Türkiye’nin sevdalı bülbülü, ABD’nin kel kartalı

Güzel olmak belâdır başa, gözler üzerinde olur güzelin. Tıpkı vatanımızın üzerine kilitlenmiş kem gözler gibi… O belâyı tek başına, dört koldan saldıranlara karşı, diplomatik başarısı, duâlarla sarıp sarmaladığı dâvâsı, hürriyet sevdâsı, gelecek zamanların mimarı olarak koruyan Cumhurbaşkanımızı bilen bilir. En çok da Allah bilir!

SEVDÂLARIMIZ mı küçüldü?

Yoka mı sayıyoruz bu cennet vatanın toprağı altında saklı canları?

Ne asırlar, ne yıllar önce; henüz dün gibi değil mi 15 Temmuz vakası? Unutuyor muyuz bayrağımızın al rengine renk katan şehitlerimizin kanını?

Analar ağlamıyor, yâr feryâd figân sokaklara dökülmüyor diye mi bu vatan için toprağa düşen canların gayretinden, canını fedâ edişlerinden ibret almayışımız?

Hiç ölmeyecekmiş gibi, mâkâm, mevki sevdâsı ile canımızı vatandan, halktan sakındığımıza ne demeli?

Yerimizi sağlamlaştırmanın derdine düşenlerin sayısı neden artıyor her geçen gün? Neden içimizden birilerinin serzenişi hiç dinmiyor?

Menfur 15 Temmuz kalkışmasını zaferle netîcelendiren, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı Harekâtı’nı başarıya eriştiren, mazlumun derdine çâre, kendi milletinin refahına tedbir geliştiren iradeyi örselemeye neden bu kadar teşneyiz?

Köprülerden geçerken aklımıza düşer mi Osman Gazi’nin küçücük bir obada başlayan Türk-İslâm ideasının nasıl üç kıtaya hâkim bir devlet hâline geldiği?

Yavuz Sultan Selim Köprüsü anlatır mı bize Yavuz Sultan Selim Han’ın Şah İsmail’in 10 bin kişilik ordusunu tarumar ettiğini, tahtı devraldığında 2 milyon 375 bin kilometrekare olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede iki buçuk kat büyüttüğünü ve ölümünde imparatorluk topraklarının 1 milyon 702 bin kilometrekaresini Avrupa’da, 1 milyon 905 bin kilometrekaresi Asya’da, 2 milyon 905 bin kilometrekaresi Afrika’da olmak üzere toplam 6 milyon 557 bin kilometrekareye çıkardığını; padişahlığı döneminde Anadolu’da birlik sağlandığını, Halîfeliğin Abbasîlerden Osmanlı Hanedanına geçtiğini, devrin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu’nu ele geçiren Osmanlı’nın bu sayede doğu ticaret yollarını tamamen kontrolü altına aldığını?

Gelecekte, dünyanın en çok yolcu taşıyan havalimanı ile dünyaya meydan okuyan Reis’in gayretine sitemle, serzenişle mi katma değer ekleyeceğiz?

Dünya kuduruyor, Haçlılar kıs kıs kıvranıyor, “Bir Kuşak Bir Yol”, İpek Yolu projesi hayata geçtikçe, Reis, “Akdeniz sahipsiz değil” dedikçe, Kanal İstanbul projesiyle Möntrö Anlaşması’na alternatif çözüm üretildikçe… 

Sayfalar dolusu icraat, dosyalar dolusu büyük hedefler gözümüzü doyurmuyor da ABD’nin kel kartalına meftun hainler mi türüyor içimizden?

Ah ihanetin en fecisi ki, tarifi fıkhen münafık, içimizden birilerinin “Objektif bakış, analitik değerlendirme” gibi kallavi ifadelerle içimizi oymalarına ne demeli? Taraftarı muhalifinden çok konuşan bir ideanın başı olmak ne zor, ne zahmetli bir yolculuktur, kim bilir?

Aslında, biz biliriz!

Vefâsı olanlar bilir!

Ah ki, bilinmenin en kavi, en kıymettar olanı Allah’ın bilmesidir! Çünkü dört taraftan kuşatılmış, rüzgârı dışarıdan, odunu içeriden yakılmış ateşlerin dumanına rağmen inkişaf eden 17 yıllık sürecin nereden nereye geldiğimizin belgeli ahvalini, bu vatanı canı pahasına sevenler bilir.

