“ÇIKTI Otranto’ya pür-velvele Ahmed Pâşâ
Tûğlar varsa
gerektir Kızılelmâ’ya kadar…”
Yahya
Kemâl, bu gazelinde Gedik Ahmed Paşa ve Otranto Seferi’nden bahseder.
Paşa,
Fâtih devrinin en önemli isimleri arasındadır.
Sadece
döneminin değil, bütün târihimiz içinde özel bir yeri bulunmaktadır.
Rumeli
Beylerbeyi olmuş, ardından Anadolu Beylerbeyliğine getirilmiştir.
Koyulhisar’ı
fethetmiş, Konya Ereğlisi ve Aksaray’ı almıştır.
Eğriboz’un
fethiyle sonuçlanan seferin ardından vezirliğe yükselmiştir.
Alanya,
Silifke, Mokan ve Gorios Kalelerini almış, Karamanoğlu Pir Ahmet ile Kasım
Bey’i yenmiş, Akkoyunlular ile yapılan Otlukbeli Savaşı’nın zaferle
sonuçlanmasında önemli bir rol oynamıştır.
Ardından
veziriazam olmuş, Ermenek ve Manyan Hisarlarını almıştır.
Cenevizliler
tarafından Kırım’da hapsedilen Giray Han’ı kurtarmış ve yaptığı anlaşma ile
Osmanlı himâyesini sağlamıştır.
İşkodra
Seferi’ne çıkmaktan kaçınınca, veziriazamlıktan azledilerek Rumelihisarı’na
hapsedilmiş, ancak iki yıl sonra Kaptanıderyalığa getirilmiştir.
Kefalonya,
Zanta ve Ayamavra adalarını fetheden Gedik Ahmed Paşa, 1480’de İtalya
sâhillerine çıkarak Napoli Krallığı’na ait Otranto’yu fethetmiştir.
İtalya
çizmesinin topuğundaki kale…
Ertesi
yıl Otranto’dan hareketle yeni fetihlerin hazırlığı içindeyken, Fâtih’in ölümü
üzerine geri çağrılmıştır.
Büyük târihçi Prof. Halil İnalcık, Fâtih’in Roma’yı fethetme niyeti olduğunu söyler.
Gedik
Ahmed Paşa’nın Otranto’da bıraktığı 500 asker vardır. “Bu askerler ne olmuş?”
sorusu akla geliyor hemen.
Esir
mi olmuşlar, savaşıp şehit mi düşmüşler, daha sonra geri mi dönmüşler, yoksa
oraya yerleşip çoluk çocuğa mı karışmış, Napoliten şarkılar mı söylemişler?
İnalcık
Hoca onu da açıklıyor.
O
askerleri hizmetine alan Napoli kralı, İtalya’daki bütün savaşlarda üstün bir
duruma gelmiştir.
Halil
İnalcık Hoca’nın Napolyon’a benzettiği ve târihin büyük komutanlarından
olduğunu belirttiği Gedik Ahmed Paşa’dan geriye ne kalmıştır?
Afyonkarahisar’da
bir külliye…
Ladik’te
bir mescit ve bir köprü…
Kütahya’da
bir mektep ve Büyük Bedesten...
Edirne’de
bir mezar…
İstanbul’daki
eserlerin çoğu kaybolmuş ve sadece Gedikpaşa semtine adını veren hamamı
günümüze ulaşmıştır.
Bir
de Vakıflar yönetimine geçmiş bir vakıf ve bugüne kadar ulaşan soy kütüğü…
İnalcık
Hoca gibi Yahya Kemâl’in de büyük önem atfettiği paşa için bir gazel yazma
ihtiyacı hissetmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur kanaatimce.
Çökmekte
olan koca bir cihan devletinin son demlerinde dünyaya gelen Yahya Kemâl,
“bozgunda fetih rüyâsı gören” bir şâirdir.
(Beşir
Ayvazoğlu’na selâm olsun!)
Şâir,
sanki çöküş döneminde değil, Fâtih, Yavuz, Kanunî devirlerinde yaşamış.
Şiirlerine bakınca o havayı görürüz.
Şimdi
fakir de bu naçiz satırları yazarken, sözü o ihtişamlı dönemlerden bugüne
getirmenin zorluğu içindedir, bilesiniz.
Ne
var ki, gelmek durumundayız ve bütün sıkıntılara rağmen, yine bir yükseliş
içinde olduğumuzu görmekle de mükellefiz.
Salgın
hastalıktır, yangınlardır, sel felâketleridir, hepsi geçer.
Derler
ya, büyük resme bakmak lâzım.
