
İBNİ Haldûn’a
atfedilen ama başkalarının da sözü olduğu iddia edilen bir deyim vardır: “Coğrafya
kaderdir!”
Her
şeyden önce şu “kader” kavramına kısaca değinmekte fayda vardır. Altını
kalın çizgilerle çizerek belirtmek gerekir ki, İslâm dünyası genellikle bu
kavramın algılanması ve anlaşılmasında yüzyıllardır büyük sıkıntılara dûçâr oldu.
Müslümanlar genellikle bu kavramı çok pesimist (karamsar, kötümser) bir şekilde
ve “Ne yapalım? Yapılacak bir şey yok! Başımıza gelenler bizim kaderimizdir”
gibi çok yanlış bir anlayışla ve her türlü olumsuzluğu sineye çekerek, azmin,
gayretin, çalışmanın ve mücâdele etmenin temel ilkelerini berhavâ edecek bir
tutumla insanlara ve kitlelere tembelliği, miskinliği ve aleyhte olan her şeyi
peşinen kabûllenmenin inanç ve kültürel kodlarını psikolojik olarak aşılayan,
aynı zamanda da bu durumu İslâm’danmış gibi göstererek Allah’ın “küllî ve
cüz’î irâde” ile ilgili âyet ve mesajlarını ve dahi insanlara hür
irâdeleriyle yüklediği sorumluluk duygu ve vazifelerini hiçe sayan, bu mânâda
Allah’â haksızlık ve bühtan eden bir yaklaşımla değerlendirmişlerdir.*
(Kader
konusunda daha geniş ve sağlam bilgi edinmek isteyenler, Mustafa İslâmoğlu’nun
tercüme ve şerh ederek kitaplaştırdığı Hasan el-Basrî’nin “Kader Risâlesi”ne
bakabilirler.)
Hâl
böyle olunca, doğal olarak İslâm dünyası yüzyıllardır içine düştüğü gerileme,
parçalanma, yarıştan kopma gibi açmaz ve çıkmazların girdabından kendisini bir
türlü kurtaramamıştır. Hâlen de bu girdabın anaforları kendilerini yutmakta ve kuvvetli
dip akıntılarıyla karanlık denizlere ve dehlizlere doğru sürüklemektedir.
Girdaplardan,
anaforlardan, dip akıntılarından kurtulmak için çırpınmak çok doğru ve yeterli
bir yöntem değildir. Doğru ve yeterli yöntem, kader konusunu ve dolayısıyla
küllî irâde ile cüz’î irâde meselesini iyi anlayıp kavramak ve aralarındaki
farkı doğru bir şekilde mukayese ederek yeryüzünde ve dünyevî meselelerde insanın
sorumluluğunun inkâr edilemez bir gerçek olduğunu teyit etmek, dolayısıyla
Müslümanların bu sorumluluklarının farkında olarak üzerlerine düşen vazifeleri
tüm boyut ve buutlarıyla hakkıyla yapmak ve bir an evvel bunu içselleştirerek
harekete geçmenin şart olduğunu kabûl etmektir.
Evet,
bu kısa giriş ve girizgâhtan sonra gelelim asıl meseleye…
Coğrafyanın
kader olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, Türkiye işgâl
ettiği coğrafî konum sebebiyle jeopolitik ve jeostratejik açıdan gerçekten son
derece önemli bir yerde bulunmakta, Batı’dan Doğu’ya, Doğu’dan Batı’ya açılımın
köprübaşını tutmakta, boğazlar vasıtasıyla Kuzey’den Güney’e, Güney’den Kuzey’e
geçişin suyolunu kontrol etmekte, Çin’den başlayıp Güney’e ve Batı’ya akan
İpekyolu üzerinde oturmakta, Kuzey’den ve Ortadoğu’dan gelen enerji hatlarına
geçit vermekte ve bu bölgelerdeki enerji havzalarına çok yakın bir mesafede
bulunmakta, aynı zamanda da kadîm din ve medeniyetlerin doğuşuna şahitlik eden
zengin bir tarihe sahip olması hasebiyle farklı, ayrıcalıklı ve bir o kadar da
kötü niyetli devletlerin ve milletlerin iştahını kabartan bir konuma sahip
olmasından nâşi çok hassas ve nâzik bir bölgede yüzlerce ve binlerce yıldır
hayatiyetini sürdürmeye devam etmektedir.
Türkiye’nin
bu hassas ve stratejik özelliği kem gözlerin üzerimize çevrilmesine sebep
olmakta, târihte olduğu gibi bugün de bize art niyetli uluslararası
senaryoların hazırlanmasına ve uygulanmasına zemin oluşturmaktadır.
Bu
bağlamdaki son gelişmeler, bizim son derece dikkatli ve teyakkuz hâlinde bulunmamızı
mecbur kılmaktadır. Son zamanlarda Türkiye’yi tehdit eden tehlikeler hızla
artmaktadır. Suriye’de olup bitenler, hemen sınırımızda sözde bir PKK
devletinin Amerika ve Batı ülkeleri eliyle kurulmasına zemin hazırlamaktadır.
