Türkmen Alevîlerinin çıkmazı: 2 Temmuz ve “can”ları (y)anmak

Alevî anlayışına göre aslolan “insan”ın kendisi değil miydi? Ya da Alevîlik paradigması “can” derken “insan”ı kastetmiyor mu? O hâlde Madımak Oteli’nde ölenlerin 37 şahıs olduğu neden görmezden geliniyor? Bunun tek cevabı var: Sünnî oldukları için!

26 YIL öncesinin 2 Temmuz’unda, Sivas’ta birtakım siyâsî olaylar yaşanmış ve Madımak Oteli yakılmıştı. Pir Sultan Abdal Derneği’nin düzenlediği şenlikler dolayısıyla şehirde bulunan Türkmen Alevî ozanları ve toplumun ileri gelenleri de söz konusu oteldeydiler. Aralarında mizahçı Aziz Nesin de vardı. Tabiî bununla birlikte Sivas’ın ilçelerinden ve çevre illerden gelen bir Alevî misafir yoğunluğu da…

Şenlik dolayısıyla gergin olan şehir, 2 Temmuz günü acı bir finale sahne oldu. Söz konusu otel yangınında 33 “can”, yakılarak ya da dumandan boğularak hayattan kopartıldı. Doğruyu söylemek gerekirse, o gün ölenlerin sayısı 37 idi. Bunlardan 33’ü Türkmen Alevî, dördü Sünnî idi. Buna rağmen, Madımak Olayı’nı anma yıldönümlerinde hep 33 Alevî’ye vurgu yapıldı, diğerleri görmezden gelindi. Bu yılki toplantı da “33 can” üzerinden kurgulandı doğal olarak. Niçin?

Türkmen Alevîlerinin elini vicdanına koyarak bu konuyu bir düşünmeleri gerekiyor. Neden 37 can değil de 33 can?

Dememiz o ki, Alevî anlayışına göre aslolan “insan”ın kendisi değil miydi? Ya da Alevîlik paradigması “can” derken “insan”ı kastetmiyor mu? O hâlde Madımak Oteli’nde ölenlerin 37 şahıs olduğu neden görmezden geliniyor? Bunun tek cevabı var: Sünnî oldukları için! O cehennem olayında onların aileleri de “can”larını kaybetmediler mi? Kaybettiler ya…

Olaylarda ölenlerin sayısını 33’e indirmekle 37’ye çıkartmak arasında ne fark var? “Yangında 37 canın öldüğünü söylemek, meseleyi küçültmediği gibi Madımak’taki Alevî rengini soldurmaz” demek yanlış mı olur? Bilâkis Türkmen Alevîliğinin insanı önemseyen/önceleyen temel paradigmasını cümle âleme göstermiş olur. Hattâ bu durumda sorun, “memleket meselesi” hâlini alır. Böylece Türkmen Alevîsi ve Türkmen Sünnîsiyle ülke insanı hâdiseye sahip çıkar!

Bu elim olayın bütün vatandaşların meselesi hâline gelmesi Türkmen Alevîlerini korkutmamalı, aksine sevindirmeli. Bu tavırla Madımak Olayı, bir “azınlık” kesimin meselesi olmaktan çıkar ve herkesi ilgilendirir. O durumda etkisi ve sonuçları daha sarsıcı olur. Başka insanlar da durumu sahiplenir. Anma toplantılarına sadece Alevîler değil, yüreği yanan Sünnîler ve diğerleri de katılır.

Yoksa Türkmen Alevîler, böyle olmasından mı korkuyorlar? Yani kendilerine ait olan bir hikâyenin/efsanenin ellerinden alınması mı ürkütüyor onları? Galiba…

Ama çekinmeye gerek yok! Olabildiğince geniş katılımlı bir Madımak anmasında yine Alevî türküleri çalınır, 33 cana ağıtlar yakılır. “Sünnîleri de ‘can’ olarak görmek lâzım” gerçekliğinden hareketle söz konusu 4 kişi için söylenen bir beyitlik bir tespitin etkisi, “Türkmen Alevîliğinin hoşgörüsü”nün altını çizen bir davranış olur. O durumda “Sünnî canlar” da Alevî kesime başsağlığı dileğinde bulunurlar. Buna bağlı olarak Devlet de mağdur vatandaşlarını hatırlar ve mesaj yayınlar. Ulusal televizyonlar konuya ilgi duyar ve saire… Yani her durumda muhatap, Alevîler olacaktır. Ve kazananlar da...

