
ÇOK istemek… İhtiras… Tutku…
Farklı tınılarla aynı nevayı estiriyor içimde…
Bir şeyi çok istemek, iradenin bacaklarını kırar, hakikate dair yargıların belini büker ve dahi inancın, inanca dair değerlerin ve kırmızı çizgilerin flulaşmasını tetikler.
Bir şeyi çok büyük bir arzuyla istemek, o şeyin vuku bulmadığı her anı sitem ve isyanla bezer.
Bu “çok istemek” sıfatlı kalp kıpırtısının, aklın ezberlediği hakikatlere de garezi vardır. Akıl bütün örfî ve dinî yol ayrımlarını ezbere bilir de tutkunun baskıcı ve hükmedici saltanatında aciz bir köleye dönüşüverir. Aklın köleliği, bütün değer yargılarının ve kutsalların alaşağı edilmesidir. Hem bir yandan da neyi çok istersek imtihan sebebidir.
Bir şekilde imtihan olacağız bu âlemde, işin o kısmına kelâm etmeye gerek yok. Fakat çok isteyenlerin, tutkuyla bağlananların müptelâya dönüşmeleri, arzulanana vuslat yolunda pek çok şeyi göz ardı edebilmeleri, bir çeşit ruhî rahatsızlık olsa gerek.
Bir şeyi çok isteyip bildiği her şeyi unutarak sıfatına zarar verenler, yakındaki dengeleri de altüst edebiliyorlar çok zaman. Fakat bir de istediği her şeyi sonsuz bir coşkuyla isteyenler var ki, kalpleri her neye meylederse yıkım oradan geliyor.
Bir iş potansiyeli varken, hedefleri belli bir yönde cem etmek ve mantık silsilesi istikametinde gerekli adımları atmak ne kadar akla yatkınsa, o işi her ne pahasına olursa olsun nihayete vardırma güdüsü ve tutkusu, yoldaki pürüzlere karşı takınılan tavrı çok farklı noktalara götürebiliyor. “İllâ olsun”cular, yolu yürünebilir ve kısaltılabilir bir hâle evirmek için faiz, rüşvet, adam kayırma ve torpil gibi gayriahlâkî kesitmelere müracaatı uygun buluyor. İşte yıkım daha yolun başında insanı ve etrafını çepeçevre sarmış durumda. Birine gönül vermek de bir yandan gayet insanî ama bir yandan da geri dönüşü mümkünsüz yıkımların ilk hareketi.
Aşk, bir kalbe coşkun ve hudutsuz girişin anlatısı. Kaçış her zaman için olanaklı değil. Fakat illâ istemekle hem aşkla yeşeren kalbi karartmak, hem de maşuka zarar vermek bir adım uzaklıkta. İllâ isteyen zorbalığa da başvuruyor, kendi ailevî değerlerini de hiçe sayabiliyor, maşuku gözünde çok büyütüp kısmetin ve nasibin sahibini de unutabiliyor.
İllâ isteyenler, illâ istedikleri uzaklara eriştiklerinde de ayrı bir çöküşle baş başa kalıyor. Çünkü bir şeyi ne kadar uzun süre ve ne kadar büyük bir coşkuyla isterse insan, o şeyi olduğundan çok daha yüksek bir kıymete kilitlemiş oluyor. Fakat vardığında gördüğü, hayâl âleminde büyüttüğüyle bir değil. O illâ istenenin kusurları bir bir gözlerdeki feri söndürdüğünde, bu defa da zulmün ve nankörlüğün tefleri çalıyor akıllarda.
Çok istemek gürültülü bir hissediştir. Kalbi yorduğu gibi insanın olmazsa olmazlarını toprağa gömer. Ya hakkı çiğneyip geçmeyi masum gösterir kalbin gözüne ya da her ne olursa olsun hedefe gidişe boyar gözleri. Öyle bir boyanır ki gözler, etrafta olup bitenlere ve olması gerekenlere dair tek bir izlenim bırakmaz. Bu körlük, eylemlerin mayası olur da ezip geçtiği mukaddesleri bile aklınca bir kılıfa sığdırır tutkun.
Velhasıl, “İllâ olsun”u yoktur dünyanın. “Hayırlıysa olsun, hayırlısıyla olsun, hayra varmayacaksa olmasın”ı vardır. Bu şuur ve niyazla insan, hayırlı olmayan tutkularını kalbinden arındırabilir.