Tıpkı daha önceden İslâm coğrafyasının bağrına bir hançer gibi saplanan İsrail Devleti’ni
kurdurdukları gibi…
Amerika
başta olmak üzere AB ülkeleri bu terör örgütünü açıkça desteklemekte ve bize
parayla satmadıkları silahları onlara hibe olarak rahatlıkla vermektedirler. Silah
taşıyan binlerce TIR görüntüleri bunu açıkça teyit etmekte, zâten ABD bunu
açıktan yapmakta, hatta bütçesinden bunlara ödenek bile ayırmaktadır.
ABD
bu yardımları göstere göstere, o kadar alenî bir şekilde yapmaktadır ki namluları
Türkiye’ye çevrili olan bu silahlarla sınırımızda ortak tatbikat yapma cüretini
dahi pervasızca gösterebilmektedir. Güya biz müttefikiz ve NATO üyesiyiz, güya DSG
(PKK) DEAŞ’a karşı mücâdele eden çok değerli bir partner imiş. ABD’nin bu
yaptığı açıktan Türkiye’yi tehdit etmekten başka bir şey değildir.
ABD,
kendisine boyun eğmeyen ülkelere zâten bunları her zaman yapar, yapmak ister.
Şımarık Teksas kovboyu ve hegemonik emperyal bir güç olmanın gereği budur
herhâlde. Onun için ülkesini gerçekten seven herkesin ve bir koltuk uğruna ABD
mandacılığına “Evet” demeyecek olan her siyâsetçinin (ister muhalefette
olsun, ister iktidarda olsun) bu konulara son derece dikkat etmesi ve gelip
geçici iktidarlar uğruna ABD’nin kurmuş olduğu tuzaklara düşmemesi gerekir.
Aksi takdirde böyle bir şey, ülkemizin istikbâli ve istiklâli için çok pahalıya
mâl olacaktır, mâzallah!
Yine
aynı şekilde Rusya-Ukrayna Savaşı üzerinden Rusya’yı tuzağa düşüren ABD ve Batılı
ülkeler (özellikle İngilizler), şimdi de Yunanistan üzerinden Türkiye’yi tuzağa
düşürmeye çalışmaktadırlar. Bu konuda Amerika’nın pohpohlamasıyla Ege ve Doğu
Akdeniz’de Yunanlar tarafından yoğun tahrikler yapılmaktadır.
Türkiye
her taraftan kuşatılmak istenmektedir. Başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa
ve Almanya tarafından Yunanistan’a muazzam silah yardımı yapılmaktadır. Zâten
ABD burnumuzun dibindeki Yunanistan ve adalara sürekli olarak üs kurmakta,
silah ve asker yığmaktadır.
Diğer
taraftan Rusya da Türkiye üzerinden Amerika’yı tuzağa düşürmeye çalışmaktadır.
Türkiye’nin Yunanistan üzerinden Amerika ile yapacağı olası bir savaş,
Rusya’nın çok işine gelecektir. Kaldı ki, Rusya belki de bunun hesabını
yapmaktadır.
Amerika
ve Rusya kendi çıkarları için belki de Sayın Cumhurbaşkanı’nın kişisel
özelliklerini (atak yapısı, aktif bir dış politika izleme arzusu, liderlik
dürtüsü, hamâsete varacak kadar duygusal yapısı, aşırı cesaret duygusu,
eleştiriye kapalı olması ve kimseyi pek dinlemeyecek kadar yüksek benlik algısı
gibi) kullanarak onu minderin ortasına çekmeye ve tuzağa düşürmeye çalışıyor
olabilirler. Nitekim Suriye’de düşüldü bile.
Suriye
meselesi BOP sevdasıyla maddî, mânevî ve güvenlik açsından Türkiye’ye çok pahalıya
mâl oldu. İşte şeytanla aynı torbaya girersen sonuç böyle olur. Ama bu mesele
Sayın Cumhurbaşkanı’nın acemilik dönemine rast geldi herhâlde. Sanırım şimdi
uluslararası siyâsette epeyce tecrübe kazandı. Her lideri ve her ülkeyi yakından
tâkip etti ve tanıdı. Bir daha bu tuzaklara herhâlde düşmez diye ümit etmek
durumundayız. Yine de belli olmaz…
Onun
için “Aman ha!” demek zorundayız. Dış politika meselelerinde son derece
dikkatli olmak gerekir. Çünkü oyun çok büyük ve şeytanların tuzakları çok çetindir.
Hele de bu şeytanlar büyük (ABD), orta (Rusya) ve küçük (İngiltere) şeytanlar
olursa…
Acaba “büyük şeytan” yerine İngilizleri mi koysaydım?