“CUMHURBAŞKANLIĞI Hükûmet Sistemi’ne
(CHS) Karşı Çıkmanın Dinî ve Tarihî Temelleri” başlığını görünce, kendi kendime,
“Galiba yeni bir keşifle karşı
karşıyayız” dedim. Bu keşif konusunu şimdiye kadar nasıl atlamış olduğuma
da teessüf ettim…
Başlıktan da anlaşılacağı gibi, yazı tümüyle “güçlendirilmiş parlamenter
sistemin mânâ ve önemine” tahsis edilmiştir.
Türkiye tarihinde İtilâf Devletleri istedi diye, Osmanlı Devleti’nin
tasfiye edilmesi ve sadece bir kişinin “Arkadaşlar,
yarın cumhuriyet ilân edeceğiz!” demesiyle ülkenin kurtulduğunu, düğün
bayram havasında yüz yıldır tekrar etmiş olanların şimdi CHS’yi sorun etmeleri,
teslim edelim ki her şeyden önce bir anlama meselesidir (Mehmet Ali Verçin, 26
Kasım 2020, Karar Gazetesi).
Çünkü “CHS” denilen idarî yapı için TBMM’de Anayasa’nın ilgili maddeleri
değiştirildi. Bu değişiklik referanduma götürüldü. Özgür bir ortam içinde bir
taraf CHS’nin önem ve gereğini anlatırken, diğer taraf tam aksini söyledi.
Bu hava içinde yapılmış olan referandumda halkın yüzde 52’si bu değişikliğe
“Evet” dediği için, 2018’de yapılan seçimlerin ardından sistem fiilen
uygulanmaya başlandı.
Teslim edilmelidir ki, bu CHS’nin gelişi, halkın rızâsı ile olmuştur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Arkadaşlar, yarın CHS’ye geçiyoruz!” demesi ve
ertesi gün 41 pâre top atışı ile gerçekleşmiş değildir. Bir kişinin kararlarını
41 pâre top atışı ile kutsal ve kurtarıcı bilenlerin, yüz yıldır bununla
övünmüş olanların, şimdi halkın onayı ile yapılmış olan bir değişimi iki yıl
geçmiş olmasına rağmen hâlâ kabul edememiş olmaları ciddî bir hazım sorunudur.
Parlamenter sistem nedir?
Türkiye, kesintilerle de olsa 1876’dan 2018’e kadar parlamenter sistemi yaşadı.
Elbette arada Abdülhamid Han’ın 30 yıl, CHP’nin 27 yıl ve askerî darbelerin 7
yıllık kesintileri de olmuştu. Ancak Türkiye, askerî bir cumhuriyet olarak
kurulmuştu. Asker, seçilmiş hükûmetleri kendi âmiri olarak kabul etmezdi.
Askerî hiyerarşinin ve askerî harcamaların denetimini seçilmiş hükûmetler
yapamazdı. Askerler kendilerini ölmüş bir şahsa bağlı sayar, bunun dışında bir
emir komuta kabul etmezlerdi. Kendileri için geçerli saydıkları emir komuta
zinciri içinde, bağlı oldukları şahıs adına, gerekli gördüklerinde seçilmiş
hükûmetleri alaşağı edip cezalandırırlardı.
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nden sonra bu hiyerarşik yapıya göre idarî
düzen yeniden şekillendirildi. Yüksek yargıda bile askerin temsilcileri olurdu.
Yüksek yargı organları birbirlerini seçerlerdi. Askerin yanında yüksek yargı
organları, en başta Anayasa Mahkemesi, seçilmiş hükûmetlere karşı bir muhalefet
partisi gibi davranırdı.
Seçilmiş hükûmetler ise çoğunlukla koalisyon hükûmetleri olurdu. Bölünmüş
siyâsî yelpâze içinde çoğu kez bir parti, tek başına seçim kazanamazdı. Bu
yüzden birden fazla partinin ortağı olduğu hükûmetler yani koalisyonlar
kurulurdu. Koalisyonlar kısa ömürlü olur, devlet kurumları üzerindeki etkileri de
sınırlı kalırdı. Yüksek yargı ve askerî bürokrasi, devlet kurumları üzerinde
daha çok belirleyici olurdu.
1982 Anayasası ile birlikte Cumhurbaşkanı’nın yetkileri de fenâ hâlde
arttırılmıştı. Cumhurbaşkanı yürütmenin ortağı gibiydi. Zaten 1923’ten 2007’ye
kadar gelen on Cumhurbaşkanı içinde kısmen farklı olan sadece Turgut Özal’dı.
Diğerleri hep aynı kumaştan olan kimselerdi. O kumaştan olanları da halka
seçtirmek zordu. Bu yüzden cumhurbaşkanını halkın seçmesine şiddetle muhalefet
etmişlerdi.
Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında bölünmüş iki başlı bir
hâldeydi. Hükûmetler çoğunlukla koalisyon şeklindeydi. Seçilmiş hükûmetler
cumhurbaşkanı, yüksek yargı organları, askerî bürokrasi tarafından engellenir,
tehdit edilirdi.
