
HER kriz bir
fırsat, her savaş bir nizam içerir. Bugün Rusya ile Ukrayna arasında baş
gösteren savaş, meseleye pek çok yönden bakmayı gerektiren çok farklı bir
savaştır. Ancak bu savaşın kayıp ve kazançlarını, genelde dünya ölçeğinde ve
özelde ülkemiz açısından ele almak daha isabetli olacaktır.
Bu
savaşın Ukrayna tarafında iki cephe göze çarpmaktadır: Bu cephelerden biri,
17’nci yüzyıldan beri dünyanın başına belâ olan Anglo-Sakson cephesidir. Bu
cephenin temel stratejisi, en az riskle en çok kazanım elde etme yöntemine
dayanır. Kendisini olduğundan fazla gösteren bu cephenin temel hareket tarzı,
sürekli bir kaos çıkarmak ve çıkardığı bu kaosu, bütün rakiplerinin zararına
gelişecek biçimde yönetmek ve işin sonunda kurulacak olan masadan aslan payını
almaktır.
Ukrayna
Savaşı’nda Anglo-Sakson cephesinin iki başat aktörü göze çarpmaktadır: ABD ve
İngiltere. ABD ve İngiltere’nin Rusya’yı kendi emellerinin aleyhine büyüyen bir
güç olarak değerlendirdikleri muhakkaktır.
Özellikle
Rusya’nın Suriye üzerinden Akdeniz’e inmesi ve burada biriktirdiği güçle etki
alanını Libya’ya taşıması ve arkasından Afrika’nın içlerine girmesi, ABD ve
İngiltere’de uyarı çanlarının erken çalmasına neden oldu. Çünkü onların
düşündüğü yeni dünya sisteminde Rusya’nın yeri, bileşenlerine ayrılmış ve eski
gücünden yoksun bir ülke olmasıydı. Bunların plânı, Çin’i karşıya koyarak
dünyayı iki kutup üzerinden yönetmekti.
Eski
soğuk savaşın biraz daha ılımlı biçimi olan bu yeni sistemde, iyi rol bunlara,
kötü rol de Çin’e verilecek ve dünya bu iki kutup arasında dengelenecekti.
Ancak Rusya’da güçlü bir liderliğin ortaya çıkışı ve bu sürede süpersonik füzelerle
dünyanın en etkin gücü hâline gelişi beklenmiyordu. Mevcut Rus liderinin tarihi
ile bütünleşerek bir çar portresi çizmesi ve arzularının aklının önüne geçmesi,
bu ittifakın harekete geçmesine neden oldu.
Anglo-Saksonlar,
Rusya’nın ölümcül silahlı gücünü, ileride ekonomik gücüyle destekleyecek bir
ortamı oluşturmadan bir tuzağa çekerek orada etkisizleştirmek istiyorlardı. Nitekim
bu tuzağı da Ukrayna’da kurarak Rusya’yı arzuladıkları ortama çektiler.
Ukrayna
Savaşı’nın Batı tarafındaki ikinci cephesi ise Avrupa Birliği idi. Avrupa
Birliği, özellikle ABD’nin NATO konusundaki emperyal hedeflerinden kuşku
duyduğu için NATO’ya birkaç yıldır mesafeli durmaya başlamıştı. Bu tavır, NATO’nun
hakikaten beyin ölümünün gerçekleşmesiydi. Anglo-Sakson aklı, NATO’daki bu
zaafı gidermek ve Avrupa’yı tekrar kendi kanatlarının altına almak istiyordu. Ancak
bunu gerçekleştirmek için Avrupa Birliği’nin ciddî bir tehditle karşı karşıya
kalması gerekiyordu. İşte tam bu esnada Ukrayna’nın Rusya’nın önüne atılması,
Avrupa Birliği’ndeki tarihî Rus korkusunu harekete geçirerek onları NATO
şemsiyesinin altına itecek ve tekrar birinci cephenin denetimine gireceklerdi.
Nitekim öyle oldu ve bu iki cephe, İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi
tekrar bir araya gelerek Rusya’ya karşı tarihte emsali görülmemiş bir ekonomik
ambargo uygulamaya başladılar.
Bu
ambargo, Rusya’nın beklediğinden daha şiddetli bir biçimde kendisini gösterince,
Rusya’yı ekonomik olarak çökertti ve borsasını açamaz hâle getirdi. Rusya’nın
borsasının açılmaması demek, aslında iktisaden iflâs ettiği anlamına geliyordu.
Ancak Rusya’nın ekonomik zayıflığına mukabil, özellikle nükleer başlık taşıyan
süpersonik füzelerdeki tartışılmaz üstünlüğü, onu karşısındaki Batılı her iki
cepheye karşı da muazzam bir tehdit hâline getiriyordu.
İşte
bu yüzden karşısındaki Batılı cepheler, Rusya ile doğrudan bir savaşı göze
alamazdı. Bu durumda savaş, Ukrayna içinde asimetrik bir savaşa dönüşecek ve bu
asimetrik savaş neticesinde Batı, gerilla sistemine yönelik silah ve imkânları
Ukrayna’ya sağlayacak ve bu savaşı olabildiğince uzatma yönüne gidecekti.
Savaşın bu şekilde uzaması zaten batakta olan Rus ekonomisini içinden çıkılamaz
hâle getirecek, lâkin bu savaş Rusya’ya olduğu kadar Avrupa’ya da
kaybettirecekti.
Bu
durumda ise savaşın çıkması için adeta yangına körükle giden ABD ve İngiltere
kazanmış olacaktı. Zira gelecekte kurmayı düşündükleri iki kutuplu dünyanın
önünde iki sevimsiz engel olan Avrupa Birliği ve Rusya’yı aynı anda
zayıflatarak kenara itmiş olacaklardı. Çünkü bu istenmedik savaşın sonucunda ne
Rusya’nın bugünkü azameti, ne de Avrupa Birliği’nin bugünkü beraberliği
kalacaktı.
