“Türkiye Yüzyılı”ndan ne beklemeli? Meselâ gerçek bir anayasa

Herhangi bir darbeden sonra çizilen herhangi bir toplumsal sözleşme yani anayasa, toplumu ilgilendiren bütün unsurları imzaya çağırıyor ve tüm toplumların ihtiyaçlarını çözüme kavuşturuyorsa, asil bir anayasadır. Böyle bir anayasayı meselâ sırf bir darbeden sonra kaleme alındığı için “darbe anayasası” diye tanımlamak ve insanî saymamak mümkün olabilir mi?

BİR “toplum sözleşmesi” olarak bütün bilim normlarında yerini alan bir kavram “anayasa”. Tarihte her devletin yazılı olmasa bile böyle bir çatıya ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Babil hükümdarı Hammurabi’nin ortaya koyduğu ahlâk eksenli kanunlardan Kadim Türklerdeki “töre” anlayışına değin anayasanın toplumu ortak bir hukuk zeminine oturttuğuna şahit oluyoruz.

Kural, kanun, sözleşme, yasa veya anayasaların bir toplumun içinde yer alan fertleri ve toplulukları birbirlerine karşı sorumlu kılmasının yanında kendi hikâyeleri vardır. Zira edinilen her tecrübe, ihtiyaçların neler olduğunu ortaya çıkarır. Meselâ Babil hükümdarı Hammurabi’nin ortaya koyduğu yasaların her biri, yaşanmış bir soruna çözümü, ortaya çıkmış ahlâk dışı bir duruma gereken yaptırımı yansıtıyordu. Zaten öyle olmalıydı. Tecrübe edilmeyen bir konuya dair kural koymak mümkün olamazdı.

Kimi tarihçiler ve düşünürler, “Hammurabi Kanunları” diye bilinen kuralları “İlkel ve vahşi” diye yorumluyorlar. Bu tür yorumlara imza atan tarihçilerin tarih bilimine inanmadıklarını düşünüyorum. Zira tarih bilimi, geçmişteki bir konuyu ele alırken, konunun yaşandığı toplumu, toplumsal şartlarını, dinamiklerini, meydana gelen olayların nedenlerini ve sonuçlarını tek tek ele alır, almak zorundadır. Ayrıca bugünde yaşayanların kendilerinden öncekileri değerlendirirken kullandıkları “ilkel” kelimesi saçmalıktan başka bir derinlik taşımaz. Zira bugün, yarının geçmişidir. İnsanın kendinden öncekini ilkellikle nitelendirmesi, böylece küçümsemesi, düşünen insanı hafife alarak ona haksızlık etmektir. Öyle ya, örneğin her teknolojik cihaz, kendinden önceki devirlerden ilham alınarak yani bir tecrübenin araştırılıp geliştirilmesi ile üretilebilir. Sosyal tecrübeler de bu minvâlde değerlendirilmelidir.

Günümüzde tarihten ilk “anayasa” örnekleri düşünüldüğünde akıllara Medîne Vesikası veya Magna Carta gibi sözleşme metinleri gelir. Söz konusu metinlerden özellikle Magna Carta ile Batı dünyası gurur duymaktadır. Duymalılardır. Zira Hammurabi Kanunlarını ilkel ve vahşi olarak niteleyenler, Magna Carta’yı bugüne bile ışık tutan bir toplum sözleşmesi olarak niteleyerek kendilerini Magna Carta’ya göre ilkel ve vahşi pozisyonda bırakırlar.

Hammurabi’yi ilkel ve vahşi bularak Magna Carta’yı toplumsal bir çözüm şeklinde izah edenlerin gösterdikleri veri, Hammurabi’nin önüne gelene ölüm ve işkence gibi cezalar kestiği yönlendirmesidir. Hammurabi önüne gelene ceza kesmez, önüne geleni öldürmez, önüne gelene işkence etmez. Böyle olsaydı Hammurabi, kanunları ile değil, Kazıklı Voyvoda gibi işkenceleri ile anılırdı. Ancak tarihî belgeler gösteriyor ki, Hammurabi, toplumunun adalet içinde yaşayan huzurlu bir halk olmasını önemseyen bir hükümdardı. Buna rağmen bugün kendi sistemlerine çomak sokanları küresel ve ulusal çapta propagandalarına uydurmak için tarihten örneklerle etiketlemek isteyenler, kısası toplumsal bir düzenleme aracı olarak kullanan birini her gün katliam yapan biriymiş gibi lanse etmekten çekinmiyorlar.   