Seçimlerde başbakan adayı olan kimseler çoğunlukla, “Ben çok şey yapacaktım, ortağım engel/cumhurbaşkanı/yüksek yargı/askerî
bürokrasi engel oldu” gibi bahaneler ileri sürerdi. Sıkça erken seçim
yapılması, yönetimde ve devlet düzeninde istikrarı da ortadan kaldırmıştı.
Yüz kırk yıl bu şartlar altında idare edilen Türkiye’nin temel sorunları
çözülemedi. Hükûmetler günübirlik işler yaptılar. Yürütme yetkilerini yalnızca
Kemal Paşa’ya sadâkatte aradılar. Çünkü o sadâkat ile hükûmet etmelerine izin
veriliyordu. Aksi hâlde hükûmetleri dağıtılıyor, hattâ partileri bile
kapatılıyordu. Halk ise sadece seyirciydi.
Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile ne oldu?
Başkanlık sistemini, diğer adıyla CHS’yi savunan görüş, bütün bu
karmaşadan, istikrarsızlıktan, iki başlılıktan, sorunların çözülmesi yerine
büyütülerek ileri bir tarihe ertelenmesinden dolayı bu idarî yapıyı kökten
değiştirmeyi bir çâre olarak teklif ettiler. Kuvvetler ayrılığı ilkesini esas
alan, başbakanın idarî yetkilerini cumhurbaşkanına devrederek Başbakanlık ve
Cumhurbaşkanlığı mâkâmlarını birleştiren, hükûmet kurma yetkisini TBMM’nin
iznine (güvenoyuna) değil de doğrudan halkın seçtiği cumhurbaşkanına veren bir
düzenleme yapıldı. Bu düzenleme ise referandum ile kabul edildi.
“CHS’nin yanlışları,
eksikleri nelerdir?” sorusu için dinî ve tarihî temellere baktığımızda görürüz ki, evet,
Hazreti Muhammed (sav) vefat ettiğinde, “Yerime şu gelsin, gelmesin” diye bir
emir bırakmamıştır. Gerçi Şiîler aksini iddia eder ise de o iddiayı geçelim.
Dört Halîfe döneminde de halîfe, dönemin şartlarına göre iyi kötü, eksik fazla bir
seçimle iş başına gelmiştir. Halîfeliklerini yaparken de “Dediğim dedik”
bağımlısı olmadılar. Halkın rızâsını, istişâreyi hiç bırakmadılar.
Ancak Dört Halîfenin de görev sürelerinin ömür boyu olmasına karşılık, ömür
boyu görevde olmalarını öngören bir nas’ın olmadığı bilinmektedir.
Herkesin malûmudur ki, bu idarî yapı, Emevîlerin iktidarı zorla ele
geçirmesiyle bitmiş oldu. Halîfelik niteliğinde esaslı, köklü değişiklik oldu.
Halkın rızâsı önemsizleşti. Yönetme hakkı Emevî Ailesinin özel mülkü sayıldı.
Şiîler ise bu özel mülkiyetin Hazreti Ali ailesine ait olduğunu iddia etmeye devam
ettiler. Sonra tarihî şartlar içinde bu özel mülkiyet hakkı Abbasîlere, oradan
da Osmanlılara intikal etti.
Abdülhamid Han’ın 18 Şubat 1878’de Mebusan Meclisi’ni kapatması ihanet
olarak görülebilir mi?
Şunu da hatırlamalı ki, o mecliste hiçbir milletvekilinin can korkusu
yoktu. Özgür bir ortamda, gerekli gördüklerini söylemişlerdi. Ancak
milletvekillerinin veya bakanların uyduruk bahanelerle idam edildikleri
dönemlerin atlanmasına karşılık, Abdülhamid’in bir yanlışının ihânet olarak
görülmesi, özel bir kinin veya düşmanlığın açığa vurulması sayılabilir.
Ne tuhaftır ki, Abdülhamid Han zamanında mebus adaylarına Padişah karar
vermezdi. Padişah’ın yetkisi dışında sayılırdı. Oysa 1923’ten sonra kimin
nereden kaç defa seçileceğine, yalnızca Kemal Paşa karar verme yetkisine sahip
oldu. Üstelik bu yetki kullanılırken millete, “Egemen olan sensin” denildi.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması çok partili özgür seçimlere geçme
isteğinden değil, özellikle CHP’ye ve onun genel başkanı Kemal Paşa’ya kimlerin
muhalefet ettiğini tespit etmek amacıyladır.
Ekim 1930’da yapılan ara yerel seçimlerde bu tespit görülünce, parti, Kemal
Paşa’nın emriyle kapatılmıştır. Bu hikâyeden, Kemal Paşa’nın demokrasiyi
istediği sonucu çıkarılamaz. Toplumsal şartların yetersiz olduğu iddiası
yersizdir. O dönemde yetersiz olan toplum yapısı değil, CHP iktidarının
yapısıydı.
