Turnalar söylesin, gönüller dinlesin

Sanat, bizi ruhen beslerken geçmişin aksinden bugüne izler düşürme gayretinde olana mihmandarlık eder. Bazen ulu bir dağın zirvesinden seyre koyulur, bazen bir gülün yaprağından koklarız âşıkların, hasretlerin, dertlilerin hâlini. İşte o zaman geçmiş ve gelecek arasındaki zamanın mesafesini yüreğimizde yok ederek tüm zamanlara tanıklık ederiz.

İNSAN, Büyük Sanatkârın sanatının en nadide eseri. Cennet ile müşerref oluşundandı dünyada güzeli arayışı, güzele talip oluşu. İlk yurdu olan Cennet yurdunu görünce -dünya hayatının içinde akıl onu unutsa dahi- ruh, şahit olduğu o güzelin izini aradı daima.

Bu arayışın gayretiyle yazdı, çizdi, söyledi, şekil verdi... Çünkü varlığı sanat olan insan, diğer taraftan da Sanatkârın âlemdeki tecellisini gördükçe sanatın birçok dalında kendini izah etmeye çalıştı.

Zamanla bu izah yürekte “dert” oldu, “murat” oldu. Ruhen ya da fikren ihtiyacın muhtaçlığında olan insan ya üretti ya da üretilenden istifade etme noktasında bu daireye dâhil oldu. Aksi takdirde kendini anlama ve anlamlandırma sahasında eksik kalırdı ki âlemi anlama faaliyetine niyetlenemez dahi.

Sanatın her alanı İlâhî kudretin en derin tınılarını ruhunda muhafaza ettiğinden, üretilen her eser (gerek dinî, gerek lâ-dinî olsun) netice itibariyle Rabbin hakikatinin tezahürünü haykırır aslında. Renkler, kelimeler, notalar bu hakikatin birer nakşı, sırlanmış bir aynada ruhun âlemdeki “sır”ları arama çabasıydı.

Her toplum kendi genetik kodlarının izinden yürüyerek eserlerini icra etmiştir. Bu mecrada kâinatta canlı cansız tüm varlıklar ise insanın kendini anlatmasında birer aracı olmuş, anlamlar yüklenip simgeleştirilerek mezcedilmiştir. Bu yöntemin katkısıyla sanat o sınırsız sahasında zenginleşirken, duygular düz ve yüzeysellikten derinliğe, çok alanlı bir ifade biçimine dönüşmüştür. Bu yöntem özellikle halk edebiyatımızda çok cenahlı kullanılırken, motifleriyle bu alanın kollarını beslemiş, yüzyıllar sonrasına uzanacak gerek dinî, gerek millî bir arkeoloji sahası açmıştır.

Toplumumuzun büyük ilgi gösterdiği ve milletimizin “çeyiz sandığı” diye tanımladığı ve genellikle halk edebiyatımızdan beslenen Türk halk mûsikîmizde bu simgeler en zengin hâlleriyle etüt edilebilir. Dağ, yol, gece, gül, bülbül gibi bir çok tema türküyü yakanın hâlinin tercümanı olurken, bazen de bu temalar üzerinden ahvâlini anlatma aracı olmuştur. Dağ, hasreti besleyen aşılmaz bir güç olarak dillenir; yol ise kâh bu hasreti bitirmiştir, kâh perçinlemiş. Bülbül âşığın sureti olurken, maşuku olan güle yakarmış, dikenine yapacağı sitem ise gülü incitir tedirginliğiyle kalbi daima titremiştir. Gece, tükenmiş umudun karanlığında yârin gözüdür; ay ise simasının ziyası olmuştur. Anadolu insanı saf ve ari hâliyle yaratılan her “şey”in bir sanat eseri olduğu şuurundan irfanî bir yol izleyerek, “ben” demeyi nefsten bilip acıya da, sevdaya da, hasrete de nesnel yüklemeler yaparak kâinatın bir  mânâ diyarı olduğunu anlatmıştır. Bu, elbette edebin, adâbın da zarif ve estetik bir ifadesidir aslında.

Mûsikîmizde bu simgeler kadar mühim, bir o kadar da çok alanlı yüklemelerin olduğu özel bir tema vardır ki gerek görüntüleri, gerek türleri, gerekse özellikleri ve hareketleriyle tam da bizim yoğun hissiyatımıza karşılık gelecek türdendir: Turna kuşları... Anadolu ağzıyla “durnalar”...

Turna kuşları, Türk halk mûsikîsinde “haberci, dert ortağı, yâren” gibi dostane anlamlarda kullanılmıştır. Göçmen bir kuş olduğu için haber gönderme ve haber bekleme alanında önemli bir yer edinmiştir. Kültürel sahanın yanı sıra Alevî Bektaşî geleneğinin de köklü simgelerinden biri olan turna, güçlü ifade biçimleriyle gönüllerde ve eserlerde yerini almıştır. Birçok türü olmasına rağmen “allı” ve “telli” türleri, eserlerde en çok kullanılan türleridir.

Gelin, bu mekanik, ruhlarımızı sıkıştırıp bütün duygularımızı kemirerek bizi yutmaya çalışan, adeta bir karadeliği andıran zamandan azad olarak bir turnanın kanadına tutunalım ve diyar diyar dolaşarak kâh haber getirelim sıladan, kâh bir gama ortak olalım, kâh dertli bir âşığın avazı olup haykıralım!