Hammurabi’yi bir caniymiş gibi gösteren düşüncenin Magna Carta’yı yüceltirken onu imza eden Anglo-Sakson ve Briton ileri gelenlerini ileri görüşlü ve insancıl şahsiyetler olarak nitelemesi gayet normal. Çünkü Magna Carta ölümcül yaptırımlardan bahsetmiyor. Ya ne yapıyor? Uzun savaşların ardından yorulan ve her şeyini kaybeden bölge unsurlarına bir uzlaşma yolu çiziyor. Magna Carta’nın imza edildiği toplumsal gerçeklik, yaşatmaya odaklanmış. Çünkü uzun yıllar süren toplumsal kan dâvâları nüfus bırakmamış. Enteresan bir detaydır, Magna Carta’nın imza edildiği bugünkü İngiltere topraklarında bu düşünce bir kelime doğurmuştur. Bu kelimeyi açıkça yazmayacağım ama okurlarımızdan bir rica ile onu az sonra yazacaklarımdan bulmalarını istiyorum.

Krallıkla baronlar arasındaki kan dâvâlarının bütün ülkeye sari uzun çatışma ve savaşlara dönüştüğü İngiltere’de ceza hukuku, ölüm gibi infaz yöntemlerini kaldıramıyordu. Zira nüfus oldukça kritik eşiklere gelmiş hâldeydi. Bu nedenle sosyolojik problemler ekonomik plânda daha büyük problemleri de peşinden getirebilirdi. Üretim lâzımdı. Bunun için de nüfusun artması gerekiyordu. Krallık, bu krizin giderilmesi ve nüfus artışını hızlandırmak için kendi kontrolü altında bir çiftleştirme politikası uyguladı. Sözünü etmediğimiz kelime de bu süreçten itibaren yapay bir sözcük olarak Anglo-Sakson sözlüklerine girdi.

Buraya kadar sıraladıklarımızdan muradımız, “anayasa” denilen kavramın, anayasa ortaya koymaya çalışan bir ülkede var olan toplumların tecrübelerinden yola çıkarak tüm toplumun uzlaştığı normları ortaya koymak ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir sözleşme olduğunu hatırlatmaktır. Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti anayasa hazırlarken böyle bir yola başvurmuş mudur?

Toplumsal hiçbir yaraya merhem olmayan bir anayasayı sırf siviller tarafından kaleme alındığı için kabul edip baş üstünde tutmak mümkün olabilir mi?

Türkiye’nin anayasaları

Türkiye Cumhuriyeti’ni hükümet etme anlamında bağlayan ilk kuruluş, Büyük Millet Meclisi’dir. 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi, işgalcilerin dayattığı bölünmüşlüğe karşı Millî Mücadele’yi bir senede yani sözleşmeye bağlamak için 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu ortaya koymuştur. “1921 Anayasası” da denilen Teşkilat-ı Esasiye, işgalcilerin dayattığı bölünmeye karşı birleştirici unsurları kendisine referans almıştır.

“Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
Madde 1. (Değişik: 29.10.1339 (1923)-364 S. Kanun) Hâkimiyet, bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, cumhuriyettir.

Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
Madde 2. (Değişik: 29.10.1339 (1923)-364 S. Kanun) Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâm’dır. Resmi lisanı Türkçedir.
Madde 3. Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ unvanını taşır.”
1921’de ele alınan bu anayasa, 1923’te Lozan’da yapılan barış anlaşmasının üzerine kuruluşu ilân edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin ihtiyaçlarına uymadığı düşüncesiyle yerini 1924 Anayasası’na bırakır. 1924 Anayasası’na damgasını vuransa Lozan Antlaşması’dır. Bu, bariz bir şekilde kendisini gösterir.

“Madde 1. Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.
Madde 2. Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâm’dır; resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.
Madde 2. (İlk Değişiklik: 10/4/1928-1222 S. Kanun/md.1) Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.
Madde 2. (Son Değişiklik: 5/2/1937-3115 S. Kanun/md.1) Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.
Madde 3.- Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir.”

1921’deki metin 1924’te başlangıçta korunurken, 1928’de “din” bölümünün çıkarılması ile değişir. Milleti bir tutmak adına tek şart ise artık Türkçenin varlığıdır. 1937’de yapılan değişiklikse, millî birliği sağlayan unsurun bir ideolojiye bağlılık olmasının önünü açar. “Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılapçı” olmakla bu ideoloji vurgulanır. Bir millet tanımı yapılmaksızın, milleti oluşturan unsurların tarifi ortaya konulmaksızın, ülkenin halkını oluşturan unsurların ancak anayasa ile bu şekilde inşâ edilen ideolojiye bağlı kaldıkça bu milletin unsuru oldukları dikte edilmeye başlanır. Yani milletten sayılmak için söz konusu ideolojinin yolunda olmak, “ideolojinin milleti olmak şartı” koşulur. Yani böylece bir “ideoloji milleti” kurgusu oluşturulur.


