BAZI insanlar vardır,
ülkeleri için doğar ve ülkesi için yaşarlar. D. Mehmet Doğan onlardandır. Yetmiş
yıllık ömrünü Türkiye’ye adamıştır. Ve Türkçeye… Şahidiz! Tüm ülke şahit buna!
Şöyle
böyle bir yarım asır önceydi. 1960’ların sonları olmalı. Çok sevdiğimiz ilkokul
öğretmenimiz Seyfettin Ayçiçek, Cumhuriyet’i anlatıyordu. Ne güzel, ne çok, ne
etkili anlatıyordu Hilâfet’ten Cumhuriyet’e geçişi ve Atatürk’ü. Sınıfça mest
hâlde, kendimizden geçmiş, mutlu mesut dinliyorduk. Okulun en acar öğrencisi
(okul dediysem, 28 öğrenciden oluşan, kimisi birinci, kimisi ikinci üçüncü,
bazıları dördüncü ve beşinci sınıfa giden -birleştirilmiş- tek derslikli bir
avuç köy okuluyduk) parmak kaldırdı: “Cumhuriyeti Atatürk icat etti, değil mi
Öğretmenim?”
Öyle
ya, bu kadar muhteşem bir şeyi ancak bir Türk, en büyük Türk Atatürk icat etmiş
olmalıydı.
“Hayır
çocuğum, Atatürk değil, Avrupa icat etti cumhuriyeti! Onu Büyük Atatürk, Batı’dan
aldı ve çok sevdiği Türk milletine armağan etti.”
Âdeta
yıkılmıştı acar öğrenci. Büyük hayâl kırıklığı içerisindeydi. Olamazdı. Atatürk
icat etmeliydi; bir Türk icat etmeliydi böyle güzel bir şeyi.
Hayâl
kırıklığına gark olan o acar öğrenci bendim. Ve bir kelime daha öğrenecektim o
gün, bir daha aklımdan -ömrümce- hiç çıkmayacak olan bir kelime: “Batı”…
***
Üzerinden
on sene kadar geçmişti. Lise son sınıftaydım artık. Derslerden arta kalan
zamanlarda -ne derslerden arta kalanı, sınav akşamlarında bile “Buhara Yanıyor”ları
elimden bırakamayıp ertesi gün yazılıda zar zor geçer not aldığım- kitap okumaya
çalışan meczupluk günlerimdi. Elime bir kitap geçti. Adı, “Batılılaşma
İhaneti”…
Okumaya
başladım, okudukça aklım da karışmaya başladı. Aman Allah’ım, bu neydi böyle!
Yoksa, yoksa o hayran olduğumuz “Batı” başka bir şey miydi? Aman Allah’ım, biz
“Batılılaşarak” kendimize, özümüze, dünümüze “ihanet” mi etmiştik yoksa? Yazar
âdeta -ne âdetası, düpedüz- yakın tarihle hesaplaşıyordu.
D.
Mehmet Doğan ile tanışmam o gün oldu; “Batılılaşma İhaneti” kitabıyla… “Aklımızı
karıştıran adam”dı artık o benim için!
***
Sözlükleri
sevemedim ben. Türkçeyi ne kadar çok seviyorsam, sözlüklere o kadar uzağımdır;
nedenini bulamadım. Belki her sene başında “sözlük alma” mecburiyeti
getirilmesinden, belki de hemen her birinin soğuk yüzlü, bilgiç bakışlı,
kibirli edalı ve sevimsiz duruşlarındandır, bilemem. Bunların bir tek istisnası
var: “Büyük Türkçe Sözlük”!
Onunla
Yeni Şafak’ın biz abonelerine armağan ettiği günlerde tanıştık, ahbap olduk.
Tanışıklığımızın üzerinden şöyle böyle, hiç yoksa bir çeyrek asır geçmiştir.
Hangi kütüphanede karşılaşsak onunla bana göz kırpar, el sıkışır, hâl hatır
ederiz. En son bir ay kadar önce Aksaray’da, yedi asırlık Zinciriye Medresesi
Kütüphanesi’nde, girişteki sağ duvarda, ortalarda, alttan üçüncü gözde, soldan
ikinci sırada baktım ki bir kitap bana göz kırpıyor, “Hoş geldin” diyor. “Hoş bulduk”
denilmez mi yirmi beş yıllık dosta? Kucaklaştık. Hâl hatır, hoş beş… Gören
şaşırdı tabiî.
Değerliydi,
farklıydı, özeldi o sözlük bizim için. Çünkü onu bize D. Mehmet Doğan Ağabey
armağan etmişti. Bize, yani Türk milletine…
Geçenlerde
sordum: “Mehmet Ağabey, ‘Büyük Türkçe Sözlük’teki kelime sayısı kaç oldu?”
“Yüz
on sekiz bin beş yüz Fahri!” diye cevapladı kendileri.
Gıyabî
tanışıklığımız şifahiydi önceleri. Gün geldi vicahiyeye, yani ruberuya-yüz yüzeye
dönüştü. RTÜK üyesi olduğu günlerdi. 1996 sonuydu. Kültür Müdürlüğünü
yürüttüğüm belediye olarak onu merhum Akif’in 60. ölüm yıldönümünde
Adapazarı’na konferansa getirmiştik. Konferans sonrası, artık olmayan o meşhur
ASM’nin üst katında tavşankanı çayların lezzetine beş basan harika muhabbetle
başladı dostluğumuz. O gün bugün ben onun “Azizim” dediği “kardeşi” oldum, o
benim “Mehmet’lerin en hası” diye hitap ettiğim “Ağabeyim”.
