Türkiye’de açlık günleri ve ekmeğin karneye bağlanması

1941 yılının 17 Aralık günü, halkın yegâne tüketim ve ihtiyaç maddelerinden olan ekmeğin ülke genelinde karne ile dağıtılacağı ilân edilmiş, Ocak ayından itibaren aile reislerine ekmek karneleri dağıtılmaya başlanmıştı. Dönemin şâhitlerinden Prof. Dr. Orhan Okay, yaşadıklarını şöyle anlatır: “Kişi başına bir günlük sarfiyat yarım ekmekle sınırlandırılmıştı. Ağır işçi sayılanlara tam ekmek yiyebilme izni veriliyordu.”

“MİLLÎ Şeflik Devri” denilince, Türk halkının belirli bir yaş grubuna girenlerin hatırladıkları birkaç sembol hâdise vardır. Bunların başında, İkinci Dünya Savaşı günlerinde uygulanan kötü politikalardan dolayı Türk halkının açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmiş olması gelmektedir.

Dönemin şâhitleri o korkunç günleri çarpıcı bir dille anlatırlar. Mustafa Efe, yaşadığı açlık hâllerinden şöyle bahseder:

“Cuma günleri camide namazdan önce vaaz ediyorum. Birkaç köyün cemaati nasihat dinlemek için geliyor ve camimiz ağzına kadar doluyordu. O gün evimizde ne un, ne ekmek, ne de yiyecek başka bir şey var… Çocuklar ‘Açız!’ diye ağlıyorlar. Ben de Kör Ömer denen komşumuzu Dörttaş denilen değirmene göndermiş, ‘Git, Agop Usta’ya benden selâm söyle, bir teneke ödünç un versin de al, gel!’ demiştim. O gitmişti ve ben caminin kapısından yolu gözetliyordum ki Ömer unu getirecek mi, getirmeyecek mi?

O arada zengin mi zengin bir adam olan Saçlılı Rıza Bey, benim hâlimi bilmediğinden, ‘Hoca, ne duruyorsun, biz buraya vaaz dinlemeye geldik’ dedi. Ona, ‘Rıza Bey, bugün çok hastayım, vaaz yapacak hâlim yok’ diye cevap verdim. Hastalığımın açlık ve yoksulluk olduğunu bir türlü anlayamayan Rıza Bey, ‘Biz vaaz isteriz’ deyip duruyordu… Çok şükür, Ömer unu getirdi de biz de vaaz u nasihate başlayabildik. Günler böyle geçip gidiyordu.” (Efe, 2013:65)

Hüsrev Hatemi, hatıralarında, hayatın bir parçası hâline gelen açlıktan ölümlerden şöyle bahseder: “Çocukluk anılarımdan söz ettikçe bizim sokakta sıklıkla açlıktan bayılan insanları hatırlarım.” (Hatemi, 2010:178)

Piyasadaki yokluğun bir sebebi de, Devlet’in, halkın ürettiği mahsule tarlada el koymasıydı. İnsanlar açlıktan ölme safahatına girmişlerdi. Trakya gibi mümbit toprakların insanları dahi uygulanan ağır beslenme politikalarından dolayı açlıktan ölüyorlardı: Tek Parti Rejimi Hükûmeti, köylüden yüz binlerce ton buğdayı topluyor, nemli ambarlarda çürütüyor, köylü ise açlıktan ölüyordu.” (Belli, 1989:53)   

Resmî müesseseler halka ölmeyecek kadar mısır, fasulye ve tahıl dağıtıyorlardı ama bunların hepsi kurtlu çıkıyordu.” (Mısıroğlu, 1998:29)   

Tarlasındaki ürün Devlet vazîfelilerince kaydedilen vatandaşlar, birkaç kilo mısır bulmak için komşu vilâyete yolculuk yapmak zorunda kalıyordu” (Kopuz, 2003)     

Ülke halkının üzerine çöken bu büyük karabasan, çok geçmeden netîcelerini vermeye başlamıştı. Sonraki dönemin bakanlarından Cahit Kayra, bu vakıayı şöyle anlatır: “Verem ve frengi, korkutucu ölçülerde yaygınlaşmıştı.” (Kayra, 1995:100)   

Halk kitleleri artık gördükleri her yerde CHP kodamanlarına, “Bizi aç bıraktınız. Ölülerimizi saracak kefen bile bırakmadan bizden aldınız” (Karaosmanoğlu, 1993:189) diyerek haykırıyorlardı.

Ekmeğin karne ile alındığı günler

1941 yılının 17 Aralık günü, halkın yegâne tüketim ve ihtiyaç maddelerinden olan ekmeğin ülke genelinde karne ile dağıtılacağı ilân edilmiş, Ocak ayından itibaren aile reislerine ekmek karneleri dağıtılmaya başlanmıştı.

Dönemin şâhitlerinden Prof. Dr. Orhan Okay, yaşadıklarını şöyle anlatır: “Kişi başına bir günlük sarfiyat yarım ekmekle sınırlandırılmıştı. Ağır işçi sayılanlara tam ekmek yiyebilme izni veriliyordu.” (Okay, 2003:98)  

Tarihçi yazar Kadir Mısıroğlu da dönemin şâhitlerinden biridir. Mısıroğlu, yaşadıklarına hatıralarında şöyle yer verir: “Karnesi olanlara pul gibi küçük kuponlar verilmişti. Kuponlar çocuk, işçi ve ağır işçi olmak üzere üç gruptu.” (Mısıroğlu, 1998:29)   

Halkın en temel ihtiyaç malzemesi ekmeğin dışında gazyağı, şeker, çay ve tuz gibi maddeler de aynı şekilde karneyle alınabiliyordu. Esasen bunların karneyle dahi bulunabilmesi ise ayrı bir mahâret konusuydu. Bu yüzden muhallebilerde şeker yerine pekmez kullanıyorlardı.

