“DERVİŞ” Farsça bir kelime
olup, “bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse” anlamındadır.
Halk dilinde muhtaç, düşkün ve fakir kimselere de “derviş” dendiği
bilinmektedir. Aslı itibariyle derviş, “Hakk’ı arayan, Hakk yolunda olmak için
çabalayan, nefsini terk etmeye hazır ve hakikî mânâda “kul” olmak için bir yola
giren insandır.
Derviş
olmak kolay değildir. Ne güzel demiş Yûnus Emre: “Dervişlik olsaydı tâc ile
hırka,/ Biz dahi alırdık otuza kırka.”
Büyük
İslâm evliyası Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri, “Dervişlik hâldir, söz
değildir, söz ile ele geçmez” buyurarak dervişliğin “dil” ile değil, “hâl” ile
kazanılacağını ifade etmişler.
Mânâyı
bilip hakikati bulanlardan olmamız duasıyla, sizlere çok sevdiğim üç güzel derviş
kıssasını paylaşmak istiyorum…
Gül
yaprağı
Dervişin
biri, intisap maksadıyla bir dergâha gelir. Kapıyı çalar. Az sonra kapıyı,
çehresi aydınlık genç bir derviş açar. “Derviş, dervişin hâlinden anlar” derler
ya, genç derviş, yolcunun kendi gibi bir derviş olduğunu ve intisap maksadıyla
geldiğini hemen anlar. Hani gönül ehli insanlar için derler ya “Sözlerle
konuşmaz onlar” diye, o misâl, o an gönülden gönle bir köprü kurar da
birbirleriyle hâlleşirler.
Genç
derviş, mahcup bir şekilde boynunu büker. Edebince, yavaşça kapıyı kapatır.
Misafir derviş beklemeye başlar. Birazdan genç derviş, elinde bir sürahi ve bir
bardakla çıkagelir. Elindeki bardağı ağzına kadar suyla doldurur. Ve ardından
misafirine ikram eder. Ancak bardak ağzına kadar su ile doludur. O kadar ki,
bir damla su eklense taşıracaktır o bardağı. Aslında bu şekilde şunu demek
istemektedir: “Ey yolcu, bu dergâhta maalesef hiç ama hiç yerimiz kalmadı. Bir
başka dervişi daha barındırma imkânımız yok. Hikmeti bir başka kapıda bul!”
Genç
derviş, aslında bu durumu derviş lisanı ile nezâket ve letâfetle söylemektedir.
Gelene “Git!”, gidene “Kal!” denmez, ancak şartlar o kadar sıkıntılıdır ki hâl
ile hâlden anlayana durumu bu şekilde izah ederler. Genç derviş bu mahcubiyetle
boynunu büker. Yolcu durumu anlamıştır. Ancak ne gücenir, ne de kırılır. Gülümser
ve kendisine ikram edilen bardağı alır. Sonra kapının yanındaki güllerin yanına
varır. Gülleri önce koklar, içine çeker, sonra yere düşmüş bir gül yaprağını
eline alır ve bardağın içine nazikçe bırakır. Sonra da bardağı o genç dervişe
uzatır. Genç derviş bir bakar ki, o gül yaprağı bir damla taşırmadan suyun
üstünde usulca yüzmektedir. Bu ise şu demektir: “Ey derviş, dergâh ne kadar
dolu da olsa, ben şu gül yaprağı misâli size asla yük olmam!”
Genç
derviş, yolcunun sıradan bir misafir ve sıradan bir derviş olmadığını, mârifet,
belki de bir hakikat yolcusu olduğunu hemen anlar, edeple kapıyı ardına kadar
açar, kıymetli misafirini içeri buyur eder.
Şeriat,
tarîkat, mârifet, hakikat
“Mârifet
ve hakikat” dedik ya, “Yahu bunlar ne ola ki?” diyenlere güzel bir kıssa daha…
Medresede
öğrencinin biri hocasına sormuş: “Hocam, ben şu dört kapı meselesini
anlayamadım. Şeriat, tarîkat, mârifet ve hakikat… Bunlar arasında ne fark var?”
Hocası,
“Gel benimle evlât, düş peşime!” demiş ve yola revân olmuşlar. Bir dergâha
misafir olarak varmışlar. Usûlü edebince bir kenara oturmuşlar. Hocası demiş
ki, “Evlât! Bu dersi öğrenmen için ne dersem itaat edeceksin, anlaştık mı?”.