Yakın geçmişimizde yaşanan Maraş, Çorum ve devamında Sivas Olaylarını Türkmen Alevîlerin acı birikimine dâhil eden anlayışın son yıllarda erozyon geçirmiş durumda olduğunu görüyoruz. Onca çabaya rağmen artık iki toplum arasındaki düşmanlıkları körükleme çalışmaları Maraş, Çorum ve Sivas Olaylarında olduğu gibi karşılık bulmuyor. Neden? Çünkü iki toplum da geçmişteki acıların arkasındaki kuşkulu karanlığın farkına vardı. Daha da varacak. Netîcede Alevîlerin temel arzusu da bu değil mi? Yani Türkmen Sünnî ve Türkmen Alevî düşmanlığını ortadan kaldırmak, kardeş olmak... O hâlde şimdiye kadar “33 can” ile sınırlı kalan “Madımak anmaları”nın “37 can” üzerinden yapılması, söz konusu temel arzuya konan bir iyi niyet tuğlası olarak algılanmalı. 

Unutulmamalı ki, her kesimiyle Türkiye toplumu, bir başka katmana evrildi. Ve hızlı bir şekilde acıları paylaşma yolunda ilerlemekte. Öyleyse Alevîler, bizce bunu paylaşmaktan imtina etmemeli. Eminiz ki, Türkmen Alevîlerin acılarını Türkmen Sünnîlerle paylaşma isteğine bigâne kalmayan bir diğer taraf bulunacaktır karşılarında. Hattâ ortaklaşılan acıların karanlıkta kalan sebeplerinin çözümü de çok daha kolay olacaktır. Yani sevinç de, tasa da el birliğiyle yaşanmalı. Çünkü 21’inci yüzyıl -mecburen- kardeşliğe gebe! Yoksa bu ülke, bir 20’nci yüzyıl acısını daha kaldıracak güçte değil. Türkmen Alevî toplumu ise hiç değil!

Art niyetsiz düşünmek

Oysa acısını ortaklaşmaktan şiddetle kaçınan ve içtimâî imeceyi reddeden Alevî anlayışı, 1993 yılının 2 Temmuz’undan farklı bir noktada durmuyor gibi. Sanki olay dün olmuş gibi… Hâlbuki takvimler 26 yılı devirdi. Sakın yanlış anlaşılmasın, Alevîlere acılarını unutturmaktan söz etmiyoruz! Başta Madımak olmak üzere yakın tarihteki Türkmen Alevî meselelerini derinleştirmek, nedenlerini anlamaya çalışmak, benzeri olayların tekraren yaşanmasının önlemini almak için sükûnet içerisinde art niyetsiz düşünmek şart!

Bununla birlikte, “Madımak şehitleri”nin rûhlarının şâd edilmesi, o günü aynı ateş çemberinde yaşamakla olmaz/olmamalı. Gerek Türkmen Sünnî, gerek Türkmen Alevî inancının böyle durumlarda yaptığı şey ortak: Sünnîler şehitlerini anmak için mevlüt okuyor, Alevîler de lokma dağıtıyorlar. Temel teolojik davranış tekniği olarak her iki davranış da birbirinden farklı değil, “Sevabına ikram” diyebiliriz her ikisine de. O hâlde Alevîler, şehitlerinin rûhlarını mutmain etmek için neden 2 Temmuz günlerinde lokma dağıtmaz, evlerinde kişisel olarak ya da cemevlerinde topluca duâ etmezler ki? Aksine klimalı salonlarda acı ve öfke yüklü ürküler söyleyerek 2 Temmuz’u diri tutmaya çalışıyorlar.

