Türkiye Yüzyılı

Özal’ın bir hayâli vardı ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin o hayâli gerçekleştirecek gücü yoktu. Şimdi 30 yıllık bu hayâl ete kemiğe bürünüyor. Türkiye’nin askerî, siyâsî ve ekonomik olarak güçlenmesi ile birlikte Türk devletleri yeniden bir araya geliyor. Üstelik aralarında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de var.

“OL mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” demiş vakti zamanında Hayâli. Yani, “O balıklar ki deniz içinde yaşarlar ama denizi bilmezler”.

Aynen böyle yaşıyor çoğumuz. Siyâsî saikler ve sığ tartışmalar arasında nasıl bir Türkiye’de yaşadığımızın, nereden nereye geldiğimizin, dünyadaki ağırlığımızın farkında değiliz. Yani büyük resmin tamamını görmekte zorlanıyoruz çoğu kere.

“Büyük Türkiye, Kızılelma, Türkiye Yüzyılı” filan diyecek olsam, muhalif dostlarımız hemen domatesin fiyatı yahut doların kaç lira olduğu ile mukabele ediyorlar. Evet, ekonomi önemlidir, lâkin her şeyi ekonomiyle değerlendirmeye kalkmak her zaman sağlıklı bir sonuç üretmez.

Resmi daha iyi görmek için biraz geri çekilmek faydalıdır. Siyâsî mülâhazalardan ve körlüklerden sıyrılmadan ve içinde bulunduğumuz yankı odasından çıkmadan “gerçek” sandığımız illüzyonumuzdan çıkma şansımız yoktur.

İşimiz gereği epeyce dolaşıyoruz ve birçok farklı ülkede projeler yürütmekteyiz. Gittiğimiz yerlerde insanlara dokunuyoruz, sohbetler ediyoruz. Oralardan Türkiye resminin nasıl göründüğünü soruyoruz. Aldığımız cevapların bir kısmını burada sizlerle paylaşmışlığımız da vakidir.

Bulunduğum coğrafyalardan edindiğim izlenimleri, Türkiye hakkında aldığım cevapları yapbozun birer parçası olarak değerlendirecek olursam, bu parçalardan ne kadar büyük bir Türkiye resminin çıktığını çok net görebiliyorum.

Şunu çok net olarak söyleyebilirim ki, yurtdışından görünen Türkiye resmi, bizim gördüklerimizden, hele ki müzmin muhalif kesimin yankı odalarının duvarlarına çizmeye çalıştığı portreden çok daha farklı.

Afrika’dan Orta Doğu’ya, Körfez’den Kafkasya’ya, hatta Avrupa’ya kadar herkesin gördüğü, kabul ettiği ve itiraf ettiği gerçekleri inkâr etmekte üzerimize yok.

“Balığın haberi yok” diye denizin olmadığını mı düşüneceğiz? Asla!

Şu an sadece kendi coğrafyamızda değil, dünyanın hangi bölgesinde kanayan bir yara, çözülmesi gereken bir problem varsa -şu ekonomik göstergelere rağmen- Türkiye o konunun içerisinde, fikri sorulan ve kendisine rağmen bir şey yapılmasına izin vermeyen bir pozisyondadır.

Dilerseniz şöyle bir dünya turu yapalım, ne dersiniz?

İsveç de Finlandiya gibi haklı ve demokratik taleplerimizi yerine getirmediği sürece NATO’nun kapısındaki Türkiye engelini asla aşamayacaktır. 

İsveç ve NATO meselesi

Muhalif seçmenin, hatta Erdoğan taraftarlarının “İsveç’in NATO’ya girmesine neden izin verdik?” diye kızdıkları günlerde bir yazı kaleme almıştım ve herkesi sükûnete davet etmiştim.

“İsveç, taleplerimizi karşılamazsa asla NATO’ya giremez, kontrol bizde, rahat olunuz” demiştim. Erdoğan NATO zirvesinde konuyu diplomatik şekilde Meclis’e havale etmiş ve İsveç’in taahhütlerini yerine getirip getirmeyeceğini izleyeceğimizi belirtmişti.

Buyurunuz. Daha Eylül ayının ortasında Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı şeyi söyledi. İsveç’in teröre destek vermeye devam ettiği ve Kur’ân yakma gibi provakatif eylemlere göz yumduğu sürece vetomuzun devam edeceğini, Meclis’imizin İsveç’in NATO üyeliğine onay vermeyeceğini yineledi.

