Türkiye’nin Çözüm Ajandası (5): Adalettir mülkün temeli!

Yargı kurumlarına inancın zayıfladığı yerde, toplumun öncelikle kendi kendisini tartması elzem hâle gelmiş demektir. “Yargıya güveniyoruz” cümlesinin altındaki kodun “Yargı benden yana olsun” şeklindeki yazılımını alaşağı etmedikçe, ne sabrı, ne de hakkı tavsiye edenlerden olabiliriz.

AJANDA Yayınlar Grubu olarak iki yüzü aşkın insanın bir araya getirdiği “Türkiye’nin Çözüm Ajandası” serimizin beşinci dosyasını da bugün arz ediyoruz.

Ülkemizdeki hukuk işleyişi, yargı ve yasal düzenlemeler hakkındaki tespit ve tavsiyelerimizin bulunduğu bu çalışmada, “Adalet, mülkün temelidir” vecîzesindeki inceliği yakalamaya gayret eden bir incelikle karşılaşacaksınız. Zira bütün kamu bilmelidir ki, evvelâ adalet ile yargı, aynı kavramı ifade etmez. Adalet bir bütündür ve insânî haklardan iktisâdî haklara büsbütün bütün bir hukuku korumak işlemi, ancak hakkı tavsiye edenler tarafından yürütülebilir. Yargı ise, sadece adalete dayanarak uzlaşmayı yahut infazı gerçekleştirecek bir mekanizmadır.

Yargı kurumlarına inancın zayıfladığı yerde, toplumun öncelikle kendi kendisini tartması elzem hâle gelmiş demektir. “Yargıya güveniyoruz” cümlesinin altındaki kodun “Yargı benden yana olsun” şeklindeki yazılımını alaşağı etmedikçe, ne sabrı, ne de hakkı tavsiye edenlerden olabiliriz.   

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de dünyadaki bütün devletler gibi adalete yönelik problemleri vardır. Bu problemler, adalet sahasındaki en büyük haksızlıkların bu ülkede yaşandığını göstermez. Hele bunun için yürütme erkinin değil, doğrudan yargı erkinin halka hesap verilebilirliği tartışılmalıdır.

Bu anlamda Anayasal anlamdaki icra mâkâmı olarak yürütme erkinin bu çerçevedeki tesisatını kolaylaştırma yönündeki tespit ve tavsiyelerimize geçelim…

***

Tespitler

Halktaki adalet kırılmaları

12 Eylül, 28 Şubat, 2 Temmuz, 27 Nisan, 17/25 Aralık ve 15 Temmuz tarihleri, ülkenin karanlık, yokluk ve en önemlisi de esaret riskiyle karşı karşıya kaldığı, adlî mâkâmların hak, hukuk ve adalet anlayışından fersah fersah uzaklaştığı günlerden sadece birkaçına işaret etmektedir. Söz konusu hâdiseler; yönetimi, halkın dinini, istikrârı ve ekonomiyi etkilediği gibi, hak, hukuk ve adalet kavramlarının yeterliliğini de etkilemiştir.

“Genel af” adlı yöntem, toplumun bir kesimini daima umuda sevk ederken, bir kesimini ise korku ve adaletin kaybolduğu düşüncesine itmektedir.

Maalesef üç yıldır, 15 Temmuz gecesi ülkemize en büyük ihaneti yapan şer odağı ile yeteri derecede mücadele edildiği kanaati hâsıl olmamıştır. İhraç olanların kiminin yargılanmaması dahi sorundur.

Örneğin bir ara, Bülent Arınç’ın, “Bana isterseniz ahmak deyin” diyerek FETÖ’yü savunması ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nda atanarak hâlen bu görevde bulunuyor olması dahi adaletsizliğe dair inancı perçinlemiştir. 

Hukukun değil, hukukçuların üstünlüğü gözetilir olmuştur. Bunun başlıca sebebi, mevcut Anayasa’dır. Hukuk, bugünün hukuk adamları dâhil olmak üzere hepimize lâzımken, hukukî alanda yaşanan bunca sıkıntı, elit yahut halktan olup olmamaya göre değişmektedir.

Karısını bıçaklayan birinin ertesi gün serbest kalması veya kamunun zarar gördüğü olaylarda suçlu yetkili ve bürokratların beraat almaları, toplum vicdanında yara açmaktadır. “Ülkede nüfûz sahibi önemli birine ilişmediğiniz sürece birini dövmek serbest” şeklindeki algı, artık zihinlere kurulmuştur.

