
MASALLARIN en sevdiği motiflerden birisi, su kaynağı başında bulunan bir devdir. O suya ihtiyaç duyan ahali, bu suyu devden ağır bir bedel karşılığında alırlar. Bu bedel genellikle çocukların feda edilmesi biçiminde olur. O deve bir çocuk verilir ve dev, o çocuğu yeme karşılığında ahaliye su verir.
Bu girizgâhtan maksadımız bu masal motifini Türkiye’nin geleceği ile ilgili bir sonuçla eşleştirmektir. Masal motifindeki su kaynağı yahut çeşme, iktisadî imkâna karşılık gelmektedir. O çeşme başında oturan dev ise o iktisadî imkâna sahip olan gücü sembolize etmektedir. O çeşmeye bedel ödeyen ahali ise o iktisadî imkânlardan bir bedel karşılığında yararlanan insanları ifade etmektedir.
Sevgili okur, Türkiye, cihana defalarca hükmetmiş büyük bir tarih mirasına sahip müstesna bir ülkedir. Bu ülkenin genlerinde daima cihana hâkim olmak ve dünyaya yön vermek mefkûresi yatar. Tarih içerisinde zaman zaman yükselen ve zaman zaman düşen bu millet, hiçbir zaman yok olmayacak bir hayatiyet ile bu tarihsel misyonunu icra etmeye devam edecektir.
Türklerin cihan devleti oldukları dönemlere iyi bakılırsa, iki unsuru bir araya getirerek yükseldikleri görülür; silah ve para. Daha açık bir ifadeyle, askerî ve ekonomik gücün bir araya getirilmesi…
Efsaneyle gerçek arasında bir yerde Metehan’ın kurduğu Büyük Hun İmparatorluğu’nun temelinde ıslık çalan bir okun icadı yatar. Bu ıslık çalan ok Metehan dönemi Türklerinin askerî teknolojide ulaştığı zirveye işaret eder. Metehan silah gücünü elde ettikten sonra büyük bir ordu teşkil etmenin olmazsa olmaz şartı olan ekonomik gücü teşkil etmeye yönelir ve bu amaçla bütün Türk boylarının bir araya getirerek teşkil ettiği orduyu besleyecek bir ekonomik güce ulaşır. İşte Metehan’ın Milât’tan önce 209 yılında kurduğu ordunun kısa zamanda Orta Asya’yı, Çin’i ve kısmen Orta Doğu’yu hâkimiyetine alması, bu silah ve paranın mesut birlikteliğiyle alâkalıdır.
Bu hâdiseye tarihimizde ikinci bir örnek ise, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethederek Osmanlı Devleti’nden Osmanlı İmparatorluğu’na geçtiği dönemdir. Fatih burada ceddi Metehan’ın ıslıklı okuna mukabil, dönemin teknoloji harikası olan şâhî toplarını üretmiştir. Bu topların attığı gülleler o zamana kadar emsali görülmemiş bir tahrip gücüne sahip top gülleleriydi. Bu güllelerin kudreti, hedef aldığı surları yıkacak düzeyde bir infilak gücene sahip olmasından ileri geliyordu. Fatih, bu teknolojik üstünlüğünü ekonomik güç ile birleştirmek için Mora’dan başlayarak tüm Yunanistan, Arnavutluk ve Bosna-Hersek dâhil Balkanları hâkimiyetine alarak İstanbul kuşatmasının sürdürülebilir ekonomik zeminini hazırlamıştır. Bu teknolojik ve ekonomik güç bir araya gelince, “Osmanlı İmparatorluğu” dediğimiz, zamanının en büyük askerî ve iktisadî gücüne sahip devleti teşekkül etmiştir.
Aziz okur, görüldüğü üzere Türkler ne zaman askerî ve ekonomik gücü bir araya getirdilerse o zaman bir cihan devleti oluşturmuşlardır. Osmanlı’nın çöküşü iyi incelenirse, Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Arabistan’ı ele geçirerek Kızıldeniz’e hâkim olmasından sonra Batılılar, Ümitburnu’nu keşfederek tarihî İpekyolu’nun güzergâhını değiştirmişlerdir. Batı’nın bu tavrı Osmanlı’nın iktisadî açıdan zayıflamasına yol açmış, bu zayıflık da onun askerî güç olarak gelişmesine yıllar içerisinde mani olarak onu sürekli geriye götürmüştür. Çünkü iktisadî destekten mahrum olan bir askerî gücü uzun süre sürdürmek mümkün değildir.
Aziz okur, Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra onun küllerinden “Türkiye Cumhuriyeti” diye naif bir devlet kurduk. Bu devletin iktisadî ve askerî gücü son derece zayıf olduğu için yüz yıl boyunca ağır bir mağlûbiyetin ardından Ergenekon’a kaçan ceddimiz gibi, Anadolu Ergenekon’nunda yüz yıl kendimize gelmeye çalıştık. Ne ağır sanayi hamlesine karşılık verebildik, ne askerî gelişmelere ayak uydurabildik. Atlantik ittifakının bir vekil devleti olarak orada burada figüran rolünde işler yaptık. Oysa bu milletin genlerinde dolaşan şey, buyrulmak değil, buyurmak idi.