O gün muhaliflerin gazı ile heyheylenenler sanırım biraz gevşemişlerdir.

Erdoğan, NATO’nun patronu ABD ve AB ülkelerinin aba altından sopa göstermelerine rağmen tavrını hiç değiştirmeden İsveç’ten beklentilerini ifade ediyor. İsveç de Finlandiya gibi haklı ve demokratik taleplerimizi yerine getirmediği sürece NATO’nun kapısındaki Türkiye engelini asla aşamayacaktır.

Daha önce de yazmıştım; Yunanistan NATO’ya girerken bir toplu iğne başı dahi alamayan Türkiye, şimdi İsveç’e, ABD’ye ve AB ülkelerine taleplerini kanırtıyor, somut gelişmeler ve hamleler beklediğini gösteriyor.

ABD’nin tüm dayatmalarına rağmen sergilenen bu duruş, ancak siyâsî, ekonomik, askerî ve diplomatik olarak güçlü bir ülkenin gösterebileceği bir duruştur. Ve Türkiye, artık eski Türkiye değildir. Ve her türden dayatmaya aldırmadan yoluna devam eden güçlü bir ülkedir.

 

Rusya-Ukrayna Savaşı

Rusya ile Ukrayna arasında başlayan savaşın ilk gününden itibaren Türkiye Cumhuriyeti Devleti hem dışarıdan, hem de içeriden gelen bütün dayatmalara rağmen tarafsızlığını korumayı başarmıştır.

ABD’nin ve AB’nin blok hâlinde Ukrayna’nın yanında konumlandığı bu savaşta Türkiye’yi de aynı mevziiye çekmek için pek çok gayret sarfettiler. Bu gayretlere, istisnasız tüm muhalefet cephesinin Ukrayna tarafında yer almamız gerektiği yönündeki açıklamalarını da eklemek yerinde olacaktır. Bu savaşta taraf olan AB ülkelerinin durumları ortadayken muhalefetin hâlâ aynı çizgilerini muhafaza ediyor olması da ayrıca manidardır. Eski Türkiye olsaydı, şimdiye kadar Ukrayna için cepheye asker bile göndermiş olabilirdik.

İçeriden ve dışarıdan aksi yöndeki bütün telkin ve dayatmalara rağmen Türkiye bu savaşta tarafsız kalmış, süreci en adil şekilde yönetmiş, hatta bu çizgisiyle her iki ülkenin de kabul ettiği arabulucu ülke konumuna gelmiştir.

Her iki ülke ile görüşebilen “dünya haritasındaki tek ülke” olarak Türkiye, karşılıklı müzakerelerin yapıldığı, Tahıl Koridoru Anlaşması’nın garantörü ve yöneticisi, esir takaslarını yürüten ülke pozisyonuna erişmiştir. Avrupa devletleri kışları gaz ve enerji darboğazı içine girmişken, Türkiye aldığı bu pozisyon sayesinde hem sıkıntı yaşamamış, hem de Rusya gazının Avrupa’ya sevki için enerji üssü olma noktasına gelmiştir. Bir gün bu iki ülke arasında barış anlaşması olacaksa -ki mutlaka olacaktır-, bu anlaşma kuvvetle muhtemel Türkiye’de yapılacaktır.

ABD’nin ve AB ülkelerinin tüm baskılarına kulak tıkamak ve bu savaşta nötr kalabilmek ancak güçlü ve kendi kararlarını kendi alabilen bir ülkenin başarabileceği bir şeydir. Savaşların kazananı olmaz lâkin bu savaş bittiğinde kazanan tek ülke Türkiye olacaktır.

Can Azerbaycan

Yaklaşık 30 yıldır işgal altındaki Karabağ’ın kurtulması ve yeniden Azerbaycan haritasına girmesi şüphesiz ki yine güçlü Türkiye sayesindedir.

İşgal zamanında bırakınız savaşta kullanılmak üzere, yaralıları taşımak için merhum Ebulfeyz Elçibey Türkiye’den iki helikopter talep etmişti. O gün için Türkiye’nin kardeş Azerbaycan’dan gelen bu basit talebe bile “Evet” diyebilme gücü ve dirayeti yoktu maalesef.

Şükürler olsun ki, bugün Rusya’ya, ABD’ye, başta Fransa olmak üzere bilumum Batı ülkesinin itirazlarına rağmen Türkiye Azerbaycan’ın yanında yer aldı ve Karabağ yeniden Azerbaycan’a geçti. “Benim” diyen hiçbir ülke de buna mâni olamadı.

