Türküler ve anılar

Düğünlerde bara (halaya) hemen kalkılmaz, herkes kendisini naza çeker, toy sahibi ve yakınlarının aşırı ricaları sonucunda özellikle taze gelin ve nişanlı kızlar aile büyüklerinin izniyle kalkarlardı. Bu türkü toy da olsa bazı sınırlara dikkat edilmesi hususunu öne çıkarmakta. Bezenmek, süslemek anlamında kullanılmakta olup gelin ve nişanlı kızların birilerinin emanetinde olduğu, aşırı rica yapıldığı bilinerek, yengüllük (hafiflik, ağır başlı olmamak) edilmesinden duyulan hoşnutsuzluk vurgulanır. Kimse yâri hakkında dedikodu olsun istemez. Toydaki davranışlar dostları mutlu ederken, düşmanca niyetli olanları çatlatır. Onun için onlara pirim verilmemesi gerekir. Bunun için de ağzına, gözüne dikkat edilmesi önemli bulunur. Aslında burada bir edep ve adap vardır, bir usul vardır.

MÜZİK, önemli bir kültürdür. Toplumun bir üyesi olarak insanın, genel kültürün yanında kazandığı müzik sanatına ilişkin bilgi, beceri, tutum ve davranışlar ile müzik ortamlarında geçerli ahlâk kuralları, gelenekler ve benzeri diğer yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir bütündür. Kaynaklarda Erzurum yöresine ait 231 türkünün olduğu belirtilir. 

Müzik kültürü ise, toplumun bir üyesi olarak insanoğlunun genel kültürün yanında kazandığı müzik sanatına ilişkin bilgi, beceri, tutum ve davranışlar ile müzik ortamlarında geçerli ahlâk kuralları, gelenekler ve benzeri diğer yetenek ve alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir bütündür. 

Müzik o kadar büyük bir etkidir ki Samir’inin yaptığı buzağının vadinin derinliklerinde rüzgârın etkisiyle çıkardığı sesin ritmi, Musa’nın kavminin sapmasına neden olmuştur. Yani müziğin etkisi her devirde etkileyici ve sürükleyici olabilmektedir.

Erzurum, müzik açısından oldukça zengin bir kültüre sahiptir

Erzurum, tarihî özellikleri bakımından birçok uygarlıklara ev sahipliği yapmış ve bu nedenlerden dolayı birçok kültürden de etkilenmiştir. Bu anlamda Erzurum, müzik açısından oldukça zengin bir kültüre sahiptir. Erzurum’un yaşayış şekilleri ve değişik uygarlıklardan etkilenmesi ile kendine özgü bir müzik kültürünün oluşmasına sebep olmuştur. Erzurum yöresi insanı birçok savaş, göç, sevinç, sevda, özlem yaşamış, bu değerlerin nesilden nesile aktarımın da çeşitli birçok etken bulunduğu gibi en önemlisi de yöresel müzik yolu ile başarmışlardır. 

Bu bağlamda iki anısı olan türkü ile bana göre özel bir adap tanımlayan türkümüzü yazmak istedim…

I. “Tutam yâr elinden, tutam/ Çıkam dağlara, dağlara/ Olam bir yareli bülbül/ İnem bağlara, bağlara…”

Herkesin bir şekilde dinlediği türkülerden biri olan bu Erzurum türküsünü her ne zaman dinlersem veya duyarsam, kendimi Devre dağının platolarında yer alan yaylamızın iniş gününü hatırlarım. Yaylamız, köyümüze yaklaşık onbeş kilometre uzakta olup temmuz aynın ilk haftası çıkar, (köyden yaylaya göç) ağustosun son haftası iner (yayladan köye göç); yaklaşık elli altmış günlük yaylacılığımız olurdu. Herkesin bir dam (büyük oda) ve hayvanları için yapılmış ağılları vardı. Yamaçlarında haziran sonuna kadar kar olan yaylamız, hayvancılık açısından olduğu gibi köydeki tarımsal çalışmaların kolaylıkla yürütülmesi açısından da oldukça önemliydi. Altmış, yetmiş haneli köyümüzün (Kamışözü-Narman-Erzurum) iki bölük (sürü) küçük baş hayvan ve bunların kuzuları, sayıları beş yüzü bulan büyük baş hayvan sürüsü vardı. Küçük ölçekli tarımcılık ve hayvancılık temel geçim kaynağımızdı. Yani köy felsefesi bakımından kendine yeten, yağ, peynir, arpa, buğday, küçük ve büyük baş hayvan satarak gelir elde edilirdi. Yaylamızın civarında Narman yaylası başta olmak üzere farklı iki köyün daha yaylası vardı.