Ne
var ki, böyle bir savaşı, Avrupa ve Rusya’yı zayıflatmak için başlatan ABD ve İngiltere’nin
dışında başka bir güç daha istiyordu. O güç de, ABD ve İngiltere’nin dışında
hesapları olan küresel güçtü.
Küresel
gücün arzusu, bu cephenin karşısına Çin’i dikmekti. Mevcut duruma bakılırsa bu
savaştan en çok kârla çıkması muhtemel ülke Çin olacak gibi görünüyor. Çünkü
Çin’in elindeki cari fazla, çöken Rus ekonomisini haraç mezat toplaması için fazlasıyla
yeter de artar bile. Ayrıca böyle dinamik bir ekonomik güç hâline gelen Çin’e
karşı, ABD ve İngiltere’nin Rusya’ya olduğu gibi bir yaptırım gücünün
olamayacağı da açıktır.
Buradan
anlaşılıyor ki, bu savaşta Çin, en büyük kazanan olarak dünyanın ikinci
kutbundaki müstakbel ve sarsılmaz yerini engellenemez bir biçimde alacaktır.
Bu
savaştan ekonomik olarak ciddî yaralar alsa da en az hasarla çıkacak ikinci
ülke Türkiye’dir. Türkiye için şu anda dezavantaj gibi görülen bu savaş, başta
söylediğimiz gibi, ciddî fırsatlar ve imkânlar getiren bir savaştır. Özellikle
Avrupa ve Rusya’nın zayıflayarak birlik ve azametlerini kaybedeceği bir
ortamda, orta kuşakta oluşacak büyük boşluğu tek başına dolduracak yegâne ülke
olarak Türkiye kalmaktadır. Türkiye’nin özellikle kendi menfaatlerine uygun
olarak pozisyon aldığı bu ortam, onu dünyanın gözünde -savaşan ülkeler de dâhil-
en güvenilir ülkelerden biri hâline getirmiştir. Çünkü Türkiye, menfaatlerini
kollamakla birlikte, siyaseten ilkeli davranan, uluslararası hukuk normlarından
sapmayan, dediğini yapan ve yapmadığını söyleyemeyen bir ülke olarak dost
düşman herkesin üzerinde ittifak ettiği bir emin ülke hâline gelmiştir.
Ayrıca
iki yıl önce bu ilkeli duruşunun kendi aleyhine döndüğünü sananların ve
“muhteşem yalnızlık” teranelerine kapılanların argümanlarının boşa çıktığı da
açıkça görülüyor. Türkiye’nin birkaç yıl önceki ilkeli duruşu, bugün aleyhinde
çalışan bütün ülkeleri kapısına getirmeye ve kendisi ile ittifak ve uzlaşma
yapmaya mecbur bırakmıştır. Artık karşımızda ne İsrail var, ne Mısır, ne BAE,
ne Suud, ne Avrupa, ne de Rusya var. Görülüyor ki, hepsi mukavvadan birer
kaplan imişler ve ilk hamlede dağılıp gittiler.
Bugünkü
konjonktürde Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesinin en güvenilir hattı Türk
coğrafyası ve Türkiye’dir. Bu durumda Çin’in masaya Türkiye ile oturacağını
öngörüyorum. Ayrıca Rusya’nın bugünkü açmazından dolayı Suriye, Libya ve Afrika
cephesinde mevcut pozisyonunu sürdüremeyeceği ve mevcut ekonomik gücünün bunu
taşıyamayacağı anlaşılıyor. Bu durumda Rusya’dan doğan boşlukları -ki zaten
oralarda mevcuduz- Türkiye’nin dolduracağı açık seçik görülüyor. ABD ve
İngiltere, istese de, istemese de bu alanlarda bizimle çalışmak, gizli ya da
açık olarak masaya bizimle oturmak zorundadır. Bugünlerde Suriye’deki
köpeklerini bağladıkları dikkatlerden kaçmamıştır sanırım.
Ayrıca
Rusya’ya uygulanan büyük ekonomik yaptırım neticesinde, finansal hareketlerin
Türkiye üzerinden toplanıp dağılacağı anlaşılmaktadır. Böyle bir zorunluluk,
Türkiye’yi kısa zamanda bir finans merkezi hâline getirecek, gerek Asyalı,
gerekse Ortadoğulu büyük fonlar, güvenilir liman olarak Türkiye’ye
yanaşacaklardır. Bu da bizim temel sorunumuz olan finansa “hem de maliyetsiz
erişme” derdimize bir çözüm olacaktır.
Bu
arada, Türkiye’nin çok doğru olarak 10 yıldır özellikle kesintisiz olarak
sürdürdüğü savunma sanayii hamlesini, Avrupa’nın en büyük ve modern savunma
sanayii hâline getirmesi bir zarurettir. Zaten bunun adımları da çoktan
atılmaya başladı.
Son
MİT raporundan da anlaşılıyor ki, Türkiye’nin bir an önce süpersonik füzeleri
de imâl etmesi ve onları da envanterine sokması gerekiyor. Bunu önümüzdeki 10
yıl içerisinde yapacağına dair en ufak bir kuşkum yoktur.
Evet,
önümüzdeki 10 yıl içerisinde dünyada üç büyük eksen görülüyor: Anglo-Sakson
ekseni, Çin ekseni ve Türk-İslâm ekseni. Ancak Türk-İslâm ekseninin önümüzdeki
ikinci 10 yıl olan 2030-2040 döneminde dünyanın en büyük ekseni olacağına
inancım tamdır.
Vesselâm...