Abdülhamid Han’ın ve CHP iktidarının döneminde kuvvetler birliği vardı. Ancak
şunu da görmek icap eder: Abdülhamid Han döneminde hiçbir siyâsî tutuklu ve
mahkûm, idam edilmedi! Oysa CHP döneminde siyâsî nedenlerle idam edilenlerin
sayısını bilmek, çok ciddî bir uzmanlık meselesidir. Buna rağmen Abdülhamid Han
dönemine “istibdat”, CHP dönemine ise “özgürlük/cumhuriyet dönemi” diyebilmek,
ancak okuma yoluyla elde edilebilecek bir şartlanmışlığın sonucudur.
Bugünkü CHP: Değişen bir şey yok!
CHP’liler bugün bile kendilerine muhalefet edenleri hain olarak görmeye
devam ediyorlar. Abdülhamid Han döneminde basın için sansür vardır, basın
özgürlüğü yoktur. CHP döneminde basın özgürlüğü ise Abdülhamid Han döneminden
daha da geridedir.
Türkiye’de bugün bile basın özgürlüğünün önünde en büyük engel, CHP dönemi
değil midir?
Abdülhamid Han döneminde bile mebusların Padişah’a bağlılık yemini etme
zorunluluğu yokken, CHP döneminden başlayarak, milletvekillerinin CHP’nin altı
okuna ve ilk genel başkanına sadâkat yemini etmeleri, milletvekili
dokunulmazlığı, kuvvetler ayrılığı ve nihâyet düşünce özgürlüğü ile
açıklanamaz!
Dolayısı ile CHS’yi eleştirmek için Hazreti Muhammed dönemine kadar uzanmak
ne kadar gereklidir? Dört Halîfe döneminin uygulamaları, bugünkü sistemin reddi
için ne kadar lâzımdır? Bir sistemi reddetmek başkadır, onun uygulanmasından
ortaya çıkan eksiklik ve yanlışlıkları eleştirmek bambaşka bir şeydir.
Yüz yılı aşan bir uygulamanın hüzünlü, karamsar ve kötü mîrasına rağmen,
hâlâ parlamenter sistem özlemi, bir sağduyu eseri olamaz. Evet, seçim
kazanmadığı hâlde yasama ve yürütme yetkilerine ortak olan ve seçim
kazanmışların üzerine âmir gibi tasarruflarda bulunan kesimlerin böyle bir
özlemi olabilir.
Bugün CHS’yi “tek adam yönetimi” diye şikâyet edenlerin geçmişteki tek
adamlı yönetimleri kutsamalarını, bir mutluluk çağı gibi özlemle ve Onuncu Yıl
Marşları ile yâd etmeleri, amaçlarının tek adam yönetimini sınırlandırmak
olmadığını göstermektedir.
Bugünkü CHS’de kararnâmeler ile TBMM’nin yetkilerinin kısıtlandığı iddiası
yersizdir. Çünkü Cumhurbaşkanı, temel haklar konusunda kararnâme çıkaramayacağı
gibi, yayınlanmış olan kararnâme hakkında Meclis’in bir karar alması hâlinde, o
kararnâme hükümsüz sayılmaktadır.
Güçler birliği görüşü ve uygulaması yanlıştır. CHP döneminde 1923-1950
arasında uygulanmış ve o dönemde yapılan zulümlerin etkisi bugün bile devam
etmektedir.
Sorun seçim sisteminde!
Oysa bugünkü CHS’nin zayıf tarafı, Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda Meclis’te
bir partinin başkanlığını da fiilen sürdürmesi sayılabilir. Partili
Cumhurbaşkanı olmasından dolayı değil, ABD örneğinde olduğu gibi, seçildikten
sonra Meclis’teki parti grubuyla ilişkisini kesmek yerine sürdürmesinden
dolayıdır bu. Aynı zamanda dar bölgeli seçim yerine doğrudan merkez tarafından
tespit edilen milletvekili adaylarının seçmene karşı değil, kendilerini aday
gösteren parti başkanı veya yönetimine karşı sadâkat gösterileri, seçmenin taleplerini
önemsizleştirmekte, milletvekilini seçmene karşı ilgisiz hâle getirmektedir.
Bunun seçmen bakımından ciddî bir sorun olduğu açıktır.
Cumhurbaşkanı seçilecek adayın yüzde 50+1 oy alma zorunluluğu ise küçük
partileri de kapsayan acayip ve garip bir koalisyon şartını, şimdi “ittifak”
denilen sonucu ortaya çıkarmıştır. Yüzde 1 bile oy alması kuşkulu olan
partiler, âdeta seçim sonuçlarını tayin eder duruma gelmişlerdir. En azından
havaları öyledir.
Bu seçim düzeninde bir değişim kaçınılmazdır. CHP döneminden kalan düşünce
ve basın özgürlüğünü kısıtlayan engeller kaldırılmalıdır. Yoksa “parlamenter
sistem” denilen ucûbe düzenlemeye geri dönmek, Türkiye’nin geleceğine
yapılabilecek en büyük kötülüktür ve Türkiye’yi yeniden askerî cumhuriyet
yapmaktır!