç “özel” kadından biri

İlki, ilk öğretmeni, onu doğuran, büyüten çile kadını annesiydi. İkincisi, onu kalemle buluşturan, harflere yön veren öğretmeni, üçüncüsü ise olgunluk döneminde şaire inanan, itimat eden ve o inanmışlıkla her badireye göğüs geren sabır ve kelâm yörüngesi “Hüşyar Gönül”…

 

Kim kimin hayatına hediyedir diye bir ayrım yapmadan ve buna ihtiyaç duymadan… “İyi ki varsınız!”

 


[i] Cemal Süreyya

[ii] Necati Cumalı