Uyuyan dev uyanıyor mu?
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, uyuyan devin uyandırılması için muazzam bir fırsat oldu. ABD’nin bu savaş vesilesiyle Türkiye’ye uyguladığı ambargo, başkasının para ve silahına güvenerek bağımsız hareket etmenin mümkün olmadığını bize çok acı bir şekilde gösterdi. İşte Türk savunma sanayiinin temelleri bu savaş sonunda atıldı.
30 yıl boyunca emekleyip yürümeyi öğrenen bu genç teknolojik teşebbüs, 2004 yılındaki Millî Savunma Kurulu’nun aldığı yerli ve millî silah üretimi kararından sonra yürümeye, koşmaya ve şahlanmaya başladı. Türkiye’nin özellikle 2016 Temmuz’unda FETÖ’yü tasfiye etmesi -yarım asırdan fazla bir zamanda- içine çöreklenmiş olan emperyalist vesayet odaklarından kurtulmasına, bu kurtuluş da savunma sanayiinin yeniden şahlanmasına bir milât oldu.
Ağır sanayi dönemini yakalayamayarak çağının gerisinde kalan Türkiye, yeni dijital teknolojiye en hızlı adapte olan ülkelerden biri olarak dikkat çekti. Bu gelişmede emperyalistlerin ülkemize musallat ettiği kukla terör örgütleriyle mücadelesinin de büyük bir payı vardı. Türkiye bu dönemde hiç kimseye muhtaç olmadan ürettiği obüsler, SİHA’lar ve roketlerle tarihî misyonuna kuvvetli bir dönüş yapacağının sinyallerini verdi. Önce kendisinin yumuşak karnı olan Kuzey Suriye’ye yaptığı harekâtlarla orada inşâ edilmek istenen kukla terör devletini akamete uğrattı. Arkasından buradaki kukla yapının lojistiğini sağlayan Kuzey Irak’a Pençe-Kilit Operasyonlarıyla girerek terörist unsurları yuvalandıkları dağlardan Irak düzlüklerine doğru sürmeye başladı.
Türkiye daha sonra bekâ hattını emniyete altına almak gayesiyle etrafını kuşatan çemberleri yarmak için, Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetinin gereği olarak Libya’ da boy gösterdi ve emperyalistlerin yutmak üzere olduğu Libya’yı ayağa kaldırdı. İkinci olarak, gücüne bakmayarak Türkiye’den de toprak talep eden Ermenistan’ı, Azerbaycan’a destek vererek işgal ettiği Karabağ’dan uzaklaştırdı. İlk etapta kendi bekâ hattını emniyetli hâle getirmeye çalışan Türkiye, ürettiği nitelikli İHA’lar, SİHA’lar, robot uçaklar, nitelikli savaş gemileri, uçak gemisi, tanklar, füzeler ve nihayet Metehan’ın ıslıklı okuna ve Fatih’in şâhî topuna denk gelen KAAN ile askerî gücünün zirvesine geldi.
Türkiye’nin 1974 ile 2024 arasındaki yarım asırda adeta sıfırdan başlayarak her güce kafa tutan bir askerî güce ulaştığı gerçeği tartışılmazdır. Şimdi yapması gereken, bu askerî gücü sürdürülebilir kılacak olan iktisadî güce ulaştırmaktır.
Türkiye’nin 1974 ile 2024 arasındaki yarım asırda adeta sıfırdan başlayarak her güce kafa tutan bir askerî güce ulaştığı gerçeği tartışılmazdır. Şimdi yapması gereken, bu askerî gücü sürdürülebilir kılacak olan iktisadî güce ulaştırmaktır.
Türkiye’nin önündeki seçenekler
Bu bağlamda Türkiye’nin önünde iki yol vardır: Birincisi, kendi sahip olduğu topraklar ve deniz paylarında yatan doğal kaynakları keşfederek ekonomiye kazandırmak… Türkiye, millî enerji hamlesiyle bunları yapmaya başladı. Karadeniz’deki doğal gaz ve Gabar’daki petrol yatakları böyle bir hamlenin arkasından Devlet hazinesine akmaya başladı. Ancak bir cihan devleti olmak için ekstra kaynaklara ihtiyaç vardır ve bunun için ülke sınırlarının dışına çıkmak zorundasınızdır. Bu açıdan bakılınca Türkiye’nin önündeki ikinci yolun üç seçeneği vardır.
Bir Kuşak Bir Yol Projesi… Bu proje, tarihî İpekyolu üzerindeki bir güzergâha bağlıdır. Çin’de üretilen mallar kara ve demiryoluyla Hazar Denizi’ne gelecek, Hazar Denizi’ni boru ve gemilerle aşarak Azerbaycan üzerinden Zengezor’a ulaşacak, oradan Nahcivan-Türkiye güzergâhını izleyerek Avrupa’ya ulaşacaktır. Özellikle Ukrayna’dan götürülmesi plânlanan hat Rusya-Ukrayna Savaşı ile çökünce, bu orta kuşak çok önemli bir hâle geldi ve Türkiye bu ekonomik çeşmenin başına oturan “1” numaralı dev olarak temayüz etti. Bu işin sonunda bu deve diğer ülkelerin bedel ödeyeceği açıktır.