Öyle
yaptığımızda karamsarlığa yer olmadığını görürüz.
Üç
beş tivitle sosyal medyada kahramanlık taslayan, yalan yanlış haberlerle ülkeyi
zarara uğratma derdinde olanlara itibar etmeyelim.
“Büyük
resme bakmak”tan söz ettik, bir de “günün sonunda” ne olacağını söylemek
zorundayız.
Halkın,
haklı ve doğru olanı “satın alması” konusuna da değindik mi, mevzu aşağı yukarı
toparlanmış olur.
Zira
vatandaş, eğriyi doğruyu idrak edecek basirete sâhiptir.
O
hâlde gelelim bugüne…
“Suriyelileri
geri göndermek” diye bir tartışmanın içindeyiz nice zamandır.
Kemal
Bey iktidara gelecek ve tak diye emredecek, Suriyeliler başta olmak üzere bütün
göçmenler, mülteciler, sığınmacılar, şak diye ülkelerine dönecekler. (Tak ve
şak yer değiştirebilir.)
Ne
güzel bir âlem tasavvuru!
İktidara
geldi de sığınmacıları göndermesi kaldı.
Nasıl
iktidar olacaksın, seçimi nasıl kazanacaksın? Henüz adaylık bile netleşmiş
değil.
İttifak
ortakları “Siz aday olun” derlerse, gereğini yerine getirirmiş.
Desinler
de getir!
Erken
seçim yapılsın diye aylardır tepiniyorlar ama ortada aday yok.
Aday
adayı ise hâddinden fazla!
Öte
yanda Afganistan’dan gelenlerin sayısında artış başladı.
Doğu
sınırımıza duvar inşâ edilmesi gibi önleme çalışmalarının hızlandığına şâhit
oluyoruz.
Afganistan’dan
gelenler Suriyelilerden farklı.
Çoluk
çocuk değil, yalnızca güçlü kuvvetli genç erkekler geliyor.
Üstelik
evvelce Türkiye ara durak idi, Avrupa’ya geçmek asıl hedefti. Şimdi hedef nokta
durumuna geldik.
Avrupa
ülkelerinden daha güvenli, daha sağlam görüldüğü için olsa gerek.
1979’da
Sovyet İşgali ile başlayan, ardından ABD İşgali’ne zemin olan Afganistan’da
halk, kırk küsur yıldır savaş içinde.
İki
büyük güç de o topraklarda tutunamadı.
Altını
üstüne getirmeyi başardılar ama istedikleri şekilde sâhip olamadılar.
Oradan
gelen Afgan gençler de bütün hayatlarını savaş ortamında geçirdiler.
İç
karışıklığa bağlı olarak göç edenlerin milyonları bulacağı görünüyor.
Kayıt
dışı olduğu için, uluslararası statü çerçevesinde “düzensiz göçmen” diye tâbir
edilenlerin, “aslında plânlı programlı göç ettirildiği, esas maksadın burada
bir baskı unsuru niteliğinde kullanılmaları” olduğunu iddia edenlere hak vermek
daha mantıklı.
“Darbe
işe yaramadı, işgal plânı suya düştü, komplolar da hepten boşa gitti… Bütün
gücümüzle desteklediğimiz terör örgütleri de çürük çıktı. Sandıktan çıkarmak
için muhalefet güven vermiyor. Başka türlü bir saldırı plânı ile sonucu elde
etmeliyiz” diye düşünen varsa, onlar kim ola ki?
Ne
garip sorular geliyor insanın aklına.
Eğer
öyleyse, bu plânı tersine çevirmek mümkün değil midir?
Dezavantaj
gibi görünen gelişmenin başındaki “dez”i silip yok edersek, avantaja dönüşmez
mi?
Sözün
kısası şu:
Biz
de bu aşamada 15’inci yüzyıldaki Napoli kralı gibi davranamaz mıyız?
Genç
Afganlardan bir ordu kursak, yanlış mı olur?
Bir
fikir…
Şu
kenarda dursun…
Duvarı
aşanları orduya alırız, profesyonelce savaşırlar. Aşamayandan zaten iyi asker
olmaz.
Hayatı
sarp dağlarda savaşmakla geçmiş Afganlı gençler, bir de maaş alırsa, bir süre
sonra emekli de olursa, onları üstümüze salanların plânı tersine dönmez mi?
Üstelik
bizi ne kadar çok sevdikleri de bilinirken…
Neden
olmasın?
Sonra
bir büyük Afgan şâir çıkar, şiirini yazar “Çıktı Başkale’ye, Çaldıran’a, aştı
duvarı” diye…