Savaş öncesinde ve savaş esnasında Türk F-16’ları Bakü’de idi ve Erdoğan tüm Batı’ya rest çekerek, “Uçaklarımız kardeş Azerbaycan’ın hizmetindedir, gerektiğinde kullanılacaktır” demiştir. Zamanında ilk yardım amacıyla kullanılacak iki helikopteri veremeyen Türkiye’den savaşın şeklini değiştiren ve coğrafyayı şekillendiren, tüm gücü ile kardeş Azerbaycan’ın yanında yer alan bir Türkiye’ye… Az yol değil kat edilmiş olan!

İnsan dış dünyadan gelen tepkileri iyi kötü anlıyor. Sonuçta Ermenistan Batı’nın kuklası, ileri karakolu ve dinî saiklerle de olsa destek verdiği bir ülke. Peki, içimizden gelen tepkilere ve açıklamalara ne demeli?

Hatırlayınız, CHP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ünal Çeviköz, Karabağ Savaşı esnasında birkaç açıklama yapmış, “Türkiye ‘maalesef’ Azerbaycan’a silah yardımı yapıyor ve cihatçı gönderiyor” demişti. Bu açıklama Batı tezlerine destek veren, Türkiye’yi kendince dünyaya şikâyet eden, suçlu göstermeye çalışan ve haddi aşan bir açıklama idi. Ve son seçimi CHP’nin adayı kazanmış olsaydı, bu açıklamaları yapan Çeviköz, muhtemelen Dışişleri Bakanı olacaktı. Tehlikenin farkında mısınız?

Bugün Azerbaycan’da kime Türkiye’yi sorsanız, gönlünün en derinliklerinden gelen hisleriyle minnet ve şükranlarını işitirsiniz.

Bugün Akdeniz’de çatır çatır haklarını arayan, deniz yetki anlaşmaları imzalayan, değil üç mil ötesi, tâ Akdeniz’in ortasından bir hat çekip “Burası benim” diyen, navteksler yayınlayarak muhataplarına hat bildiren, sismik arama ve sondaj gemileriyle denizlerinde harıl harıl gaz ve petrol araştırması yapan, bulduğunu çıkaran bir ülkeyiz artık. 

Mavi Vatan

Ülkemiz Lozan’dan günümüze kendi sınırları içerisine hapsedilmiş, Mîsak-ı Millî içerisinde bulunan birçok bölgeden feragat etmiş, içine kapanmış yahut kapatılmış bir ülke idi. Öyle ki, daha düne kadar Gaziantep’ten farkı olmayan Halep’i, Diyarbakır’dan farkı olmayan Musul’u “Orta Doğu bataklığı” olarak görmekteydik.

Bize neydi ki Orta Doğu bataklığından? Biz yüzümüzü Batı’ya dönmeliydik. Dönmüştük de. İran’la, Irak’la, Suriye ile ekonomik, siyâsî veya kültürel bir bağımız kalmamıştı neredeyse. Türkiye, edilgen ve hatta Batı tezlerini kabullenmiş şekilde gönül coğrafyalarımıza sırtını dönmüştü.

Umurumuzda olmayan sadece sınırlarımızın ötesi değil, denizlerde de 3 milin ilerisi idi. Uluslararası karasularında balıkçı teknelerimizin Yunan botları tarafından kovalanması, en azından taciz edilmeleri olağan bir durumdu.

Bugün Akdeniz’de çatır çatır haklarını arayan, deniz yetki anlaşmaları imzalayan, değil üç mil ötesi, tâ Akdeniz’in ortasından bir hat çekip “Burası benim” diyen, navteksler yayınlayarak muhataplarına hat bildiren, sismik arama ve sondaj gemileriyle denizlerinde harıl harıl gaz ve petrol araştırması yapan, bulduğunu çıkaran bir ülkeyiz artık.

Limanlarına, hatta kara sularına yanaşma niyetinde olan ABD, İngiliz ve Fransız gemilerine izin vermeyen, gerekmesi durumunda müdahale eden bir güce erişti Türkiye.

Yunanistan ile ilişkiler gerildiğinde, bize gözdağı vermek için yola koyulan Fransa’nın en büyük uçak gemisi Charles De Gaulle’nin tüm elektronik donanımı felç oluvermişti Akdeniz’in ortasında. Deprem zamanı istememiş olmamıza rağmen “insanî yardım” için İskenderun’a doğru yaklaşan USS George H.W. Bush uçak gemisine de vatozlar saldırmıştı. Söz konusu vatozların metal olduğu söyleniyor üstelik. Allah’ın hikmeti işte!