Söylemeye dilimiz varmıyor ama 2 Temmuzlar, “Hüseynî” bir matem ve teolojik temelli anma günü olmaktan çıkmış durumda. Tam bir şenlik ve bayram havasında yaşanan kutlamalardan söz ediyoruz. “İyi ki kardeşlerimiz yandı da biz geride kalanlara dışımızdaki kesimleri suçlama/paylama hakkı doğdu!” der gibi…

Adına 26 yıl önce festival düzenlenen Pîr Sultan Abdal, bir Türkmen Alevî sûfisi idi. Yani kimliğinin baskın olarak dinî bir tarafı vardı. Yani onun söyledikleri literatürde türkü değil, “nefes”. Sünnîlerin “ilâhi” dedikleri tekke şiiri tarzı... Günümüzde dahi dillere pelesenk olmuş Pîr Sultan deyişlerine bakınız, neredeyse tamamı dinî! Buna rağmen onun adına yapılmış festivallerin devamı niteliğindeki 2 Temmuz anmaları, siyasal toplantılar şeklinde Hayata geçiriliyor. 68 Kuşağı’nın “protest marşları” gibi...

Hatırlayınız lütfen, “Tevekkeltü ta’âl-Allah” diye haykıran Pîr Sultan Abdal adına din ve inançtan arındırılmış siyâsî bir festival atmosferinden söz ediyoruz. Ve bu atmosfer, 26 yıl öncesinin 2 Temmuz’undaki hâlet-i rûhiye üzerinden yani öfke ve kin duyguları içinde olup bitiyor. Çünkü şehitlerin anmasında hâkim olması gereken inanç rûhu kayıp ve onun pratiği olan lokma dağıtma, Kutsal Kitap okuma, duâ etme gibi hâller akla dahi gelmiyor.

Neden bu meselenin arkasındaki karanlık araştırılmıyor? Buna dair paneller, toplantılar, konuşmalar, açık oturumlar yapılmıyor da niçin 2 Temmuz 1993’ün siyâsî öfkesi diri tutulmaya çalışılıyor?

Peki, Türkmen Alevî insanına ait tarihî öfke diri tutulmasın mı? Tamam, tutulsun, lâkin öfkenin yöneltilmesi gereken asıl hedefin araştırılıp bulunması, tarihi düzeltme açısından önemli olacaktır. Dememiz o ki, 2 Temmuz 1993, istikbâldeki Alevî çocuklarına, “Sünnîler biz Alevîleri yaktılar!” postülatıyla aktarılırsa, tarih yanlış yazılmış olur. Bunun karşılığında da Madımak Olayları’ndan bir hafta sonraki “Başbağlar Katliamı” ile 33 Türkmen Sünnînin yakılarak ve kurşuna dizilerek öldürülmesinin tarifi de Sünnî çocukları açısından “Alevîler 33 Başbağlar köylüsünü katletti!” şeklinde yer tutar. Bu durumda da not, tarihe yanlış düşmüş olur. Yanlış, yanlışı doğurur!

Yeni acılar istiyor muyuz?

Sanki yeni acıları istiyor gibiyiz. “Toplumlarımızın acılı efsaneleri ve elemli mitolojileri biriksin de karşılıklı sövüşelim” der gibi... Ya da ifadeyi şöyle düzeltelim: Bir karanlık odak, her iki toplumu yeni acılara hazırlama plânlarını çantasında aktif (mi) tutuyor(?). Yahut bir kısım “ayranı kabarık Sünnî ve Alevî”, çantada keklik olmaya hazır…

Hülâsa, “33’er mazlumlu” Madımak ve Başbağlar Olaylarının arkasında bir “karanlık el”in olduğu artık aşikâr. Acıların üzerine öfkeli bayramlar bina etme nedeniyle mantık ölçüsünü kırmış olan her iki toplum yahut toplumsal parçalar, sözünü ettiğimiz karanlık eli teşhis etmek zorunda. Yoksa kanaatimizce sosyal istikbâllerinde daha nice acılara gebe Alevî-Sünnî düşmanlığını diri ve canlı tutmanın sâbıkalısı olacaklardır.