Muradımız, “anayasa” denilen kavramın, anayasa ortaya koymaya çalışan bir ülkede var olan toplumların tecrübelerinden yola çıkarak tüm toplumun uzlaştığı normları ortaya koymak ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir sözleşme olduğunu hatırlatmaktır. Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti anayasa hazırlarken böyle bir yola başvurmuş mudur?

Medîne Vesikası’nda tek tek her kabileyi aynı sorumluluklarla bağlayan ve senedi imzalayan tüm kabileleri ve inanç unsurlarını “tek ümmet” sayan anayasa zihniyetinin, 1924 Anayasası’nın uğradığı değişikliklerle Türkiye’de asla vücut bulmadığını ve buldurulmak istenmediğini böylece görüyoruz. Zira milleti oluşturan unsur tarif edilmezken, Lozan Antlaşması’nın vurgu yaptığı ve bölmeye odaklanan tüm haklar bu tarifsizlik üzerinden hükme bağlanıyor.

Bu değişim oldukça kontrollü. Belli ki bundan sonra Türkiye’de anayasayı yapacak bir millî zihniyetin vücut bulmaması için anayasal tüm bağlamlar, onu imza edecek toplumsal unsurlar ve ülkedeki çatışmaları ortadan kaldırmanın yanında gelecekte huzur ve barışı daim ettirecek yollar kesik kalsın diye bu kontrol sağlanmıştı.

1960’taki askerî darbenin ardından ilk yapılan icraat, devletin ideoloji kimliğini tazelemek oldu. Yani hani anayasa demek “toplumsal sözleşme” demekti ya, devlet, bu sözleşmeyi imza edecek milleti tamamen devreden çıkarttığını ilân etmişti. Yani bir idare edenler vardı artık, bir de idare edilenler.

Peki, bu nasıl bir sonuç ortaya çıkaracaktı?

Başlangıçta dedik ya, kural ve yasalar, dolayısıyla anayasalar, toplumların edindikleri tecrübeler sonucunda ihtiyaçlarına cevap vererek çözümler sunacak yolları ortaya koyuyorlardı. Buna toplumsal unsurlar beraber karar veriyorlardı. Fakat halkları/toplumları/milleti “sözleşmeyi imzalayan unsur” olmaktan çıkarmak ve “Senin yerine ben karar veririm” demek, halktan/toplumdan koparak kendi ihtiyaçları doğrultusunda ve hukuku sadece kendi hizmetine uyacak şekilde dizayn etmek demektir.

Dolayısıyla idare edenler, devletin yönetimine idare edilenlerin karışmasını önlemek ve kendi varlıklarını koruyarak hükümranlıklarını pekiştirmek üzere kendileri için işleyen hukuku genelin hukukuna giydirme yoluna gideceklerdi. Onlar da öyle yaptılar ve bu yolda gittiler. Böylece bırakın demokrasiyi, bırakın çoğulcu düşünceyi, azınlığın çoğunluğu idare ettiği bir sistem peyda oldu.

1921’deki metin 1924’te başlangıçta korunurken, 1928’de “din” bölümünün çıkarılması ile değişir. Milleti bir tutmak adına tek şart ise artık Türkçenin varlığıdır. 1937’de yapılan değişiklikse, millî birliği sağlayan unsurun bir ideolojiye bağlılık olmasının önünü açar.

Evet, bunun için ideoloji diktesini perçinlemek üzere kimlik tazelediler. İmzası şu şekildeydi:

“Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapan Türk Milleti, bütün fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün hâlinde, millî şuur ve ülküler etrafında toplayan ve milletimizi dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak millî birlik ruhu içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesinin, Millî Mücadele ruhunun, millet egemenliğinin, Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak, insan hak ve hürriyetlerini, millî dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukukî ve sosyal temelleriyle kurmak için, Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile hürriyete, adalete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.
Madde 1. Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.

Madde 2. Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Madde 3. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmî dil Türkçedir. Başkent Ankara’dır.