Erzurum yöresi insanı birçok savaş, göç, sevinç, sevda, özlem yaşamış, bu değerlerin nesilden nesile aktarımın da çeşitli birçok etken bulunduğu gibi en önemlisi de yöresel müzik yolu ile başarmışlardır. 


Gözleri yaşlı, sesler titrek olurdu

Bir de ortak yaylamız vardı, Sultan yaylası… Sultan yaylası, Kurtuluş Savaşı öncesi o civardaki tüm köylerin katılımlarıyla panayır yapılan özel bir yayla. Yaylalarımız, geniş meraları, bol kaynak suları ve serinliği ile hep özlenen, ayrılık vakti geldiğinde ise hüzünlenilen özel bir yere sahipti. Yaylamızın çıktığı gün genç hanım ve kızların yayla sınırına ulaşılınca yapacakları at yarışı ise en özlenenlerden biriydi. Bir de yaylanın çıkışını takip eden üçüncü gün. Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlının uç karakollarından birinde ani baskınla şehit olan atalarımıza yapılan toplu ziyaret. Ziyaret tepesi “Karakol” olarak da bilinir. Oldukça yüksek bir tepede yer alan şehitlik, ilçemizin ormanlık köyü olan Başkale’ye ve onu kuşatan ormanlara bakar. İlk orman görmüşlüğümüz de oradadır ve ben orta okul ikiye kadar hep orman mühendis olmayı hayal etmişimdir. Bütün köy halkı ve diğer köy yaylacıları da kete, helva yaparak ziyarete gider, Kur’ân’lar okunur, dualar edilir, şehit toprağının şifa olduğu düşüncesiyle tüm bebeklere az az toprak yedirilirdi, ki ben de yediğimi çok iyi hatırlıyorum. Kadınlar mumlar yakar, dilekler dilerlerdi. Ziyaret dönüşünde Cennet Pınarı’nda mola verilir, helva ve kete yenir, soğuk suda kim ayağını daha fazla tutacak yarışmaları yapılırdı. Ertesi gün köyün erkekleri köye döner, çocuklar, çobanlar ve kadınlar kalırdı. Bu olaylar ne kadar haz veriyordu ise, iniş günü de bir o kadar hüzün vermekteydi. İşte yukarıda dizeleri yer alan türküyü en ilk olarak yaylamızda ninelerimizden duymuş ve ezberlemiştim. Zira o vakitler köyde sadece üç evde radyo vardı. 

Yaylanın iniş günü tüm eşyalar kağnılara yüklendikten ve harekete başlanacağı zaman ninelerimiz, yaylanın iniş yönüne bakan yamacında toplanır ve bu güzel türküyü koro hâlinde okurlardı. Gözleri yaşlı, sesler titrek olurdu. Çünkü onlar bilirlerdi ki gelecek yıl burada içlerinden biri veya birkaçı olmayacak. Bu duyguyla birbirlerine sarılır veda eder ve helallik alırlardı. “Bakalım gelecek yıl hangimiz olmayacağız!” Bu duygu, tüm yaşamımda hayata bakış felsefem oldu. İnsan bir gün sevdiklerinden istemese de ayrılmak zorunda. Benim nenem de yaylamızı en son 1975 yılında gördü. 1976’da o koroda ninem de yoktu. Şimdi yaylamız var ama yaylacılık yok. Çok geniş meralar bomboş. Köy arazisinin yarısından çoğu boş. Köy, felsefesinden çok uzakta bir noktaya evrilmiş durumda. Kendine yeten değil tüketen bir hâl almış. Hep düşünmüşümdür herkesin okuması ve her yerin okullu olması gerekir miydi diye… Zira köyler boş, şehirlerin varoşları köylere rahmet okutur nitelikte ve insanlar sanki sıkıntılara âşık olarak yaşamaya odaklanmış gibi…