Yasama anlayışının yargıya etkisi

Seçim sistemimiz ve yasal düzenleme sorunludur. Seçilme yaşının 18’e indirilmesi, mevcût seçim sistemi sebebiyle kıymetli değildir. Zira vatandaş, 18 yaşındaki veya genç hissettiği adaya oy vermek istese de bu tercihini doğrudan gösterememektedir. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Modeli ile hazır şablon başkanlık sistemi arasında müthiş bir farklılıklar silsilesi vardır ki, CHM’yi destekleyen toplum kesimi, bu farkı hissederek Meclis’in pasifliğinden ve bürokrasinin sivil itaatsizliğinden dem vurmaktadır. Bunun en net örneği, Binali Yıldırım temsilindedir. “Eğer Meclis güçlü, aktif ve ülkemizdeki yönetim erklerinin bağımsız bir kuvveti olarak var edilmek istenseydi, Yıldırım böylesi önemli bir yerden istifa etmezdi” düşüncesi bu noktada önemlidir. Yıldırım’ın istifası, CHM’yi kuvvetler ayrılığına cevap vermiyor gibi göstermiş, modeli zedelediği gibi toplumda da bahsettiğimiz algıyı oluşturmuştur.

Mağduriyet çıkışları

FETÖ’ye karşı mücadelede en çok yıpranan ve yıpratılan kurum, adalet ve hukuk sistemimiz olmuştur.

15 Temmuz sonrasında binlerce kamu çalışanının KHK ile mesleklerine ara verildi; kimi emekliye ayrıldı, kimi açığa alındı ve büyük çoğunluğu da meslekten ihraç edildi. Bu konu üzerinden, “Ülke tarihinin en büyük mağduriyetini bu Hükûmet oluşturdu” algısı yürütülmektedir. Hâlbuki Türklerin Malazgirt üzerinden Anadolu’ya girişine atfen o günkü mağlubiyeti hazmedemeyenlerin nesli tarafından “Tesiri bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat post-modern darbesinin mağdurları hâlen mevcûttur. Bu cümle, “Burada mağdur varsa orada da olsun” demek değildir; mağduriyet algısının bütün kamuoyuna hususî olarak yanlış aktarılmasına gösterilmesi gereken bir tepkinin ürünüdür.

Mahkemelere olan güvenin azalmasında başı tutan faktörlerden birincisi, yargı sürecinin uzun işlemesi ve yine zaman konusunun belirsiz oluşudur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 6 uyarınca herkes adil yargılanma hakkına sahiptir. Bu hakkın kapsamına, “yargılamanın uygun bir sürede işlemesi” de dâhildir. Söz edilen maddeye riayet edilmemesinden kaynaklanır şekilde, her sene AİHM’ye Türkiye’den çok sayıda başvuru olmaktadır.

Yargıya güvenin azalmasındaki bir başka sebep, sürecin çok mâliyetli olması ve bu durumda kişilerin mahkemeye başvurmak ve haklarını aramaktan yoksun kalmaları durumudur. Bu hâlde vekâlet ücretinin yanı sıra mahkemelerce alınan harç ücretlerinin çok yüksek olması da yine aynı başlık altında incelenebilecek sebeplerdendir.

Yine aynı bağlamda, baro tarafından atanan avukatların yargılama sürecinde görev bilincinden yoksun olarak savunma yapmaları ve yargının üç ayağından birini oluşturan avukatlık mesleğinin onur ve saygınlığına uygun hareket etmemeleri, başlı başına bir sorundur.

Yargılama süreci sonunda verilen hükmün adalete ve hakkaniyete uygun olmadığı konusundaki yaygın tecrübe ve inançlar mevcûttur. Ülkemizde bu durum, mahkemelere olan güveni temelden sarsmıştır.

Verilen cezaların işlenen suçla orantılı olmaması, cezaların ıslah edici niteliğinin azalması ve medyanın cezalandırma konusundaki yüksek etkisi, bu kanaatlerin edinilmesinde büyük etkiye sahiptir.

Yazılı sınavdan 35-40 alan bazı hâkim/savcı adaylarının sırf referansları sayesinde hâkim-savcı olarak atanmalarına tanık olmak da toplumda hoş karşılanmamaktadır.