Hayâ eder adının nanköre yazılmasından…

Ama yine de hatırlamak gerekir…

Hatırlatmak gerekir ki, insanın nisyana yakınlığı tuzağa dönüşmesin!

İyi biliriz, iyi kullanırız köprüleri, metroları, havalimanlarını…

Çok iyi biliriz dağların delinip mesafelerin kısaltıldığı yollarda sürülen şık arabalarımızla kadranda hız ibresine bakıp keyif çatmaları… Buna rağmen durmak bilmeyen eleştiri oklarını dostun kalbine saplamayı da iyi biliriz…

Hikâye gibi, kıssa gibi, fıkra gibi biliriz her şeyi. Öylece yaşar gideriz.

***

Meselâ, hep anlatırlar bülbülün kan revan içindeki sevdâsını…

Dinleriz gülün bülbüle vefâsızlığını… Her şeyi biliriz dostluğa, sevdâya, sadâkate dair… Öyle iyi biliriz ki, mangalda kül kalmaz söylendiğimizde.

Sorsalar, ölürüz sevdâmız için! Ancak sormadan söylediklerimizin hesabını hiç mi hiç tutmayız. Anlatılanı dinlemenin, bilmenin yetmediği nankör zamanlardayız şimdilerde…

“Neden?” derseniz, “neyin nankörlüğünden” söz ettiğimi bilmek dilerseniz, “Ezber ettiğimiz ama hakkını teslim etmeyi ihmâle yeltendiğimiz kendi küçük, anlamı büyük kıssayı bir hatırlayalım” derim…

***

Güzel bir bahçede beyaz bir gül yaşarmış. Bülbül gülün bu saf beyazına sevdâlanmış. Öyle tutkun, öyle meftun olmuş ki güle, dikenleri battıkça bağrına, damlayan kanından habersizmiş.

Günlerce göğsü kanaya kanaya şakımış bülbül gülün dalında. Gülün beyazı kan kırmızısına dönmüş. Katmer katmer serpilmiş yaprakları. Güneşin aydınlık elleri dokununca gülün yüzüne, sevdâ rengi bir ateş sıçrarmış etrafa. Düşmanları çatlamış. Bülbülün döktüğü kandan bîhaber gülümsermiş gül al rengiyle…

Derken, o bahçenin üstünden bir kartal geçmiş bir gün. O da ne? Gözleri kamaşmış gülün güzelliğinden… Hayran hayran kanat çırpmış gülün üstünde günlerce… Bülbülün naif bedeni ve sevdâlı kalbi gülü cezbetmediğinden, bir kartal sevdâsı düşmüş içine. “Gel” demiş kartal, “Gidelim buralardan, yükseklere çıkarırım seni”. “Olur” demiş bülbül. Uçmuşlar birlikte uzaklara…

Bülbül mahzun, kalakalmış artlarında… Ağıda evrilmiş şakıması… Ama hiç bıkmamacasına…

Kırmızı gül için kartalın ağzında yükseklerde uçmak pek hoşmuş amma rüzgâr hırpalamış yapraklarını. Kararmış, solmuş, yarım kalmış… Hâli böyle olunca kartal şaşırmış “Âşık olduğum güle ne oldu böyle?” diye.

Gül anlamış kartalın şıpsevdi bir vefâsız olduğunu. “Bırak beni” demiş, “Aldığın o bahçeye”

Kartal, gülü atıvermiş bir sabah o bahçeye. Sevdâsına sâdık bülbülün ayağının dibine düşüvermiş bülbül hâlsiz ve dermansız… Öylece...

Zar zor gülü toprakla buluşturmuş bülbül. Her gün dikenlerine göğsünü dayayıp şakımış gece gündüz. Uyku yok, durak yok…

Ve can gelmiş yeniden güle…

Yaprağı yeşermiş, bükük boynu düzelmiş; al bir gonca olup yeniden gülümsemiş.

