Üç tas çorba

Belki de Cennet, bir yetimin başını okşamaktaydı. Cömertçe, riyasız ve sessizce yapılan bir hayırdaydı. Sonra o bir hayır binlere, milyonlara bölünüyor, çoğalıyor ve sonsuz bir Cennet saadeti olarak sahibine geri dönüyordu. Bunu, paylaşmayı bilmeyenler ile gösterişten paylaşanlar nereden bilebilirdi ki?

İKİ çocuk, açlığın mideye akşamı hatırlatan gürültüsünde bir kaldırım taşına oturdular. “Akşam olmuş” dedi biri. Zamandan haberleri yoktu ama sabahtan bu yana bir şey yememişlerdi ve tam bu saatlerde mideyi döven kramplar, saatin kaç olduğunu hatırlatıyordu neyse ki. Günün saatlerinin ölçü birimi, açlığın bedenlerindeki hiddetiydi. Tabii günler de birbirinin aynı sayılmazdı. Ekmekle başlayan sabahlar vardı ki; bayram rengine boyanmış gibi daha ılıman, daha sevecen ve daha uzundu. Hem böyle olunca akşamlar da daha geç inerdi şehre. Ama bazı günler ne yatkın olurdu karanlığa! Ekmeksiz günler... Daha güneş köşesine çekilmeden gece kaplardı kâinatı.

Çocuklardan biri elini yumruk yaptı, ağrıyan midesi üzerine bastırdı. Diğeri daha o kadar değildi. Onun da şehrine akşam gelmişti gelmesine ama zifiri de sayılmazdı henüz. Ne var ki onun da gözleri süzülmüş, bayıldı bayılacak izliyordu kalabalığı. Kalabalığın kendilerinden bu kadar habersiz, bu kadar uzak oluşu her defasında hayret vericiydi. Hem ezberlemişlerdi bu yokluk hissini hem de bu ezberin her tekrarı aklı kurcalıyor, cevapsız bir boşlukta yeniden hayrete düşürüyordu. Kalabalıktan kendilerine temas edecek bir çift göz bile bulamadılar. Eğer bulsalardı çok daha kolay geçecekti bu sancı. Nihayet birbirlerine baktı iki çocuk. Ekmek isteme sırası midesine yumruğunu bastıran çocuktaydı. Bu bakışmada kendine söylenen sözleri işitti ama midesinin sancısı bile bu kadar ağır gelmiyordu ruhuna. Bir özensiz bakışı bile kendine çok gören bu hayret verici kalabalıktan azar işitmeyeceği bir kalbe denk düşecek, üstüne bir de bize ekmek alır mısın cümlesinin bütün damarlarını sıkıştıran ağırlığına teslim olacak, evet, sonunda belki midesindeki yangın dinecek ama bu buhranlı zamanın yükü, sırtına sıradağlar oturmuş hissini bırakacaktı. Ama mecburdu. Sonunda beklenen çıkışı yaptı diğer çocuk.

-Sakın cayayım deme, sıra sende, biliyorsun.

Biliyordu… Her gün biri, aynı asma köprü kılıklı saatlerden geçmek zorundaydı ama her zaman karşı yakaya varılmıyordu. Bazen köprünün karşı ucu görünmüyordu bile... Birazdan bir gölge kapladı üzerlerini… Başlarını kaldırıp gölgenin sahibine baktılar. Çocukların derdini, dile gelmeden duyan bir kalbe rastlamak her zaman mümkün değildi ama bu akşam, istemeden verebilen bir cömertliğin neşesine düşmüşlerdi. İşten dönerken kaldırımda iki büklüm oturmuş bu iki masumu gören adam, bir müddet uzaktan onları izlemiş, aç olduklarını daha ilk bakışta anlamıştı. Yalınayak, toz toprak içinde, kirden kararmış yüzleriyle bile cenneti hatırlatan bu iki masumiyet, adamın bütün merhametini şaha kaldırmış, akşamın rengini sevgiye boyamıştı. Açlık ve sevgi, şimdi aynı kaldırımdaydı.

-Çocuklar aç mısınız?

Yine bakıştı iki çocuk... En azından “açız” demesi gereken kişi belliydi. Utana sıkıla, sesi titreye titreye “Evet, abi.” diyebildi.