Karne ile dağıtılan ekmeğin gramı ve rengi de yaşanan zaman içerisinde değişikliğe uğramış, “ekmek iyice küçülmüş ve kararmıştı”. (Okay, 2003:97)   

Mihri Belli, kuponla satılan ekmeğin, ekmek kalitesinden çok uzak olduğunu anlatır: “Kuponla satılan adam başına 300 gram ekmek, çamurdan yoğrulmuş gibiydi. Yiyenin midesine oturuyordu. Bir süre sonra o da azaltıldı.” (Belli, 1989:211)   

“İkinci Dünya Savaşı yıllarında okulda ekmek karneyle… Zaten tüm hakkın 150 gram ekmek… Öğlen bakla ezmesi, akşam bakla ezmesi… Yemek de bu!” (Birler, 2010:6)

Dönemin bakanlarından Hilmi Uran, bu gerçeği şöyle itiraf eder: “Harp uzadıkça birçok eşya ve erzak da artık bulunmaz olmuş, şiddetli bir mahrumiyet ve sıkıntı devri başlamıştı. Meselâ petrol yoktu, geceleri evlerde zeytinyağına pamuktan fitil batırarak ışık yaratılırdı. Şeker yoktu. Patiska, iplik vesaire yoktu ve en güç tahammül edilebileni olarak ekmeklere büyük miktarda bakla karıştırılıyor ve kaskatı, yenilemez bir hâle getirilerek o da halka vesika ile veriliyordu.” (Uran, 2007:73)

Diğer mamuller gibi ekmeğin bulunması da artık bir problem olmuştu. Çeşitli vesîlelerle ülke için geziler yapan bürokratlar dahi “ilçe merkezlerinde ekmek bulamıyorlardı”. (Kayra, 1995:100)   

Cemal Cebeci’nin naklettiğine göre, temel yaşam malzemeleri de ancak karne ile alınabiliyordu. Bu yüzden ekmek, çoğu zaman hediye olarak götürülen bir gıda hâline gelmişti.

“İkinci Cihan Harbi'nin yıllarca devam etmesi sebebiyle ekmek, şeker, kaput bezi ve gazyağı gibi bir kısım aslî ihtiyaç maddeleri karneye tâbi idi. Askere Amerika’dan gelen unlardan yapılan ekmek veriliyordu. Kestane unundan yapıldığı söylenen bu beyaz ekmeklerden günlük ihtiyacımızı karşıladıktan sonra arta kalanları İstanbul’daki yakınlarımıza hediye olarak götürüyorduk. Çok makbul bir hediyeydi.” (Cebeci, 2014:47)  

Bila’nın naklettiğine göre, “gazetelerde sahte kepek ve un fişi tanzim etmekten suçlu odacıya 2 yıl, değirmen bekçisine 1 yıl hapis cezası verildiği belirtilirken, pahalı üzüm ve diş macunu satan şahısların da cezalandırıldığı belirtiliyordu”. (Bila, 1999:97)   

Millî Şef, ülke halkı işte bu konumda iken, “memleketi savaşa sokmamak” şeklinde ifade ettiği kutsî bir mazeretin arkasına sığınıyor, “şeker bulamadığı için feryâd ederek önüne çıkan çocuklara, ‘Ama seni babasız bırakmadım’ cevabını vererek kendini tatmin ediyordu”. (Toker, 1970:29)

Yaşanan bu açlık günlerinden dolayı Türkiye, ABD tarafından yardım edilen ülkeler arasına girmişti. Mart 1947’de Truman, biri çoğunluğun iradesine, diğeri bir azınlığın iradesinin zorla dayatılmasına dayanan iki yaşam tarzı arasındaki bir tercih çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılmasını gerekçelendiren Truman Doktrini’ni açıkladı. Bu politika, Türk ve Yunan anti-komünistlerini cesaretlendirdi. 1948’de Türkiye, Marshall yardımını almaya başladı.

Nisan 1949’da NATO kurulduğunda, Türkiye bu kuruluşa katılmaya kararlıydı. (Findley, 2015:265)                                             

 

Kaynaklar

Belli Mihri, (1989) Anılar, İstanbul: Milliyet Yay.

Bila Hikmet, (1999) CHP, İstanbul: Doğan Kitap

Birler İ. Hakkı, Hristidis Şengül Kılıç, Ergüz Ersel, (2010) CHP’li Yıllar, Ankara: İş Bankası

Cebeci M. Cemal (2014), Doksan Üç Yılın Ardından, Hatıralarım, Ankara: Kimder Yay

Efe Ahmet (2013), Bir Müftünün Hatıraları, Ankara: Boğaziçi Yayınları

Findley Carter V. (2015),Modern Türkiye Tarihi, İslâm Milliyetçilik ve Modernlik, 1789-2007 İstanbul: Timaş Yayınları

Hatemi Hüsrev (2010), Anılar, İstanbul: Dergah Yay.

Karaosmanoğlu Y. Kadri (1993), Politikada 45 Yıl, İstanbul: İletişim Yay.

Kayra Cahit (1995), 1938 Kuşağı, İstanbul: Cem Yay.

Mısıroğlu Kadir (1998), Geçmiş Günü Elerken, İstanbul: Sebil Yay.

Okay Orhan (2003), Bir Başka İstanbul, İstanbul: Ötüken Yay.

Toker Metin (1970), Tek Partiden Çok Partiye, İstanbul: Milliyet Yay.

Uran Hilmi (2007), Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım, İstanbul: İş Bankası Yay.