Öğrenci, “Anlaştık Hocam” demiş.
Hocası
buyurmuş: “Şimdi şu dört kapıya görüyor musun? Git ve ilk kapıdan başlayarak
içeri gir. İçeride zikir ve ibadetle meşgûl olan dervişleri göreceksin. Hiçbir
şey söylemeden enselerine birer şamar at ve sonra buraya dön!”
Öğrenci
hem merak, hem de şaşkınlık içinde hocasının isteğini yerine getirmek üzere ilk
kapıdan içeri girmiş. Orada ibadetle meşgûl bir derviş görmüş. Tereddüt etmeden
dervişin ensesine bir şamar atmış. Tokadı yiyen derviş, zikrini yarıda kesip
bir hışımla ayağa kalkmış ve aynen bir şamarla öğrenciye karşılık vermiş. “Ne
yapıyorsun?!” der gibi bakmış ama şamarı yiyen öğrenci de afallamış, hocasına
bakmış. Söz bu ya, sesini çıkarmamış öğrenci ve ikinci kapıya yönelmiş. Bakmış
ki aynı şekilde zikirle meşgûl bir başka derviş var. Hocasının dediği gibi, bir
şamar atmış onun da ensesine. Bu derviş de hışımla ayağa kalkmış, karşılık
vermek için elini kaldırmış, ancak o sırada vazgeçerek boynunu büküp yerine
tekrar oturmuş. Öğrenci şaşırmış bu hâle.
Sonra
bir sonraki kapıdan girmiş bizim talebe. Bakmış ki yine zikirle meşgûl bir
başka derviş var. Varmış yanına, bir şamar aşk etmiş o dervişin de ensesine.
Derviş oturduğu yerden kafasını şöyle bir kaldırmış, sonra istifini bozmadan
zikrine kaldığı yerden devam etmiş. Öğrenci bu duruma da şaşırmış ve sonra
dördüncü kapıdan içeri girmiş. Bakmış ki içeride hâli diğerlerinden farklı
başka bir derviş, yine zikir ve ibâdetle meşgul, onun da ensesine bir şamar
atmış. Ancak o ne?! Bu derviş hiç mi hiç oralı dahi olmuyormuş. İlgilenmemiş
bile.
Öğrenci
şaşkınlıkla hocasının yanına gelmiş. Hocası başlamış anlatmaya: “Evlât! Birinci
kapı, şeriat kapısıdır. Bu kapıdaki kişi şeriatın yolundadır. Kısasa kısas
hükmünce tokada tokatla karşılık vermiştir. İkinci kapı, tarîkat kapısıdır. Bu
kişi tarîkat ehlidir. Tokadı yediğinde sinirlenmiş, ancak nefsini yenmeyi
başarmıştır. Tarîkat yolundakiler nefisleriyle mücadele içindedirler. Üçüncü kapı, mârifet kapısıdır. Ancak arifler
geçer bu kapıdan. Nefsini yenmiş, sadece merakını yenememiştir. Sana sadece
merakından bakmıştır. Dördüncü kapı ise, hakikat kapısıdır. Sırrı ve mânâyı
bilenler ulaşır bu makama. Mânâyı bilenlerse Rabbe teslim olmuşlardır. Gelene
razıdırlar. Bu yüzden merak bile etmezler. İşte budur dört kapının anlamı!”
Sevginin
ölçüsü
Dervişin
biri, elinde bir tespih, zikirle meşgûldür. O sırada yoldan geçmekte olan bir
genç görür. Genç, bir kucak elmayla kan ter içinde hızlı adımlarla gitmektedir.
Derviş bu hâli görünce garipser ve sorar: “Efendi hayrola, nereye gidiyorsun?
Hele bir soluklan, bak kan ter içinde kalmışsın. Nedir acelen?”
Genç
cevap verir: “Sevdiğime gidiyorum derviş efendi, canı elma çekti, ona
topladığım elmaları götürüyorum!”
Derviş
sorar: “A mecnun âşık, o kadar elma çok değil mi? Kaç tane elma istedi ki
senden?”
Genç
cevap verir: “Ey gafil derviş, hakîkî âşık sevdiğine götürdüğü ikramı hiç sayar
mı? Nereden bileyim ben?”
Derviş,
bunun üzerine elindeki tespihin ipini yavaşça koparırken gülümser ve karşılık
verir gence: “Eyvallah mecnun âşık, hakikati söylersin, sevginin ölçüsü olmaz!”