Tavsiyeler

Yargı reformu, HSK’da yapılacak yapılanma değişiklikleriyle değil, ilkeler yoluyla şekillendirilmelidir. Örneğin savcı da, avukat da tarafı temsil ediyorken, savcı, hâkimin yanında yer almakta ve suçladığına tepeden bakmaktadır. Hâlbuki savcının suçladığı, belki de masumdur. Dolayısıyla savcı da avukat ile aynı konumda yer almalı, toplumda “dokunulmaz kimse” olarak lânse edilmemelidir.

Savunma hakkı, suçlayıcının insafına terk edilemez. Hâkim kanaate değil, delillere göre hüküm vermelidir. Delil aldatıcı olabilir, ama adalet için yapılacak şâhitlik daha önemlidir. Bu durum sağlandığında, devleti aldatan Ergenekoncu yahut FETÖ’cü organizasyon sızıntılarından da kurtulabiliriz.

Dolayısıyla 1982 Anayasası ile “hukukçu hâkimiyeti” altına alınan Devlet’in bu mekanizmadan kurtarılması ile yargı daha şeffaf, insanların ve kurumların eşit şekilde muamele gördükleri bir alan hüviyetine bürünebilir.

Genel af söylemi ebediyen kaldırılabilir, yeni delil ve durumla yeniden yargılanma yolu inşâ edilebilir.

Suçtan ve cezadan koruma hizmetleri başlatılabilir; ceza gerektiren fiillerin neler olduğunun ve bunları işlemeden problemlerin nasıl çözülebileceğinin halkla çeşitli yöntemlerle paylaşılması ve böylelikle cezaevine gidecek insan sayısının azaltılması sağlanabilir.

AİHM’de ve Yargıtay’da görülen dâvâlardaki sonuçlara bakılarak, kararları isabetsiz görülen hâkimlerin terfilerinin ve maaş zamlarının engellenmesi, önemli bir çözüm yolu olabilir.

Yaşamsal hakların ihlâli söz konusu olduğunda denetleyici mekanizmaların devreye girmesi ve işleyiş hızı, yine bizzat kanunlarla garanti altına alınabilir.

Sayıştay yeniden kurgulanabilir, etkin ve verimli denetim yapabilecek bir yapıya kavuşturulabilir ve kamudaki tüm denetim birimleri ile koordineli bir hâle getirilebilir.

Yeni bir seçim sistemi ile milletvekilleri daraltılmış bölgelerde seçilmeli, vatandaş oyunu partiye değil de vekile vermelidir. Böylece vekil, sistemin değil seçmeninin hâdimi olabilir.

Suçu sabit hâle gelmemiş zanlılara özel birimler ve mekânlar oluşturulabilir, zanlılar cezaevlerinde tutulabilir, tutukluluk süreleri kısaltılabilir ve hüküm verilmemiş olanlarsa cezaevleri yerine özel merkezlerde tutulabilirler.  

İslâm, eksiksiz, kusursuz ve hem insana, hem topluma, hem de çevreye uygun tek hukuk sistemine sahiptir ve adalet, ancak bu şekilde sağlanabilir.

Sonucu nereye ve kime dayanırsa dayansın, hukuk normlarına uygun bir yargılama ile suça karışanların “gecikmeden” adalet önünde hesap vermeleri sağlanmalıdır.

Suça bulaşmadığı mahkemece kabul edilen ve kesinleşen yargılama sonucunda mesleklerine dönmeyi bekleyenlerin taleplerine kulak verilerek mağduriyetleri giderilebilir.

Bugün ortalama 40 yaşında olan başörtülü öğrencilerin kayıp yılları telâfi edilerek, denk meslek ve pozisyonlarda istihdam edilmeleri sağlanırken, hâlen cezaevlerinde yatmakta olan ve ailelerinden ırak kalan mazlumlar için de “af kapsamında hukukî haklarının iade edilmesi”, önemli bir gelişme olacaktır.

Görevini yapmayıp vatandaşı mahkemelerde yoran memurların, mahkeme kararı vatandaş lehine olduğunda terfi etmelerini önleyecek bir mekanizma geliştirilebilir; konu ve karar aynı olan mükerrer durumlarda memurların işine son vermeye kadar gidilmesi mümkün kılınabilir.