Turnaların dilinden

“Durnam dertli öttün, derdimi deştin./ El vurdun, yaremin başını açtın./ Eşinden m’ayrıldın, yolun mu şaştın?/ Bizim ele doğru gidin durnalar…” (İbrahim Bakır, Yozgat)

Türk halk edebiyatının bir kolu olan âşık edebiyatında turna “yâr”i temsil ederken, tekke edebiyatında ise turnanın sesi Hazreti Ali (ra) Efendimizin sesiyle eşleştirilmiştir. Bu yüklenimdendir ki, sabır, bereket, sadakat ve saflığı temsil etmiştir ve neredeyse hiç avlanmamıştır. Özellikle tekke edebiyatında daha geniş bir yer tutan turnalar, başta Hazreti Ali (ra), Hace Ahmed-i Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî gibi Allah dostlarını bünyesinde temsil etmiş, turnayla hasbihâl ederken bu âlim zâtları sual etme ve hâllerinden haberdar olma merakını anlatmışlardır.

Âşık edebiyatında gönülde yatan bir “yâr” varsa, yine o gönülde bir de “yara” vardır. Yârin yarasını ise en çok mesafeler kanatır. İşte yârin haberini turnadan sual eden bir halk türküsünde dertli olan âşık, korkusunu şöyle söze dökmüştür: “Yârini öldürmüş, eli kan m’ola?/ Ak gerdan üstünde çifte ben m’ola?/ Doğru söyle, benim yârim sağ m’ola?/ Turnalar ne haber, yârden ne haber?”

Burada sılasından uzak, gurbete düşmenin mahzunluğuyla turna bir dert ortağı, âşığın sıladan haber getiren dostu olmuştur. Aynı haber âşığın yüreğini rahatlatmış ise coşkusuna ortak etmiş, bu coşku yine haberciyle paylaşılmıştır. Halk ozanımız Karacaoğlan, yârden gelen haberi turnaya şu satırlarla anlatmıştır: “Aşına da Karac'oğlan aşına/ Yeni girmiş on üç on dört yaşına/ Irak değil ak pınarın başına/ Turna yârden haber geldi, bekleme.”

Halk edebiyatımızda “yâr” ve “sıla” temaları işlenirken duygunun en derin ve en yoğun membaından beslenmesinin yanı sıra mûsikînin de katkısıyla tesiri katlanarak hak ettiği rağbeti görmüş, gönüllerde sarsılmaz yerini edinmiştir. Bu iki tema üzerinden “özlem” duygusu nakış gibi işlenip damla damla akıtılırken, yüreğin parelenip sızlamaması mümkün mü? Bu etki o kadar yüksektir ki söylerken ya da dinlerken türküyü yakanla aynı his yoğunluğunu yakalamak ise bu damıtılmış hislerin samimiyeti kalplere sirayetinin en güzel nişanesidir.

Tekke (tasavvuf) edebiyatında ise turna teması, anlam ve boyut değiştirip manevî sahada ifade edilerek bizleri kanadına alıp Türkistan’a, Yemen’e, Bağdat’a kadar uçurmuştur. Tasavvuf ehli, Pîr-i Türkistan Ahmed-i Yesevî’nin “turna donu”na nasıl girdiğini Hacı Bektaş-ı Velî “Velâyetnâme” adlı eserinde tasvirleriyle anlatmıştır. Pîr Sultan Abdal ise, “Turnaya vermiş sesini/ Âşıklar tutsun yasını” derken bu temsili kültürün ilk kaynağından bizi haberdar etmiştir.

Bektaşî geleneğinde Hazreti Ali’nin (ra) sesinin turna kuşunda olduğu inanışı ve bu geleneğin en büyük ozanlarından olan Pîr Sultan Abdal’ın bu aşkla söylediği birçok satırı mûsikînin nağmelerinde avaz olmuş, bağlamanın tellerinde haykırmış, mızrabın ucunda ise “aşk”ın coşkusuyla her darbede ağlamıştır. Çünkü Hazreti Ali (ra) aşk tarlasında muhabbetin tohumu olmuştur.

Bu kültürün özünü ifade eden “semah”lar ise turnanın gökyüzündeki hareketlerinin tasviridir. Onların gökyüzündeki süzülüşleri semahın figürlerinin ana temasıdır. “Turna Semahı” diye bildiğimiz türkünün sözlerinde Pîr Sultan Abdal, “Gine dertli dertli iniliyorsun,/ Sarı turnam, sinen yarelendi mi?/ Hiç el değmeden de iniliyorsun,/ Sarı turnam, sinen yarelendi mi?” derken, derdin sinedeki iniltisini adeta bize dinletmiştir.

Sanat, bizi ruhen beslerken geçmişin aksinden bugüne izler düşürme gayretinde olana mihmandarlık eder. Bazen ulu bir dağın zirvesinden seyre koyulur, bazen bir gülün yaprağından koklarız âşıkların, hasretlerin, dertlilerin hâlini. İşte o zaman geçmiş ve gelecek arasındaki zamanın mesafesini yüreğimizde yok ederek tüm zamanlara tanıklık ederiz. Selâm olsun geçmişin dalına konup turnadan haber bekleyenlere! Selâm olsun gönlünden geleceğe bir turna uçuranlara!