Hâlsiz, dermansız kalmış bülbül. Akan kanı hâdsiz hesapsız…

Ve derken düşüvermiş gül fidanının dibine…

Sevdâya sadâkatin, ahde vefâya hürmetin hikâyesi kayda böylece geçmiş. Dilden dile dolaşan bu aşk, bu sevdâ, bu tutku, bu ibadet gibi sevmeye dair küçük kıssa ezber edilmiş. Ama içinde saklı irade ve idare hiç dikkate alınmamış…

***

Bu kıssa bana, vatanı gül olan, gayreti, vefâsı, sevdâsı, dâvâsı bülbülce olan Cumhur Reisimizden söz ediyor. Bu kıssanın güzelliği sömüren ve inciten kartalı, hainleri resmediyor.

Güzel olmak belâdır başa, gözler üzerinde olur güzelin. Tıpkı vatanımızın üzerine kilitlenmiş kem gözler gibi… O belâyı tek başına, dört koldan saldıranlara karşı, diplomatik başarısı, duâlarla sarıp sarmaladığı dâvâsı, hürriyet sevdâsı, gelecek zamanların mimarı olarak koruyan Cumhurbaşkanımızı bilen bilir.

En çok da Allah bilir!

***

Bilmeyenler, bedel biçilebilir insanlıklarıyla ihaneti meslek edinenlerdir. Yahut münafıklığı meşrebine yakıştıranlar…

Bu demlerde bir kartal bakışı, bir kara türkü hiç dinmiyor hainlerin ve münafıkların dillerinde…

Bu ülkenin geleceği mamur, ufku açık olacakmış, onlara ne? Onlar, günü kurtarmanın, cebine giren paranın hesabını yapmanın, oturacağı koltuğun mevkiini belirlemenin derdindeler...

Kanal İstanbul bir prestij meselesiymiş, onların ne işine yarar? Yollar kurdele gibi uzağı yakın eyliyormuş, ne umur? Uçağımız, silahımız varmış, sivil savunmamız güçleniyormuş, İHA’larımız teröristlerin çanına ot tıkıyormuş, denizaltımız mavi sularla buluşuyormuş… Aman canım, sende!

Haçlıların ve satın aldıkları ihanet çetelerinin tek gayeleri, kartalın yerinden söküp aldığı, örselenince bırakıp ardına bakmadığı gül vatanımızı hırpalamak…

Bilmiyorlar ki, Haçlıların kel kartalı tarafından bir gün, işe yararlılıkları son bulduğunda metruk bir bahçeye bırakılıverilecekler…

Ve bilmiyorlar, aldıkları her nefesi hürriyet sevdâlısı bir liderin gayretine borçlu olduklarını…

Bilmiyorlar, ölüme sevdâlanacak, şehâdete tâlip olacak, aşkla vatanı uğruna kanını akıtacak kadar gayret kesilen aziz milletin hürmetine dünyayı başı dik arşınladıklarını…

Bilmiyorlar, ölümden kaçtıkça adlarının ihanete ve korkaklığa yazılacağını…

Adı haine yazılanlara yuh olsun! İçimizde yaşayan, al bayrağın gölgesinde uyuyan, cennet vatanımızın havasını soluyan, ama ülkesine nankörlük yapanlara yazıklar olsun!

Veyl olsun üç kuruşun derdine düşmüş aklı küçük, ufku kapalı, düşmanına sevdâlı, ABD’nin kel kartalının kanatları altına sığınan hainlere!

Her şeye rağmen göğsündeki kalbi vatan için çarpan, hırpalanmış gül misâli ülkemizi gayretiyle, dur durak bilmeksizin, hâlsiz ve dermansız kalıncaya kadar yeşertmek için canını, rahatını fedâ eden Cumhurbaşkanımızın sağlığı kavi, ömrü uzun olsun!

Sair muhaliflerin tümü; CHP, HDP, SP, İP, TİP, GP (MHP ve AK Parti’nin içindekiler dâhil) vatan sevdâsı, hürriyet aşkı ile al renge boyanmış bayrağımız aklınızdan çıkar da nisyana meylederseniz eğer, başınızı göğe kaldırın ve gökyüzünde karanlığı aydınlatan, bu milletin dinî ve millî kodlarını sembolize eden ay ve yıldıza bakın, size nereli olduğumuzu ve kim olduğunuzu hatırlatır belki!