Bütün bunlar güçlü Türkiye’nin ayak sesleridir. Duymak isteyenler için elbette.

Afrika’nın kaderi

Afrika’nın kaderinin yeniden şekillendiği içinde bulunduğumuz şu tarih diliminde, bölgedeki en önemli oyunculardan (oyun kuruculardan) biri de Türkiye’dir.

Daha düne kadar sınırlarından ötesine gözünü kapamış, enerjisini içindeki suni gündemlerle boğuşup durmakla harcayan Türkiye, şimdi neredeyse Afrika’nın her yerinde.

Libya’da Türkiye’ye rağmen bir şey yapılma ihtimâli bulunmamaktadır. Libya’daki en büyük askerî güç Türkiye’ye aittir.

Birkaç yıl öncesine kadar açlıkla, yoksullukla, ölümlerle, korsanlarla ve iç savaşlarla anılan Somali, Türkiye’nin dokunuşuyla kendisine geldi. Türkiye, Somali’de en büyük üssü olan ülke konumundadır. Kurduğu hastaneler ve okullar, götürdüğü doktorlar ve öğretmenler, açtığı tarım alanları ile sadece askerî anlamda değil, ekonomik ve sosyal olarak da bölgenin kaderini değiştirmiş ve şekillendirmiştir Türkiye.

Çalkantılı ve mesafeli geçen yılların ardından Türkiye, Mısır ile yeniden görüşmelere başlayarak bir normalleşme sürecine girmiştir. Mısır’la yapılacak olası bir deniz yetki anlaşması, Akdeniz’de Türkiye’nin mührü olacaktır.

Orta Afrika’da, özellikle Fransa’nın egemen olduğu ülkelerde peş peşe gelen askerî darbeler, bölgede Fransa adına sonun başlangıcı hükmündedir. Fransa Devleti için sömürge kapıları birer birer kapanmaya başlamıştır. Bu darbeleri kutlamak için sokağa dökülen Afrikalıların ellerindeki Türk bayrakları yahut açıklama yapan devlet başkanlarının masalarındaki Bayraktar maketleri, şüphesiz ki Türkiye’nin Afrika’daki yumuşak gücüne yönelik önemli işaretlerdir.

Türkiye, uzunca bir süredir Afrika’ya yaptığı askerî, ekonomik, kültürel ve sosyal yardımlarla halkların gönlüne taht kurmakta, bölgedeki gücünü ve varlığını perçinlemektedir. Bütün bunlar, bölgedeki hâkim emperyal devletlerle birlikte içimizdeki “Ne işimiz var orada burada?” diyenlere rağmen gerçekleşmektedir.


Güney sınırımız

Özellikle 15 Temmuz sonrası safralarını atan Türk Ordusu, önce sınırlarımız içerisindeki terörist unsurları hareket edemez hâle getirmiş, ardından da sınır ötesi harekâtlarla sınırımızda kurulmak istenen terör devletine izin vermemiştir.

Sınırlarımız içerisinde terör örgütünün geriye kalan üç beş çulsuzu artık kafasını ininden dışarı çıkaramaz ve insan kaynağı devşiremez olmuştur. Bölge, teröristlerin haraç topladığı, militan sağladığı, hatta kendi yönetim ve mahkemelerini kurduğu, istedikleri gibi at oynatabildikleri yerler olmaktan çıkmış, normale dönmüştür.

TSK ve MİT, sınırdan 200-250 kilometre derinlikte düzenlediği operasyonlarla terör örgütünün elebaşlarını ve üst düzey isimlerini birer ikişer etkisiz hâle getirebilmektedir.

Yakın zamana kadar kurdukları bağımsız Kürdistan hayâlleri, terörist unsurların kursaklarında kalmıştır. “Girilemez” dedikleri her yere girilmiş, Türk bayrağı dikilmiştir. Hatta daha düne kadar terörist kaynayan o dağlarda kurulan petrol kuyularından günde binlerce varil petrol çıkarmaktayız.

Bir taraftan PYD/YPG güçlerini kuzeyden felç etmişken, diğer taraftan da güneyde desteklediğimiz unsurlarımızla bu terörist grupları bölgeden silmeye başlıyoruz. Birleşen Arap, Türkmen ve hatta Kürt birlikleri, teröristleri güneyden baskı altına almaya başladılar.