Yirmi
yılda onlarca yüz yüze, yüzlerce söz söze konuşma, görüşme, hatıralarla bezeli
bir dostluk bizimkisi. Urfa’dan Yozgat’a, Mardin’den Edirne’ye, Çankırı’dan
İstanbul’a, Malatya’dan Aksaray’a, ben “neredeysem” Mehmet Ağabey de “orada”dır
kuşkusuz, bilirim. Şeksiz şüphesiz, mazeretsiz ivazsız gelir, katılır,
zenginleştirir programlarımızı. Ne zaman arasam, bir yere davet etsem, “Nereye,
kime?” diye sormaz, tek baktığı takvimidir “Uygun muyum o tarihte?” diye.
O
gönüldendir, gönüllüdür, gönülcedir. O bir gönül adamıdır. Gönül, vefa,
muhabbet…
***
Bana
TYB Sakarya Şubesi’ni kurdurtmak istedi senelerce. Kendimce, kendimle,
kendimden mazeretlerle erteledim bu isteği. En son 2009’da değerli yazarçizer
arkadaşlarımla birlikte kurdum. Mutluluğunu unutamam.
On
ikinci şubesini kurmuştuk biz TYB’nin otuzuncu yılında. Bugün Türkiye sathında
on beş şubesi, on sekiz temsilciliği, iki bin beş yüz üyesi olan dev bir
kuruluştan, Türkiye Yazarlar Birliği’nden -kısaca biz ona “TYB” diyoruz- söz
ediyorum. Orta hâlli bir siyasî parti kadar güçlü, örgütlü, diri ve millî bir
kurumdan söz ediyorum. Bu “dev yazar teşkilatı”nın başı da, kurucusu da,
omurgası da, neferi de, hedef çizeni de, başkomutanı da odur. TYB’nin dünü de
odur, bugünü de. Yarını da odur. “TYB eşittir D. Mehmet Doğan”dır. Övgü de,
eleştiri de bunadır, bundandır, buncadır.
***
İtiraf
edelim, “bizim mahalle”de Ankara pek sevilmez. Bunun pek çok “haklı” sebebi
olabilir. “İstanbul merkezliyizdir biz”, nedense? İstanbul’la düşünür, İstanbul’la
sever, İstanbul’la kızarız; doğru, yanlış! Şuuraltımız İstanbulcudur bizim,
doğru! Ben de “A-kara, makara, en kara, Ankara’yı” yazmış adamım. Ama…
Ama
bir adam çıktı, “Ömrüm Ankara”yı yazdı. O adam bize Ankara’yı sevdirdi. Ben o
kitaptan sonra Ankarasever oldum artık; her Ankara’ya gidişimde Taceddin
Dergâhı’na selâm veriyor, Hacı Bayram’da muhabbeti telezzüz eyliyor, eski
Ankara sokaklarında huzuru teneffüs ediyorum. Artık Ankara daha bizim, daha
bizden, daha bizce! Aslında biz de Ankaralıymışız da haberimiz yokmuş. O kitabın
yazarı da “D. Mehmet Doğan”. Bizi Ankaralı yapan adam!
Biraz
Sezai Karakoç, biraz Necip Fazıl, daha çok Akif’tir o. Ama en çok Nurettin
Topçu’dur. Nureddinîdir, Nureddin’dendir, Nureddincedir. Bu da ona çok
yakışmaktadır.
***
Akif
bizim en “bilinmez meşhurumuz”dur aslında. Bazen hiç konuşulmadan, bazen çok
konuşularak unutulmuş, unutturulmuştur. Bu “millî nisyan”a karşı kırk yıldır
direnen bir yiğit adamdır D. Mehmet Doğan. Eğer o ve kurumu TYB olmasa, ısrarla
direnmese, gündeme getirmese, hatta hatta savaşmasa, bugünlerdeki ne Akif
günleri, haftaları, enstitüleri olur, ne İstiklâl Marşı’mızın yazıldığı
Taceddin Dergâhı kalırdı ortada. Akif’te gelinen nokta, tek kelimeyle onun
zaferidir. Zaferi, gururu doğrusu! Bu şeref senindir Mehmet Ağabey!
“Büyük
Türkçe Sözlük”teki “vefa” ibaresine en güzel örnek bu olsa gerektir. Adaşına
vefa üstelik… Minnettarız “iki Mehmet”e de. Ayrıca Akif şairdir ya, şiiri
hikâyedir aynı zamanda, denemedir de. Asıl sosyal yaralara parmak basan, çözüm
arayan, çözümler öneren bir düşünce adamıdır Akif. Bu fakire göre de günümüzün
Akif’i D. Mehmet Doğan’ımızdır. Çağdaş Mehmet Akif’imiz o bizim.
***
Yüzü,
gözü, sözü Anadolu olan adamdır o. Yüzü, gözü, sözü Türkçe olan adam… Saf, sade,
sadecedir o. Duru, sakin, tumturaksız… Olduğu gibi adam, olduğu gibi Anadolu!
***
Özetle
kimdir D. Mehmet Doğan?
Büyük bir yazardır, evet! Büyük bir Türkçecidir, evet! Büyük bir organizatördür, evet! Büyük bir birliğin kurucusu, şeref başkanı, akil adamıdır, evet! Tevazu, edep, hayâ, vefa adamıdır, evet! Yiğit adamdır, mücadele adamıdır, sessiz bir devrimcidir, evet! Balkanlardan Türk cumhuriyetlerine, nerede Türkçe yazan biri varsa haberdardır, dostudur, destekçisidir, evet! O, ülkemizin kültüründen, sanatından, edebiyatından sorumludur, evet! Evet, o bu ülkenin kültür bakanıdır!