Bu konuda konuşmak istediğimiz bir başka fasıl daha var!

İçinde Çorum, Maraş ve Madımak Olaylarını barındıran 20’nci yüzyıl bitti ve yeni bir yüzyıla evrildi zaman. Bu esnada gördük ki, her yüzyılın kendi ezberleri bulunmakta. Ve “yeni yüzyıl”, eski yüzyılın ezberlerini bozarak bina ediyor kendisini. Bu nedenle 20’nci yüzyılın karanlıkları aydınlanıyor, gizli belgeler üzerindeki gizlilik hâli kalkıyor.

Toplumun her kesimi, 20’nci yüzyılda birer tiyatronun parçası olmuşlardı. Üstelik oynadıkları senaryonun gerçek olduğuna inanarak yaşamışlardı. Bu nedenle yaşadıklarının birer tiyatro olduğuna inatla direnmekte ve bir yalanı yaşamaya devam etmekte.

20’nci yüzyılın temel belirleyeni, her 10 yılda bir darbe yapmak şeklinde yaşandı. Hayata geçtiği yıllarda birer gereklilik olarak görünen kronik darbelerin sözünü ettiğimiz siyâsî tiyatroların finali olduğunun artık farkına varıldı. Anlaşılan bir başka husus da, toplumu gerekli olduğuna inandırmak için darbelerden önce gizli saklı hazırlıkların yapıldığı ve birtakım kanlı mizansen vakaların hayata geçirildiği gerçeği… Bu tespitin ışığında gidelim 1993 yılına!

Örtülü darbe yılı: 1993

Hatırlanacağı üzere, 1980 İhtilâli’nden sonra 1990 yılı itibariyle ülke darbe dönemine geçmiş durumdaydı. Bunun için hazırlıklar yapıldı. Bu nedenle devrin siyasetinde birtakım gelişmelerin hayata geçirildiği gözlendi. İktidardaki Anavatan Partisi el değiştirdi. Partinin kurucusu ve duayeni Turgut Özal, Cumhurbaşkanı yapıldı. Onun yerine Başbakan olanlar, partiyi sarsmaya ve halkın nazarında gözden düşürmeye matuf hamleler yaptılar. Bunlar siyasetin el değiştirmesinin vaktinin geldiğinin işaretleriydi. Ama darbenin asıl işaretleri, 93 yılında kendini gösterdi. Zaten o yıl için konunun uzmanları, “gizli darbe yılı” demekteler.

93’ün Ocak ve Temmuz aralığında, zamana yayılan bir dizi olay tespih gibi dizilerek darbenin ayak sesleri olarak hayata geçti: Uğur Mumcu Cinayeti, Bakan Adnan Kahveci’nin şaibeli trafik kazası, General Eşref Bitlis’in içinde bulunduğu uçağın düşmesi, Cumhurbaşkanı Özal’ın ölmesi ya da öldürülmesi… Bunun gibi bir dizi siyâsî olay peşpeşe yaşandığında, yaklaşanın ne olduğunu, “darbenin matematiksel simetrisi”ni bilen biliyor ve “heyula”yı bekliyordu. Bu serinin en önemli olayı ise 2 Temmuz Madımak Olayı oldu. Bir Türkmen Alevî derneğinin düzenlediği Pir Sultan Festivali’nin üzerine bina edilmiş olan 2 Temmuz Olaylarının Türk toplumunun iki tarafını karşı karşıya getirme düşüncesiyle yapıldığı besbelliydi.

Şu an aklımıza gelmeyen olayların kurbanları arasında sağcılar da var, solcular da, Sünnîler de, Alevîler de, Türkler de, Kürtler de… O hâlde Türk toplumunun iki temel dinî ve iki temel etnik unsurunun birbirini suçlaması hiç de doğru değil. Anlaşılan o ki, Kürtleri Türklere, Sünnîleri Alevîlere kırdırmak üzerine plân kuran bir üçüncü şahıs/güç/taraf bulunmakta. Ve sözünü ettiğimiz taraf, Kürtlerin, Türklerin, Alevîlerin ve Sünnilerin ortak düşmanı! Bu durumda yapılması gereken tek şey, Kürtlerin, Türklerin, Sünnîlerin ve Alevîlerin, kısaca Türkiye toplumunun temel parçalarının el ele verip bu karanlık gücü deşifre etmesi ve ona karşı mücadele etmesidir.

