Üç derviş kıssası

“Evlât! Birinci kapı, şeriat kapısıdır. Bu kapıdaki kişi şeriatın yolundadır. Kısasa kısas hükmünce tokada tokatla karşılık vermiştir. İkinci kapı, tarîkat kapısıdır. Bu kişi tarîkat ehlidir. Tokadı yediğinde sinirlenmiş, ancak nefsini yenmeyi başarmıştır. Tarîkat yolundakiler nefisleriyle mücadele içindedirler. Üçüncü kapı, mârifet kapısıdır. Ancak arifler geçer bu kapıdan. Nefsini yenmiş, sadece merakını yenememiştir. Sana sadece merakından bakmıştır.

“DERVİŞ” Farsça bir kelime olup, “bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse” anlamındadır. Halk dilinde muhtaç, düşkün ve fakir kimselere de “derviş” dendiği bilinmektedir. Aslı itibariyle derviş, “Hakk’ı arayan, Hakk yolunda olmak için çabalayan, nefsini terk etmeye hazır ve hakikî mânâda “kul” olmak için bir yola giren insandır.

Derviş olmak kolay değildir. Ne güzel demiş Yûnus Emre: “Dervişlik olsaydı tâc ile hırka,/ Biz dahi alırdık otuza kırka.”

Büyük İslâm evliyası Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri, “Dervişlik hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez” buyurarak dervişliğin “dil” ile değil, “hâl” ile kazanılacağını ifade etmişler.

Mânâyı bilip hakikati bulanlardan olmamız duasıyla, sizlere çok sevdiğim üç güzel derviş kıssasını paylaşmak istiyorum…

Gül yaprağı

Dervişin biri, intisap maksadıyla bir dergâha gelir. Kapıyı çalar. Az sonra kapıyı, çehresi aydınlık genç bir derviş açar. “Derviş, dervişin hâlinden anlar” derler ya, genç derviş, yolcunun kendi gibi bir derviş olduğunu ve intisap maksadıyla geldiğini hemen anlar. Hani gönül ehli insanlar için derler ya “Sözlerle konuşmaz onlar” diye, o misâl, o an gönülden gönle bir köprü kurar da birbirleriyle hâlleşirler.

Genç derviş, mahcup bir şekilde boynunu büker. Edebince, yavaşça kapıyı kapatır. Misafir derviş beklemeye başlar. Birazdan genç derviş, elinde bir sürahi ve bir bardakla çıkagelir. Elindeki bardağı ağzına kadar suyla doldurur. Ve ardından misafirine ikram eder. Ancak bardak ağzına kadar su ile doludur. O kadar ki, bir damla su eklense taşıracaktır o bardağı. Aslında bu şekilde şunu demek istemektedir: “Ey yolcu, bu dergâhta maalesef hiç ama hiç yerimiz kalmadı. Bir başka dervişi daha barındırma imkânımız yok. Hikmeti bir başka kapıda bul!”

Genç derviş, aslında bu durumu derviş lisanı ile nezâket ve letâfetle söylemektedir. Gelene “Git!”, gidene “Kal!” denmez, ancak şartlar o kadar sıkıntılıdır ki hâl ile hâlden anlayana durumu bu şekilde izah ederler. Genç derviş bu mahcubiyetle boynunu büker. Yolcu durumu anlamıştır. Ancak ne gücenir, ne de kırılır. Gülümser ve kendisine ikram edilen bardağı alır. Sonra kapının yanındaki güllerin yanına varır. Gülleri önce koklar, içine çeker, sonra yere düşmüş bir gül yaprağını eline alır ve bardağın içine nazikçe bırakır. Sonra da bardağı o genç dervişe uzatır. Genç derviş bir bakar ki, o gül yaprağı bir damla taşırmadan suyun üstünde usulca yüzmektedir. Bu ise şu demektir: “Ey derviş, dergâh ne kadar dolu da olsa, ben şu gül yaprağı misâli size asla yük olmam!”

Genç derviş, yolcunun sıradan bir misafir ve sıradan bir derviş olmadığını, mârifet, belki de bir hakikat yolcusu olduğunu hemen anlar, edeple kapıyı ardına kadar açar, kıymetli misafirini içeri buyur eder.

Şeriat, tarîkat, mârifet, hakikat

“Mârifet ve hakikat” dedik ya, “Yahu bunlar ne ola ki?” diyenlere güzel bir kıssa daha…

Medresede öğrencinin biri hocasına sormuş: “Hocam, ben şu dört kapı meselesini anlayamadım. Şeriat, tarîkat, mârifet ve hakikat… Bunlar arasında ne fark var?”