Sokağın biraz ilerisinde bir adam yere yan yatmış bu türküyü okuyor

“Dün gece yar hanesinde/ Yastığım bir taş idi/ Altım çamur, üstüm yağmur/ Yine gönlüm hoş idi…”

Lise ikide olduğum 1977 yılının Ekim ayının son haftası. Yağmurlu ve serin bir günün akşamı. Vakit oldukça ilerlemiş, akşam yemeği sonrası, bir arkadaşımın evinden Kızılay öğrenci yurduna doğru ilerliyoruz. Sokağın biraz ilerisinde bir adam yere yan yatmış bu türküyü okuyor. Ses çok ama çok tanıdık. Arkadaşım Osman Nuri “Aaa Raci amca yine içmiş…” dedi. Raci amca? Raci Alkır. Bir hoş oluyorum bir sanatçının böyle olacağını hiç düşünmediğim için. Yanına yaklaşıyoruz. Rahmetli Raci amca o güzel sessiyle ve çakır keyifliliğinin etkisiyle yağmura ve serinliğe aldırmadan türküye devam ediyor. 

II. “Bir dağ ne kadar yüce olsa/ Dağ kenarı yol olur/ Buna bayram günü derler/ Dostla düşman bir olur…”

Raci amca, Osman Nuri’yi tanıdığı için bize doğru baktı ve bir küfür savurarak “Ne bakıyorsunuz, kaldırsanız ya…” dedi. İkimiz iki kolundan tuttuk, o ara bir üçüncü adam daha yardım etti ve Raci amcayı evlerinin önüne bıraktık. Tabii ki üzerimiz hep çamur olmuştu ve ben yurda geç kalmıştım. Zira yurt müdürü, Erzurum’da herkesin bildiği o vakitler Kızılay Başkanı da olan Mithat Turgutcan. Bu adam ölmeden mezarını yaptıran ilk tanıdığım biri olarak da zihnimdeki yerini hep korumaktadır ve her Erzurum’a gidince rahmetli anne ve babama çok yakın olan mezarını ziyaret ederim. 

Yurda vardığımda tam 20 dakika geç kalmıştım. Nöbetçi abi kapıyı açtı, benim gibi geç kalanlar bir yerde toplandık. Sonra ağzında piposuyla başkan geldi. O da az çakır keyifti. Hepimize geç kalma nedenlerimiz sordu. Mazerete göre bir veya iki cop, bazen tokat atarak bizi kendince affediyordu. Sıra bana geldi. Nedenini korkarak, çekinerek anlattım. “Aferin, beraberdik, giderim dedi ama az fazla kaçırdı, demek ki o kadar gidebilmiş…” dedi. Sonra bana bakarak “Yarın, bu türkü kimin, kim demiş, öğren gel, yoksa copu yersin” diye ekledi.

Alvarlı Muhammed Lütfi Efe… Rahmetli edebiyat hocamız, Erzurum’da “bar” şiirini okuyuşuyla müstesna bir yere sahip olan Timur Bulut hocam, büyük bir iştiyakla benim sorum üzerine bize “Efendi Hazretleri”ni anlattı. Ona muhabbet besleyen gurupların olduğunu, bizim de katılabileceğimizi tembihledi. O vakitler adına yazılmış kapsamlı kitap olmayan Efendi Hazretleri’nin hayatı beni çok etkilemişti. Şimdi onun edebiyatı ve şiiri seven her bireyin elinin altında bulunması elzem olan bir divanı var. O divanı okudukça ona içimden verdiğim özel bir isim var: Çağdaş Yunus Emre… Bu ismi ona en çok yakıştıranlardan biri de yakın dostum emekli edebiyat hocası Yakup Çelik’tir.