2 Temmuz Olayları’nın arkasında yer alan aklı ve gücü saklamadan söyleyelim: “Alman Gizli Servisi BND”… Yani Alman derin devleti ve onların yerli işbirlikçileri…

O Alman derin devleti ki, 1980 (Amerikan) Askerî Darbesi’nden sonra Türkiye’den kaçan çoğu Alevî solcu aydının hepsine kucak açmıştı. Ya da tam söylenişiyle, birer “ihanet erbâbı” hâline getirmişti. Derin Almanya, hesabına çalışan Türkiye karşıtlarına bugün de aynı şeyi yapmakta. Bir kısım liberal ve Fetöcüye kucak açarak onları kanatları altına alıp ülkemize karşı kullanmakta.

1980 sonrasında Almanya’nın güdümüne giren Türkmen Alevî aydınlar üzerinden -ki onların pek çoğu ateist olmasına rağmen- bambaşka neo-Alevî anlayışlarının formatlamasında kullanıldılar. “Ali!siz Alevîlik” anlayışı böylece ortaya çıktı. Bunun gibi başka başka Alevî yönelişleri de söz konusu… Yani geleneksel Anadolu Türkmen Alevîliğini parçalayan bir Almanya’dan söz ediyoruz. O Almanya, bununla kalmamış ve 1993 yılında da yerli işbirlikçileri eliyle Sivas Madımak Oteli’nde 37 canı katletmişti. Devamında da yaklaşık bir hafta sonra Başbağlar köyünde 33 canı daha bu hayattan kopardı. Hem de PKK’lılar eliyle… O katiller, o gün PKK propagandası yapmadılar. Bunu söz konusu Başbağlar’dan arda kalanlar dışında herkes biliyor artık. 33 köylüyü katledenler şöyle bağırmışlardı: “Sivas’ın intikamını aldık!”

Burada sormak lâzım: Sivas’ın intikamını almak, PKK’lı teröristlere mi kalmıştı? Elbette hayır! Ancak onlar, bu haykırışlarla iki temel Türk toplumunu birbirine düşüren nifak cümlesini bağırmışlardı. Sözü edilen o karanlık odağın arzusu doğrultusunda elbette…

2 Temmuz günü, “mütedeyyin Türkmen Alevîler” diyebileceğimiz çoğunluğun günü olmaktan çıkmış durumda. Sözü edilen o karanlık el, mütedeyyin Alevî ailelerin çocuklarını keskin bir düşmanlıkla bilemeye devam ediyor, bu birincisi! İkincisine gelince... 2 Temmuz anma günleri birer şenliğe döndürülerek “rant kapısı” hâline getirilmiş durumda. “Mütedeyyin Alevîler”in acıları üzerinden şan, şöhret ve servet devşirenler, 2 Temmuzların bu şekilde devam etmesi arzusundalar. Hani Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer Günü var ya kapitalistlerin işi ticarete döktükleri günler, mantık aynı! Heyhat!

Bu nedenle 2 Temmuz, bu Kripto anlayışın elinden alınmalı ve Türkmen Alevîliğinin geleneksel inancı doğrultusunda canların acısı, lokma dağıtarak, cemevlerinde duâ ederek, Kur’ân okuyarak, kimseyi düşman ilân etmeden, öç ve intikamı körüklemeden, kendi tarihî doğallığı içerisinde hayata geçirilmeli. Aynı şeyi Başbağlar halkına da tavsiye ediyoruz. Hattâ bir de teklifimiz olsun: 2020 yılında, muhakkak Madımak ve Başbağlar mağdurları bir araya gelmeli ve kendi geleneksel inançlarının ortak paydasında, sevgi temelli bir anma programı yapmalılar. İşte o zaman “her şey daha güzel olacak” gerçekten!