Bu kaçış cümlesi için de kendini tebrik edecekti sonra. Açım ya da açız, ekmek alır mısın ya da para verir misin gibi bir cümle kurmadan açlığını dile getirmişti. Bu ağabey ne muhteşem bir şeydi. Hiç ara sokaklara girmeden direkt sormuştu soruyu ve midesindeki meydan muharebelerini dindirmeye çalışan bu mahcup güzellik, hiçbir talepte bulunmadan derdini anlatabilmişti. Bu ağabey, Allah’ın lütfu olmalıydı.

-Hadi benimle gelin!

Gözlerini zeminden kaldıracak gücü bulamadı çocuklar ama açlığın hüküm sürdüğü bedenleri çoktan eyleme geçmişti bile. Adamın peşi sıra gittiler, bir pilavcıya girdiler. Sebzeli, etli, tavuklu pilav çeşitleri, çorba çeşitleri ve meşrubatlar…

-Ne istersiniz?

-Çorba yeter abi

-Olur mu canım, bir tas çorbayla doyulur mu?

Adam da anlamıştı, bu küçük eller almaya, bu masum diller istemeye alışık değildi, sadece mecburdu. Siparişi kendi verdi.

-Biz üç çorba, üç etli pilav ve üç tatlı alalım.

-Abi gerek yok, gerçekten…

Ağabey gülümsedi, gerek vardı. Hem de bir gecenin gündüze kavuşması, bir kuzunun annesini bulması, bir yağmur damlasının toprağa inmesi ve gezegenlerin yörüngelerinde yüzüp gitmesi kadar gerek vardı. Belki daha da fazla… Alışverişi tamamlayıp dükkândan çıktılar, adam paketleri çocuklardan birinin eline tutuşturdu.

-Abi, burada üç kişilik yemek var, biri senin değil mi?

-Yok çocuklar, hepsi sizin, belki tekrar acıkırsanız…

Adam gülümsedi… Daha fazla utanmasınlar ve teşekkür faslına başlamasınlar diye hızla uzaklaştı. Ama ara ara bu çocuklara uğramam gerek diye de geçirdi içinden… Çocuklar cami avlusunda açtılar paketi, içinden de biraz para çıktı. Ne ara koyulmuştu bu para poşete ve neden bu ağabey üç kişilik yemek almıştı, anlamadılar. Şimdi, karnını doyurmanın neşesine, hiçbir bilinmezlik ket vuramazdı ne de olsa… Çok da üzerinde durmadılar. Çorbalar içildi, etli pilav ekmekle birlikte daha da doyurucu geldi. Tatlıya geçmişlerdi ki çorap satan bir çocuğun kendilerine baktığını gördüler. Yanlarına davet edip üçüncü kişiyi bekleyen çorba, pilav ve tatlıyı ikram ettiler.

Her şey yerli yerindeydi.

Hayrı sadece Allah rızası için yapanların karşısına Yaradan gerçekten ihtiyacı olan insanları çıkarıyordu. Ne bir riya vardı bu işte ne gösteriş... Ne bağıra bağıra yapılan bir sahte iyilikti bu ne de övgü ve teşekkür delisi bir kalbe aitti. Bu tamamen Allah’ın yarattığı bu âlemde, onun karşısına acıkmış iki küçük canı çıkaran Rabbine hamd eden bir cömertliğin ışıltısıydı. Fazladan yesinler diye aldığı yemekler de hiç yüzünü görmediği bir başka çocuğun midesindeki sancıyı dindirmişti. O çocuklar, fazladan bir pilav ve çorba sayesinde tanıştılar. Poşete bırakılan parayı da sermaye yaptılar. Birlikte çorap satmaya başladılar. Çorapları aldıkları küçük imalathanede düzenli çalışmaya başladılar. Yaşlı bir karı-kocaya ait bu ekmek teknesinde kendilerine yatacak yer de buldular. Bu yaşlı çiftin hiç çocukları olmamıştı ve yıllarca çocuk özlemiyle yanıp tutuşmuşlardı. Şimdi bu üç küçük can, kendilerine de cennet huzuru gibi gelmişti. Artık onları imalathanede değil, evlerinde, kendilerine ait odalarında ağırlamak istediler. İki yalnız yürek, üç kimsesiz yavruyu bağrına basmıştı.

