İNSAN akıl, irade ve sorumluluk sahibi bir varlıktır. Aynı
zamanda özgürdür; ancak bunlar sınırsız ve sonsuz değildir. İnsan, aklıyla
değerlendirdiği ve öğür iradesiyle tercih ettiği eylemlerinden sorumludur.
Allah kullarına dileyebilme ve seçebilme özelliği takdir etmiştir. Bu özelliği
ile dilediğini seçebilir. Bir kimsenin bir dini seçmesi, seçtiği dinin
kurallarını yerine getirmesi veya getirmemesi yine kendi tercihine bağlıdır.
Bozulmamış yaratılışa “fıtrat” denir. İnsan, fıtratını
bozmadan devam ettirebilme imkân ve kabiliyetine sahip olduğu gibi, onun aslî
yapısını bozma imkân ve kabiliyetine de sahiptir. Kötülük ve şer bu fıtratın
bozulmasıyla ortaya çıkar. İnsan bu özgürlüğe sahiptir ve kendi tercihine
bırakılmıştır. Fakat insanın amacı, bu dünyaya nasıl suçsuz/günahız geldi ise, Rabbinin
huzuruna da suçsuz ve günahsız bir şekilde gitmek olmalıdır. Bunu başarabilen
olduğu gibi, başaramayanlar da olacaktır.
Herkesin günahını kendi aleyhine kazanması[i], her bir insan kaderinin kendi çabasına bağlı
kılınması[ii],
insanın ancak çalıştığının karşılığını alması[iii], başarı ve
başarısızlıkların insanın kendi sorumluluğunda olduğunu göstermektedir. Aslında İslam, insanın aklına, mantığına,
kapasite ve gücüne ağır gelecek hiçbir yük yüklememiştir[iv]. İnsan sorumlu tutulduğu
her şeyin üstesinden gelebilecek donanıma sahiptir. Peki, gerçekten öyle midir?
Müslümanların davranışları Kur’an’da bir ayette üç
şekilde değerlendirilir: “Sonra Biz bu İlahî
kelamı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras olarak bıraktık. Kur’an’ı
onlara emanet ettik. Onlardan bazıları bu emanetin hakkını vermemekle
kendilerine zulmederler. Bazıları ortada bir yol takip ederler. Bazıları ise
Allah'ın izniyle bu emanetin hakkını verme hususunda önde giderler. İşte gerçek
fazilet budur!”[v]
Bu ayette geçen üç tip davranış şöyle yorumlanabilir:
Allah’a iman etmiş olan bütün ümmet-i Muhammed, Allah’ın Kitabına varis
sayılır. Bu varisler fert bazında ele alınacak olursa, her iman eden kişinin
aynı hassasiyet ve ölçü içinde Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmediği
görülür. Bu, onların imandan şüphe ettiklerinden veya iman eksikliğinden değil,
tembelliklerinden kaynaklanır. Zira Kur’an’da iman ile amelin ayrı şeyler
olduğuna işaret edilir. Örneğin Allah, Asr Suresi’nde asra yemin ederek
insanların zararda, fakat iman eden ve salih amel işleyenlerin, hakkı ve sabrı
tavsiye edenlerin istisna olduğunu bildirir[vi]. Bu bağlamda kişi imanlıdır, fakat amel noktasında kendi nefsine
zulmediyor olabilir. Yani günahkâr olabilir. Böyle kimseler kalben ve zihnen
mümin ve Müslümandırlar. Kâfir ve münafık nitelemesi yapılamaz. Ancak günah
işlediklerinden dolayı kendilerine yazık ederler. Ayrıca ahirette azaba maruz
kalacakları için de kendi kendilerine zulmetmiş olurlar.
Bu tür davranış sergileyen insanlar üşengeç tiplerdir.
İtikadî bir problemleri olmasa da dinî konularda eyleme geçmeleri çok ağırdır.
Bunların bazıları Allah’ın sonsuz rahmet ve merhametine güvenerek bağışlanma
ümidi içinde olabilirler. Bazılarının ise o vurdumduymazlıklarını bir zaman
sonra alışkanlık haline getirip hayat tarzına dönüştürmüş olmaları mümkündür.
