
ASLINDA yazıya tersten başlamak bazen ayıkmaya neden olur. Şöyle ki; günümüz dünyasında sanayi devrimleri atılım ve kalkınmanın önemli noktalarındandır, bunun en önemli ayaklarından biri üniversiteler, diğeri ise sanayidir.
Sanayinin çarkları belli bir ar-ge ve yatırım ile döner. Ar-ge’nin göbeğinde ise akademi dünyası yer alır, alması gerekir. Akademi ar-ge’nin tetikleyicisi, lokomotifi ise konusunda uzman olan elemandır. Konusunda uzman eleman ise doktoralı kişi demektir.
Türkiye’de doktora öğrencisi sayısı son beş yılda yüzde yetmiş beş artarak Almanya’dan sonra Avrupa’da ikinci sıraya 2020 yılında erişti. Bunda öğretmenlerin uzman ve başöğretmen olmalarının da büyük katkısı var.
Nüfusa göre doktoralı öğrenci sayısı Avrupa’ya göre on dördüncü sırada. Bir doktoralı öğrencisi en erken dört yılda yetişir. Avrupa’da on dördüncü sırada olmamız yeterli değildir ancak çok ciddî bir atılımdır.
Doktoralı eleman sayısının niteliği ve doktora tezlerinin içeriğine belki ilerleyen yazılarımızda değiniriz, şimdi nicelik açısından baktığımızda ciddî bir sıçrama görünüyor ama yeterli ve olması gereken düzeyde olmadığı aşikâr.
Bu kısa verilerden sonra yazımızın girişine bir daha dönelim ve tersten başlamaya örnek verelim: Köklü bir üniversitede herhangi bir bölüme girip bakınız. Bölümün birinde seksen civarında hoca mevcut. İki hoca farklı üniversiteden bu bölüme gelebilmiş. İşin garibi bu mu, yoksa diğer hocaların hepsinin aynı bölüm mezunu olması mı?
Bölümdeki seksen hocadan iki tanesi hariç hepsi lisans, yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde ve aynı hocalar ile yapıp hoca olmuşlar. Böyle bir durum bir defa Amerika’da olamaz. Bu durum üniversitemizin kapılarını bırakın, dünyadaki başka üniversitelerde de kapatmış. Ülkedeki çoğu üniversitede aynı sahne sergileniyor.
Burada üniversite kavramının anlam ve içeriğine kısaca baktığımızda, gördüklerimiz ile olması gerekenlerin çeliştiğini görürüz.
“Evrensel düzeyde bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan fakülte, enstitü, yüksekokul gibi kuruluş ve birimlerden oluşan öğretim kurumuna üniversite denir”. Dikkat edin, “öğretim kurumu” deniliyor, “eğitim kurumu” değil. Çünkü “eğitim kurumu” ortaöğretimde olur.
Bir bölümde hocaların çok büyük kısmının lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini aynı bölümde aynı hocalar ile tamamladıktan sonra aynı kişilerin aynı bölümde hoca olduklarına bakın. Üniversite, kavramsal içeriğinden farklılaşıyor. Evrensellik sadece bir yere hapsediliyor ki bu, fikir ve düşüncelerin özerklik ile evrensel olmasına tam bir engel teşkil ediyor.
“Bal yiyen baldan usanır” sözü gereği, insan, hayatında ve toplumda değişiklik ister. Bilim ve teknoloji de bu bakışla gelişir. Aynılaşmanın olduğu yerde farklılık filiz veremez. Oysa akademi dünyası sanayi devrimlerinin ve ülke kalkınmasının belkemiğini oluştururken, aynı tip görüşler akademi dünyasına pranga vuruyor. Türkiye ilk önce bu prangadan kurtulmalıdır.
Türkiye Yüzyılı’nın başladığı şu aşamada prangadan kurtuluş olur mu bilemiyorum. Zira bunun içinde YÖK ve akademi dünyası atağa geçmeli ve ehliyet, liyakat ve adalet öne çıkmalıdır. Bu da şöyle olacak: Bir akademik ilân düşünün, üzerinde “özel şartlar”ın da yazılı olduğu metin seksen beş milyonluk ülkemizde sadece bir tek kişiyi tarif etsin. İşte, kendini kandırmanın hiçbir elle tutulur yanı olmayan bu “özel şart” ucubesini ülke hızla terk etmeli!
Üniversiteler ihtiyacı olan elemanın sadece uzmanlık bilim dalını tarif etmeli, seksen beş milyonluk ülkede bir tek kişiyi tarif eden “özel şart” ucubesinden sıyrılmalıdırlar. Özel şartlar ile üniversitede hoca olan biri doçent ve profesör olduktan sonra çalışmak için hiçbir zorlayıcı şartta ihtiyaç duymaz.
Bu şartlar altında Türkiye Yüzyılı’nın başarıya ulaşması için ayak bağı olan bu tür ucube yapılaşmalar terk edilmek zorundadır. Aksi takdirde nicelik olarak Avrupa’da belli bir aşamaya gelmiş doktoralı eleman sayısı nitelik açısından yeterli olmayacaktır.
Ülkede nedense sürekli olarak önü tıkalı işler yapmayı ve niceliğe uymayı marifet sayıyoruz. Buna halk dilinde “torpil” deniyor. Kısasa şunu ifade edeyim: “Torpil” denen acı hançeri sırtımızda taşıdıkça Türkiye Yüzyılı’nın gerçekleşmesini hep birlikte düşünmeliyiz.