Kırk yıldır sınırımızda çöreklenmiş olan teröristler için çember günden güne daralmaya başlamış durumdadır. Bütün bunlar ABD’nin teröristlere gönderdiği binlerce tır ve uçak dolusu silah, araç-gereç ve mühimmata rağmen gerçekleşmektedir.

Bu bahis için de muhalefetin tavır ve demeçlerini dile getirmemiz vatandaşlık borcumuzdur. Henüz üç beş sene evvel “Sınırımızda Müslüman cihatçılar olacağına lâik seküler YPG olsun daha iyi”, “Biz YPG/PYD’yi terör örgütü olarak görmüyoruz. Onlar bölgelerini savunan silahlı oluşumlardır. YPG/PYD bize mi saldıracak?” ve “YPG/PYD’nin terörist olduklarını söylemek için elimizde veri yok” gibi cümleler kurmuş bir ana muhalefetimiz var maalesef.

Şimdi de yine ana muhalefetin uzunca bir süredir vekilliğini yapan başka bir çapsız, TSK’nın on beş köylüyü helikopterden attığı yalan ve iftirası ile gündemde.

Türkiye, hem dışındaki emperyal güçlerin oyunlarını bozmak, hem de içimizdeki aparatlarının seslerini kesmek için her daim güçlü olmak mecburiyetindedir. Ve çok şükür Türkiye, hem dışarıdan, hem de içeriden destekçilerine rağmen terörist unsurların kökünü kazıma noktasına gelmiştir.

Yirmi yıl öncesinde sınırdan gruplar hâlinde ellerini kollarını sallayarak geçip gelen, saatler boyunca karakollarımızı ateş altında tutan, onlarca askerimizi şehit eden, sağ ele geçirdikleri askerlerimizi rehin alıp yine ellerini kollarını sallayarak geri dönen teröristler, şimdi fare gibi kaçacak delik arıyorlar.

O günlerden bugünlere gelmek kolay olmadı. Bunun için sadece askerî güç yeterli değildir. Siyâsî güç de önemlidir. Sahip olduğumuz bu gücümüzle yakın zamanda yeniden Mîsak-ı Millî bahsini açarsak kimse için sürpriz olmamalıdır.

Türkiye sadece yakın çevremizdeki ülkeler için değil, tüm yerküre için söz sahibi olan, oyun kuran, oyun bozan ve şekil veren ülke konumuna gelmiştir. Türkiye’nin artan siyâsî, askerî, ekonomik ve diplomatik gücü tüm dünya tarafından kimi zaman gıptayla, kimi zaman da tedirginlikle takip edilmektedir. 

Türk Devletleri Teşkilatı (TDT)

Merhum 8’inci Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın bir hayâli vardı. Sovyetler Birliği yıkılıp Türk devletler bağımsızlıklarını kazandığında bu Türk devlerini bir araya getirecek bir proje idi bu. Hatta bu proje için yedi Türk cumhuriyetini ziyaret edip birçok karşılıklı anlaşma imzalayarak yurda dönmüştü. Bu seyahat, Özal’ın son seyahati olmuştu. Kendisi zehirlenmiş ve beklenmedik bir şekilde vefat etmişti.

Evet, Özal’ın bir hayâli vardı ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin o hayâli gerçekleştirecek gücü yoktu. Şimdi 30 yıllık bu hayâl ete kemiğe bürünüyor. Türkiye’nin askerî, siyâsî ve ekonomik olarak güçlenmesi ile birlikte Türk devletleri yeniden bir araya geliyor. Üstelik aralarında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de var.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda, hem de böylesi bir platformda bulunuyor olması çok çok değerlidir. Zira hâlâ Batı için Kıbrıs, Rum kesiminden ibaret görülmektedir ve Türk varlığı, hele de adada bir Türk devleti yok hükmündedir.

Türk devletleri ancak Türkiye’nin ekseninde bir araya gelebilirdi ve bunun için de Türkiye’nin tam bağımsız ve kendi kararlarını kendisi alabilecek durumda olması gerekiyordu. Türkiye gerçekten bu güce sahip olmasaydı TDT yine bir hayâlden ibaret olabilirdi.

TDT, hem Orta Asya’dan Avrupa’nın göbeğine uzanan mevcut hâliyle, hem de genişleme ve büyüme potansiyeli ile dünya dengelerini değiştirebilecek yepyeni bir güç olacaktır.