Türkiye’nin önündeki ikinci bir yol ise, esaret altındaki Kaşgar’dan Pakistan’ın Gvadar Limanı’na uzanan 3 bin kilometrelik ekonomik kara hattıdır. Çin, 2016 yılında Pakistan’ın Gvadar Limanı’nı işletmeye almış ve işgal ettiği tarihî Türk beldesi Kaşgar’dan sevk ettiği malları buradan gemilere yükleyerek Basra Körfezi’nde Irak’ın Fav Limanı’na ulaştırmıştır. İşte Fav Limanı’na ulaşan bu mallar Bağdat, Basra ve Erbil hattını izleyerek -ki bu hat, kara ve demiryollarıyla projelendirilmiş bir hattır- Türkiye’nin Ovaköy sınır kapısından Şırnak’a girecek ve oradan Mersin Limanı’na ulaşacaktır. İşte bu yolun iktisadî verimlilikte işleyebilmesi için Irak’la Türkiye’nin yakın iş birliği gerekmektedir. Çünkü ABD, Çin’den gelen bu yola mani olmak için PKK’nın Suriye’deki unsurlarıyla Irak’taki unsurlarını birleştirerek bu yolu işlevsiz kılmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla kendi kontrolünde bulunan Haseke’deki kukla yapıyla Süleymaniye’deki Talabani unsurlarını bir araya getiren ABD, büyük bir gayretle bu suyun önünü kesmeye çalışmaktadır.
Fakat Türkiye, geçen yıldan itibaren başladığı Süleymaniye üstündeki baskısını gittikçe artırmakta ve oradaki Talabani yapılanmasıyla PKK’nın iş birliğini imha edecek plânlar uygulamaktadır. Nitekim bu bölgedeki tarım tesisi görünümlü dron fabrikalarını ve Türkiye’ye sevk edilen kaçak yakıt tesislerini imha eden Türkiye, neredeyse her gün bir örgüt ileri gelenini de MİT’in takibiyle buharlaştırmaktadır.
Türkiye muhtemelen Nisan ayı ve sonrasında bu bölgeye girerek bölgede PKK’nın alan hâkimiyetine son verecek ve ovaya kaçan teröristleri de Irak ordusu marifetiyle elimine edecektir. Bu durumda bu yaz sonunda PKK’nın bu bölgeden atılacağı ve Talabani unsurlarının da başına buyruk hareket etmesinin önüne geçileceği kesindir. Seçimlerden sonra Başkan Erdoğan’ın Irak’a yapacağı ziyaret, bu operasyonun işaret fişeği olacaktır. Irak’tan atılarak lojistiği kesilen PKK unsurlarının Suriye’de Türkiye karşısında bir direnç göstermesi de mümkün olmayacaktır.
Türkiye, sınırları boyunca 30-40 kilometre derinlikte oluşturmayı amaçladığı tampon bölge ile toplumsal dokusunu zehirlemeye başlayan mültecileri buraya yerleştirerek bu yarasını da tedavi edecektir. Buradan anlaşılır ki, Devlet, Irak’tan gelecek olan çeşmenin başına da oturmaya karar vermiş ve yakında bu çeşmenin başına oturarak kendisini terör ile terbiye etmek isteyenlerden bunun karşılığını fazlasıyla alacaktır.
Ve üçüncü yol… Türkiye’nin önündeki üçüncü imkân yolu, Hint Okyanusu’ndan gelerek Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz’e çıkacak olan deniz ticaret yoludur. Türkiye’nin Hint Okyanusu’nun ağzında Somali ile yaptığı antlaşma bu bakımdan manidardır. Bu anlaşmaya göre Somali kara sularının sahip olduğu doğal kaynakların yüzde 30’u Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Türkiye’nin Somali kıyılarını korumak için Kızıldeniz ve Hint Okyanusu ağzına göndereceği donanma, üçüncü çeşmenin başına da oturacak bir dev olma niyetini açıkça göstermektedir.
Aziz okur, yakın bir zaman dilimi içerisinde bu üç ekonomik çeşmenin başına bir dev cesametiyle oturacak olan Türkiye, hem buradaki ekonomik kaynakları, hem de kendi toprak ve sularındaki ekonomik kaynakları bir araya getirecektir. Böylelikle askerî teknolojide ulaştığı ilk beş güçten biri olma kudretini ekonomik anlamda da yirmincilikten beşinciliğe doğru taşıyarak bölgesel bir küresel güç hâline gelecektir.
Hiç şüphe yok ki Türkiye, Selçuklu ve Osmanlı’dan daha muktedir bir güç olarak bütün kıtalarda eskisi gibi hüküm yürütmeye devam edecektir. Türk’ün Kızılelması yoktur, Kızılelmaları vardır. Hedef, bu elmaları veren dünya ağacını elde etmektir. Vesselâm…