Nitekim toplumumuzda Müslüman olduğunu söylediği halde namaz kılmayan, oruç
tutmayan birçok insana rastlamak mümkündür. Bu tiplerde Allah’ın Kitabıyla
ilgili okuma-öğrenme noktasında pek çaba da görülmez, fakat Allah’a ve Kur’an’a
saygıları vardır. Bu kutsal değerlere bir hakaret veya saldırı olsa kendilerini
hemen ortaya atarak savunanlar çıkar. Bunun hakkında “Kalplerindeki imanın bir
tezahürüdür” denilebilir.
Varislerden orta yol takip edenlere gelince, onlar
kendilerine zulmeden gruptakilerden daha iyi durumdadırlar. Ancak bu grupta
bulunanlar da ne iyi, ne de kötü yolda mesafe kat edebilirler. Amel açısından
nötr durumdadırlar. Yani iyi-kötü sınırında orta bir yerdedirler. Sürekli git-gel
yaşarlar. Bu kişilerin amelî hayatı fulüdür. Örneğin sigara içen birinin
sigarayı bırakarak birkaç hafta hiç içmemesi ve kendine verdiği zarardan dolayı
pişmanlık yaşaması güzel bir başlangıçtır. Ancak nikotin bağımlılığı veya
çözemediği bir problemin sıkıntısının onu tekrar sigara içmeye sevk etmesi kötü
bir dönüştür. Bu, temizlediği alanı kirleten temizlikçiye benzer. Yine aynı
şekilde, alkol alan birinin onu terk edip namaza başlaması, fakat bir müddet
sonra tekrar alkol almaya dönmesi de bir ileri, bir geri giden yolcu gibidir.
Bazı Müslümanlar yaptıkları kötü davranıştan pişmanlık
duyar ve tövbe ederler. Allah’ın emrini yerine getirme ve yasaklarından uzak
durma hususunda gayret göstermelerine rağmen gevşekliğinden veya irade
zayıflığından bir türlü istikrarı yakalayamazlar. Hâlbuki “amellerin en bereketlisi
ve güzeli, az da olsa devamlı olanıdır”[vii]. Davranışında istikrarsız olan kimselere ciddi bir eğitim verilerek
olumsuzlukları olumlu yöne çevrilebilir.
Davranışlarında git-gel yaşayan kimseler, kısmen
suçluluk psikolojisi yaşarlar. Çünkü işlenen günah, onlara suçluluk duygusu
yaşatır. İnanç ile davranışın çelişmesi, içsel bir gerginliğe sebep olur.
Dolayısıyla bu insanlar, mutsuz insanlardır.
Emanetin hakkını vererek önde gidenler ise kullukta ve
iyilikte yarış halindedirler. Bu grupta yer alan Müslümanlar, Allah’ın
emirlerini titizlikle yerine getirmeye çalışan ve yasaklarından da dikkatle
kaçınan öncü kimselerdir. Yani nefislerini kötü duygulardan, kalplerini kötü
düşüncelerden arındırmayı dert edinmiş kimselerdir. Bunlar daima faydalı işler
yapan örnek kimselerdir. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket ederler.
Nefislerini cimrilikten koruma[viii], paylaşma[ix] ve insanlara karşı nezaketli davranma[x] gibi güzel hasletleri yaşamlarının bir parçası haline getirmiş
kimselerdir.
Bu gruptaki Müslüman mutluluk psikolojisi içindedir.
Hayatında inanç ve davranış çelişkisi yaşamaz. İnandığı gibi yaşadığı için
inancını yerine getirmenin içsel huzurunu yaşar. Diğer taraftan başkalarını
düşünmek, onların hak ve hukukunu korumak, özverili olmak, bu hususta fedakâr
ve feragat sâhibi, yani “diğerkâm” olmak bu gruptaki Müslümanların temel gıda
kaynağıdır. Bu tür kaynaklardan beslenen insan, birini mutlu etmenin
mutluluğunu yaşar.
Sonuç olarak, “Biz her insanın sorumluluğunu kendi omuzlarına yükledik. (Özgür iradesiyle yaptığı iyi-kötü bütün işleri adeta bir halka gibi boynuna geçirdik). Nitekim kıyamet ve hesap günü insanın önüne hesap defterini koyacağız ve o da bütün yaptıklarının amel defterinde kayıtlı olduğunu görecektir. Sonra ona ‘Şimdi oku bakalım amel defterini! Bugün (başka hiçbir şeye gerek olmaksızın) kendi hesabını kendin görmeye yetersin’ denecektir.”[xi]