Saatlerin açlıkla bir ilgisi yoktu artık. Zaman şimdi, sıcacık bir evde, sevgi dolu akşam sofralarında, olması gerektiği hızla akıyordu.

“Artık okul zamanı” dedi yaşlı adam.

Zaten hayır için işe almışlardı bu kimsesizleri, onları çalıştırmak değil, onlara ev olmak, yuva olmak, okutmak istemişlerdi. Öyle de oldu. Çocuklar okudular, büyüdüler, meslek sahibi oldular. Yollarını kesiştiren ve daha istenmeden vermeyi bilen o ağabeyi de hiç unutmadılar. Kendilerini büyüten bu yaşlı çift de, üç sıcak yemeği cömertçe sunan o ağabey de dualarından hiç düşmedi. Bu kadar iyiliğin içinde hangi kalp kötülüğe meyledebilirdi ki? Onlar da kendilerine okuma ve yaşama imkânı sunan bu güzel insanları, ölümlerinden sonra da hep rahmetle andılar. Kendilerine sunulan sadece bir tas çorba, bir tabak pilav değildi ya da sadece bir ev ve okuma imkânı bulmamışlardı, onlar, iyi kalplerin damıttığı seçkin birer kalple hayata katılmış ve bu yoğrulmuş nazik ruhlarıyla nice kalbe merhem olacak bir haz yakalamışlardı. Artık bu üç delikanlı, zamandan kırptıkları bütün iyilikleri insanlığa vermek için kolları sıvadılar. İşleri güçleri yerindeydi, evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Birçok hayır işinde varlardı ama kimseye görünmeden, hep ıssızda, hep kaldırım kenarlarında yürüdüler. Açtıkları aşevinde çeşit çeşit çorbalar, çeşit çeşit pilavlar ve tatlılar ikram ettiler kimsesizlere, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine… Binlerce çocuğun midesindeki yangını dindirdiler.

Yıllar önce kaldırımda bir ekmeğin derdiyle kıvranan iki çocuğa çorba ve pilav alan adam, ölümün sakince yanaştığı kalbiyle bir sabah bir rüyadan uyandı. Rüyasında gençti, henüz yılların tozunu yutmamış, beli bükülmemişti. Bir tarlada buldu kendini. Üç buğday tohumu ekti toprağa, üç buğday tohumundan binlerce başak baş verdi. O başaklardan milyonlarca ekmek yapıldı. Milyonlarca ekmekten sayamayacağı kadar çok çocuk doydu. O kadar çoklardı ki gözün alabildiği uzaklar boyunca dört bir yanını çocuklar sarmıştı. Hepsi mutlu, hepsi minnettardı. Neşeli çığlıkları inletiyordu gök kubbeyi… Biri çekiştirdi paçasından… Neşeyle bağıran, oynayan çocuklar içinde üç tanesi adama tebessümle bakıyordu:

-Abi, biz senin doyurduğun çocuklarız.

-Hepiniz mi? Ama ben sadece iki çocuğu doyurmuştum.

-Sen üçümüzü doyurdun abi, üç kapın var cennette.

-Ya diğerleri?

-Onlar da senin cennetteki yılların.

-Kaç çocuk var ki?

-Sayamazsın abi, sonsuz…

Uykusundan uyandı yaşlı adam. Gençliğini ve çocukları rüyada bıraktı. Rabbine hamd etti bu güzel rüya için… Biraz sonra Ölüm Meleği yanına geldiğinde, şehadetle canını Rabbine teslim ederken ne saadetliydi. Belki de böylesi bir saadet ve huzur, bir yetimin açlıktan kıvranan midesindeydi.

Belki de Cennet, bir yetimin başını okşamaktaydı. Cömertçe, riyasız ve sessizce yapılan bir hayırdaydı. Sonra o bir hayır binlere, milyonlara bölünüyor, çoğalıyor ve sonsuz bir Cennet saadeti olarak sahibine geri dönüyordu. Bunu, paylaşmayı bilmeyenler ile gösterişten paylaşanlar nereden bilebilirdi ki?

Hazreti Sehl İbni Sad’dan rivayet olduğuna göre, Rasûlullah (sav), “Ben ve yetimi kollayıp gözetleyen kimse, Cennet’te şöyle beraberce bulunacağız” buyurdu ve işaret parmağıyla orta parmağını biraz açarak işaret etti. (Buhari, Talak, 25)