Hocası, “Gel benimle evlât, düş peşime!” demiş ve yola revân olmuşlar. Bir dergâha misafir olarak varmışlar. Usûlü edebince bir kenara oturmuşlar. Hocası demiş ki, “Evlât! Bu dersi öğrenmen için ne dersem itaat edeceksin, anlaştık mı?”. Öğrenci, “Anlaştık Hocam” demiş.

Hocası buyurmuş: “Şimdi şu dört kapıya görüyor musun? Git ve ilk kapıdan başlayarak içeri gir. İçeride zikir ve ibadetle meşgûl olan dervişleri göreceksin. Hiçbir şey söylemeden enselerine birer şamar at ve sonra buraya dön!”

Öğrenci hem merak, hem de şaşkınlık içinde hocasının isteğini yerine getirmek üzere ilk kapıdan içeri girmiş. Orada ibadetle meşgûl bir derviş görmüş. Tereddüt etmeden dervişin ensesine bir şamar atmış. Tokadı yiyen derviş, zikrini yarıda kesip bir hışımla ayağa kalkmış ve aynen bir şamarla öğrenciye karşılık vermiş. “Ne yapıyorsun?!” der gibi bakmış ama şamarı yiyen öğrenci de afallamış, hocasına bakmış. Söz bu ya, sesini çıkarmamış öğrenci ve ikinci kapıya yönelmiş. Bakmış ki aynı şekilde zikirle meşgûl bir başka derviş var. Hocasının dediği gibi, bir şamar atmış onun da ensesine. Bu derviş de hışımla ayağa kalkmış, karşılık vermek için elini kaldırmış, ancak o sırada vazgeçerek boynunu büküp yerine tekrar oturmuş. Öğrenci şaşırmış bu hâle.

Sonra bir sonraki kapıdan girmiş bizim talebe. Bakmış ki yine zikirle meşgûl bir başka derviş var. Varmış yanına, bir şamar aşk etmiş o dervişin de ensesine. Derviş oturduğu yerden kafasını şöyle bir kaldırmış, sonra istifini bozmadan zikrine kaldığı yerden devam etmiş. Öğrenci bu duruma da şaşırmış ve sonra dördüncü kapıdan içeri girmiş. Bakmış ki içeride hâli diğerlerinden farklı başka bir derviş, yine zikir ve ibâdetle meşgul, onun da ensesine bir şamar atmış. Ancak o ne?! Bu derviş hiç mi hiç oralı dahi olmuyormuş. İlgilenmemiş bile.

Öğrenci şaşkınlıkla hocasının yanına gelmiş. Hocası başlamış anlatmaya: “Evlât! Birinci kapı, şeriat kapısıdır. Bu kapıdaki kişi şeriatın yolundadır. Kısasa kısas hükmünce tokada tokatla karşılık vermiştir. İkinci kapı, tarîkat kapısıdır. Bu kişi tarîkat ehlidir. Tokadı yediğinde sinirlenmiş, ancak nefsini yenmeyi başarmıştır. Tarîkat yolundakiler nefisleriyle mücadele içindedirler.  Üçüncü kapı, mârifet kapısıdır. Ancak arifler geçer bu kapıdan. Nefsini yenmiş, sadece merakını yenememiştir. Sana sadece merakından bakmıştır. Dördüncü kapı ise, hakikat kapısıdır. Sırrı ve mânâyı bilenler ulaşır bu makama. Mânâyı bilenlerse Rabbe teslim olmuşlardır. Gelene razıdırlar. Bu yüzden merak bile etmezler. İşte budur dört kapının anlamı!”

Sevginin ölçüsü

Dervişin biri, elinde bir tespih, zikirle meşgûldür. O sırada yoldan geçmekte olan bir genç görür. Genç, bir kucak elmayla kan ter içinde hızlı adımlarla gitmektedir. Derviş bu hâli görünce garipser ve sorar: “Efendi hayrola, nereye gidiyorsun? Hele bir soluklan, bak kan ter içinde kalmışsın. Nedir acelen?”

Genç cevap verir: “Sevdiğime gidiyorum derviş efendi, canı elma çekti, ona topladığım elmaları götürüyorum!”

Derviş sorar: “A mecnun âşık, o kadar elma çok değil mi? Kaç tane elma istedi ki senden?”

Genç cevap verir: “Ey gafil derviş, hakîkî âşık sevdiğine götürdüğü ikramı hiç sayar mı? Nereden bileyim ben?”

Derviş, bunun üzerine elindeki tespihin ipini yavaşça koparırken gülümser ve karşılık verir gence: “Eyvallah mecnun âşık, hakikati söylersin, sevginin ölçüsü olmaz!”