Madde 4. Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”

Burada dikkat edilmesi gereken iki nokta var: Birincisi, 1921’den dönüşen 1924 Anayasası’nın millet tarifinden ve onu oluşturan unsurlardan bahsetmediğini fark ederek toplumla sözde barışmaya çalışır gibi görünerek yeni bir ideoloji bağlılığı yaratma isteğini “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütün” ifadesinde görüyoruz. Ancak bunun yeni bir dikte olduğunu ayrıca fark etmek için ikinci nokta olarak başlangıç notunun başına gidiyoruz. Diyor ki, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapan Türk Milleti”… Emir komuta zincirine hâkim bile olmayan bir cunta hareketini topyekûn millet saymak, milletin kendisini yok saymaktır evvelâ. İkincisi, dedik ya, 1924 Anayasası’nda yapılan değişiklikler, artık ülkede milletin ideoloji milleti olduğunu, ideolojiden sapanın millet dışı kalacağını, dolayısıyla gayr-i millî, hatta hain sayılacağını ortaya koyuyor. 1961 Anayasası’nın başlangıç notu, gelecekte ideolojiden sapacak olanların da aynı sonla karşılaşacaklarını beyan eden bir ihtarla başlıyor. Ve artık dizginler elinde: “Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”

“Yurtta sulh, cihanda sulh” derken toplumsal unsurları yok sayarak barışı kanırtan ve bugüne dek içinden çıkılmaz girdaplar oluşturarak hukuk dilini mahveden zihniyetlerin oyuncağı olmaktan kurtulmak ümidiyle…

Anayasanın darbelisi veya sivili olmaz

Son olarak, bugün de kullanımı süren 1982 Anayasası’na bu perspektiften bakalım…

“Türk vatanı ve milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde, millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; kuvvetler ayrımının Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu; hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ arzu ve inancı içinde huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu ‘fikir, inanç ve kararıyla’ (Anayasa’da bu üç kelime özellikle büyük harfle yazılıdır-MSB) anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur. (…)

Madde 1. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

Madde 2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 3. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı, ‘İstiklâl Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.

Madde 4. Anayasanın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Madde 5. Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Madde 6. Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti, egemenliğini Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

1960’taki askerî darbenin ardından ilk yapılan icraat, devletin ideoloji kimliğini tazelemek oldu. Yani hani anayasa demek “toplumsal sözleşme” demekti ya, devlet, bu sözleşmeyi imza edecek milleti tamamen devreden çıkarttığını ilân etmişti. 

1980 Darbesi, kendisinden sonraki dönemi tümüyle şekillendirecek bir kırılmaydı. Hazırlanışı, sistematiği, kendisinden sonraki süreci yönetişi açısından 1980 Darbesi ve darbeyi idare edenler 1982 Anayasası’na attıkları başlangıç notunda, 1924 Anayasası’nın şekillendirdiği topluma ideoloji milleti olduğunu hatırlatmaktadır. Ve başlangıç notu dahi bir yamalı bohçaya dönüşen 1982 Anayasası, dedesi 1924 Anayasası’ndan aldığı “toplumsal sözleşmemek” ilkesini sürdürür.

Türkiye, anayasalarıyla bir “toplumsal sözleşememek” örneği sunuyor tüm dünyaya. Ve böyle giderse bu anlayış tarih sayfalarında da bir garabet olarak kayıtlara geçecek. Bu bağlamda Türkiye’nin tartışması gereken şey darbe anayasasından sivil anayasaya geçiş sorunu değil, anayasa yapabilme entelektüalitesine erişmek sorunudur. Savaşlardan, darbelerden ya da kuruluş ilânlarından sonra her devlet bir anayasaya ihtiyaç duyar. Savaştan veya darbeden sonra yapılan anayasanın savaş ya da darbe anayasası diye tanımlanmaması gerektiği gibi, kuruluştan sonra yapılan anayasanın da sivil anayasa diye tanımlanmaması gerekir.

Herhangi bir darbeden sonra çizilen herhangi bir toplumsal sözleşme yani anayasa, toplumu ilgilendiren bütün unsurları imzaya çağırıyor ve tüm toplumların ihtiyaçlarını çözüme kavuşturuyorsa, asil bir anayasadır. Böyle bir anayasayı meselâ sırf bir darbeden sonra kaleme alındığı için “darbe anayasası” diye tanımlamak ve insanî saymamak mümkün olabilir mi? Ya da toplumsal hiçbir yaraya merhem olmayan bir anayasayı sırf siviller tarafından kaleme alındığı için kabul edip baş üstünde tutmak mümkün olabilir mi?

Hiçbir vesayete kapı bırakmayan, hiçbir azınlığı çoğunluğa galip ve hâkim noktaya getirmeyen, bütün toplumları buluşturup kucaklayan ve ortak referanslarla barışı ve huzuru tesis eden bir anayasayı Türkiye Yüzyılı getirir mi?

“Yurtta sulh, cihanda sulh” derken toplumsal unsurları yok sayarak barışı kanırtan ve bugüne dek içinden çıkılmaz girdaplar oluşturarak hukuk dilini mahveden zihniyetlerin oyuncağı olmaktan kurtulmak ümidiyle…