Mevcut iş birliği anlaşmalarına ilâve olarak, yakın gelecekte oluşturulması muhtemel ortak ordu (Turan Ordusu), ortak para birimi ve ortak sınır anlaşmaları dünya üzerine boylamasına çekilmiş bir Türk pençesi olacaktır. Böyle bir birliktelik çelikten, bükülmez bir Türk bileği olacaktır. NATO ya da AB, bu teşkilatın yanında kâğıttan kaplan kalacaktır.

Türkiye’nin her büyük hayâline ve her güçlü hamlesine karşılık nedense muhalefetin de bir karşı hamlesi oluyor. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, seçim öncesi hayâlindeki İpekyolu’nu çizmiş ve kameralara göstermişti. Bu İpekyolu, Azerbaycan’dan değil, İran’dan geçiyordu. Ve bu hayâl, sadece yüzde birkaç farkla -ve çok şükür ki- hayâl olarak kalmaya devam etti.

Türkiye, TDT ile birlikte dünya jeopolitiğinde çok ciddî söz sahibi olma pozisyonuna gelecektir. Bunu da yakın gelecekte bekleyip göreceğiz inşallah.

Siyâsî güç de önemlidir. Sahip olduğumuz bu gücümüzle yakın zamanda yeniden Mîsak-ı Millî bahsini açarsak kimse için sürpriz olmamalıdır. 

Hülâsa

Türkiye, özellikle 15 Temmuz sonrası ayağındaki prangaları atmış, titremiş ve kendisine gelmiştir. Askeriye, Emniyet, Adliye, bürokrasi ve eğitimden FETÖ artıkları temizlenince (tamamen temizlendiğini düşünmemekle birlikte) Türkiye’nin gerçek potansiyeli yeniden ortaya çıkmıştır.

Askeriyenin içinde terörden beslenen yapılar kazınınca, terörle gerçekten ve lâyıkıyla mücadele edilmeye başlanmıştır. Bugün artık terör hem sınırlarımız içerisinde, hem dışında bitirilme noktasına gelmiştir.

Savunma sanayii hızla millileşmiş, dışa bağımlılık en düşük noktaya inmiştir. Yerli ve millî kaynaklarla üretilen İHA-SİHA-TİHA gibi unsurlar sadece sınırlarımızın içinde değil, Suriye’de, Azerbaycan’da, Libya’da, hatta Mavi Vatan’da dünya savaş paradigmasını kökten değiştirmiştir.

Türkiye sadece yakın çevremizdeki ülkeler için değil, tüm yerküre için söz sahibi olan, oyun kuran, oyun bozan ve şekil veren ülke konumuna gelmiştir. Türkiye’nin artan siyâsî, askerî, ekonomik ve diplomatik gücü tüm dünya tarafından kimi zaman gıptayla, kimi zaman da tedirginlikle takip edilmektedir.

Bütün bu değişim iç ve dış etkenlerden kaynaklanan onlarca, belki de yüzlerce direnç noktasına rağmen gerçekleşti. Ve Türkiye’nin bu ivmesi artmaya devam edecektir.

Türkiye’nin yıllar boyunca tarih ve medeniyetine yaraşır şekilde dünyanın vicdanı olarak mazlum coğrafyalara uzattığı insanlık ve şefkat eli de en az siyâsî ve askerî gücü kadar değerlidir.

20 yıllık perspektifte yaptığımız gözlemle Türkiye’nin nereden nereye, hem de ne çetin imtihanların içerisinden çıkarak geldiğini rahatlıkla görebiliyoruz; “kıyas” denen bir şey var. Bunu görememek için insanın ya aklı olmamalı ya da vicdanı.

Bu ivme ile girdiğimiz Cumhuriyet’imizin yüzüncü yılında, önümüzdeki yüzyılın “Türkiye Yüzyılı” olacağını söylemek ne hayalcilik, ne de kehanettir.

“Türkiye Yüzyılı” dediğimiz zaman varsın birileri dudak bükerek hâlâ domatesin kilosuyla, doların kuruyla oyalanadursunlar. Fatih Sultan Mehmed Han bir çağı kapatıp yenisini açmak üzereyken, yanındaki Çandarlı Halil Paşa, bugün bahsettiğimiz söylemleri dile getirenlerinkine benzer bir ruh hâli içerisindeydi. Her devirde benzer Çandarlıların bulunuyor ve bulunacak olması, sanırım bu milletin kaderi olmalı. Alışmamız gerekiyor belki de. Neden olmasın?

Kalınız sağlıcakla efendim…