Heyecanla başkanı bekliyorum. Akşam sekiz otuzda geldi. Unutma olmazdı onda. “Gel bakalım, anlat hadi, bir yere gitmem lazım, acele et...” dedi. Aşığın maşukunu anlatır gibi anlattığımı çok iyi hatırlıyorum. Beni ayakta dinledi. Sonra “Git kociğini giy gel, bekliyorum” dedi. Yurttan çıkıyoruz, onun arabasıyla Murat Paşa Mahallesi’nde bir eve gidiyoruz. Oldukça kalabalık, ayakta karşılanıyoruz. Karşımda Timur hocam ve Raci amca, ben çok mutlu bir genç... Sonra ilahiler, şiirler… Uzun süren muhabbetler… Çay ile ikram edilen tatlı helvalar... Benim zihnimde deli sorular… Bura dinî esaslı bir sohbet ve Raci amca ve de Başkan ve de alkol… Ve aradan yıllar geçiyor, sular duruluyor. Biz Raci amcayı Hac dönüşü ziyarete gidiyoruz. Karşımızda her şekilde sofi ve mutasavvıf bir kişilik var. “Ne oldum değil de ne olacağım” öz değişini tefekkür ediyoruz.

Kimse yâri hakkında dedikodu olsun istemez

III. “Güzeller bezenmiş toya giderler/ Sizlere emanet yar oynamasın/ Ben bülürem reca minnet ederler/ Yengüllük edip ay balam tez oynamasın

Düşmanlar oturmuş bize bakarlar/ Kızıl güller al yanağa takarlar/ Sonra söyler başımıza kakarlar/ Dudağın altında balam dil oynamasın

Ben seni sevmüşem sevgilü yârim/ Sizlere gurbandır bu şirin canım/ Demirem oynamasın oynasın hanım/ Kara kaş altında balam göz oynamasın”

Bu türküyü, klasik Erzurum kültürünü yansıtması bakımından çok önemli bulmaktayım. Erzurum düğün (toy) kültüründe nişanlı kız ve taze gelinlerin toya katılımı ancak ailenin izniyle olurdu. Ve asla toya yalnız gitmez, aileden büyük biriyle iştirak edilirdi. Her bir nişanlı kız ve taze gelin toy evine varınca özel karşılamalar yapılırdı. Toy evi herkese açık olduğu için sevenler ve sevmeyenler de olurdu. 

Düğünlerde bara (halay) hemen kalkılmaz, herkes kendisini naza çeker, toy sahibi ve yakınlarının aşırı ricaları sonucunda özellikle taze gelin ve nişanlı kızlar aile büyüklerinin izniyle kalkarlardı. Bu türkü toy da olsa bazı sınırlara dikkat edilmesi hususunu öne çıkarmakta. Bezenmek, süslemek anlamında kullanılmakta olup gelin ve nişanlı kızların birilerinin emanetinde olduğu, aşırı rica yapıldığı bilinerek, yengüllük (hafiflik, ağır başlı olmamak) edilmesinden duyulan hoşnutsuzluk vurgulanır. Kimse yâri hakkında dedikodu olsun istemez. Toydaki davranışlar dostları mutlu ederken, düşmanca niyetli olanları çatlatır. Onun için onlara pirim verilmemesi gerekir. Bunun için de ağzına, gözüne dikkat edilmesi önemli bulunur. Aslında burada bir edep ve adap vardır, bir usul vardır.

Sonuç olarak türkülerinin günümüze kadar yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması, yörelerdeki kültürel mirasın korunması açısından büyük önem taşır. Bu türküler, sadece bir müzikal ifade biçimi olarak değil, aynı zamanda bir toplumun tarihini, duygularını ve değerlerini yansıtan önemli birer belge olarak da değerlendirilmelidir. Bu nedenle, türkülerin yaşatılması ve tanıtılması için çeşitli kültürel etkinlikler düzenlenmeli, genç kuşaklar bu mirasa sahip çıkmaya teşvik edilmelidir.