Türkiye-Suriye-Filistin geometrisi

Hani, Suriye’de esirler kurtuldu, mülteciler ülkelerine dönüyor ve hasret bitiyor, eli kanlı rejim devrildi, terör grupları eski gücünü kaybetti, pek çoğu bölgeden çekildi, kalanlar da temizlenecek, diyoruz da, peki ya terörist İsrail?! Binlerce Filistinli esir var. Türlü işkenceler görüyorlar. Esirlerin deri ve organları çalınıyor. Hücrelerde aç bırakılıyorlar. Kurtulanlar da ekseri akıl sağlığını yitirmiş oluyor. Filistin ne olacak!?

ÂLEMLERİN Rabbine hamd olsun, Suriye’de işkence odaları yıkıldı… Gören gözler, işiten kulaklar yaşanan acının ve zulmün boyutlarını ölçebilecek bir melekeye sahip değil. 

Bir zamanlar Suriyeli mültecilerin, göçmenlerin ülkemizdeki varlığı üzerine paslı ve küflü bir siyaset yürütenler, bugün Suriyelilerin geri dönüş imkânı bulması üzerinden de yine riyakâr bir tepki mekanizmasını aktive ettiler. Hiçbir zaman Suriyeli mülteciler ortaya atılan sayısal verilerle, muhalif naralara sızdırılan sahte muhasebelerle eşdeğerde değildi. Hiçbir zaman Suriyeli mülteciler Türk insanının yaşam konforuna zayiat verecek bir yayılma ya da imtiyazla bu toprakları acıtmadılar. Ve hiçbir zaman dostane ve minnettar tabiatlarının dışında bir tavrı giyinmediler. 

Bu hakikatleri şimdi yazmanın çok daha kolay ve kârlı olduğunu bile bile bu kadar net ve haklı bir paragraf hâlinde arz edebiliyor oluşum boşuna değil. 

2022 yılında kaleme almaya başladığım “Buralar Kimin? Yusufça” adlı romanımda, tam da bu hakikatleri bütün aykırı nutuklara, eleştirel kalplere ve iftira kimlikli muhalif çıkışlara rağmen haykırmıştım. Ve hatta vaziyet öyle bir hâl almıştı ki, Suriyeli kardeşlerimizin Türkiye’deki varlığı üzerinden kaynak alan nefret söylemleri, sadece Arap ve İslâm düşmanları üzerinde titreşim bırakmakla kalmıyor, Mülk’ün yegâne sahibinin Allah (cc) olduğu hakikatini bütün hücrelerine kadar ezber etmiş imanlı kalplerde de taşikardi hüviyetli bir darabana sebebiyet veriyordu.

Tam da o yıllarda, daha nokta atışı bir saptama ile 2023 yılı seçimleri öncesinde ülkede var edilmek istenen kaosun ve nefretin ayyuka çıktığı bir vetirede, şişirme enflasyonun, artan kira giderlerinin, gıda pazarındaki fahiş fiyatların ülke bütünlüğünü ve istikrarı bozmak üzere kirli ellerce tasarlanıp bina edildiği böylesi bir zamanda, insanların öfkelerini ve memnuniyetsizlik duygusunu çifte kavrulmuş bir raddeye eriştirecek “mülteci karşıtlığı”bütün damarlara zerk edilirken hissettiğim en hükümrân iki hissedişten biri “hayret”, bir diğeri de “başkaldırı” idi.


Filistin’i gündemden düşürmemeli, kendi imkân ve meziyetlerimize göre yazarak, söyleyerek, anlatarak ve sağır sultanların kulak zarlarına hakikatleri haykırarak mücadeleye devam etmeliyiz. 


Ben en çok da bütün olumsuzlukların abartılarak aktarıldığı ve hem dıştaki düşman öbeklerinin hem de içteki hainlerin gayet şuurlu tasarladıkları “yapay ekonomik kriz” ile iliklenen “mülteci sorunu” balonlarını patlatacak bir roman düşlemiştim. Elbette içine art niyet sızdırılmış hiçbir inanış ve kanaatin, hiçbir ikna edici argümanla yön verilebilir olmadığını bilecek kadar feraset sahibiydim. Ama bu başkaldırıya sürükleyen ilk baskın duygumun, “hayret”in varış adresi de bilinçli düşmanlıklardan ziyade, hamakatın dibini sıyıran ve inandığı değerlere bu derece tenakuz gösteren tepkimelerin izdüşümü kalplerdi.

Şöyle demiştim kalemi elime aldığımda: “Bir insan Rahman ve Rahim olan Allah’a inandığı iddiasıyla Müslüman kardeşinin düştüğü mültecilik sıfatına karşı nasıl bu kadar duyarsız ve hatta direnişçi olabilirdi?” Ve daha da hayret verici olanı, bir insan Asr-ı Saadet’e olan muhabbet ve özlemini meclislerde süslü paketlere sarıp da “Ensar ve Muhacirler”in ahlâkından ve İslâmî duruşundan nasıl böyle uzak kalabilirdi? Bu, insanın kendine karşı işlediği bir cürüm müydü yoksa bu, daha da vahim bir saptamayla, inandığı dine karşı tutunduğu absürt bir tavır mıydı?

Her ne isim verilirse verilsin, her ne tanımlama getirilirse getirilsin, müminin kalbinde ve zihninde ezberde durması gereken bilgilerden biri de, sahip olduğumuzu zannettiğimiz ve iddia ettiğimiz hiçbir şeyin sahibi olmadığımız ve yerlerin, göklerin, âlemlerin, görülen ve görülmeyen bütün zerrelerin ancak ve ancak Allahu Teâlâ’nın hâkimiyet ve mülkiyetindeolduğu gerçeğiydi. Ve bütün bunlara rağmen Suriye’de rejimin katlettiği insanların, terör örgütleri arasında el değiştiren topraklarının, dünyadaki büyükbaşlarca(!) talan edilen bir kadim ülkenin tam ortasında yaşam mücadelesi veren kardeşlerimize sağır ve dilsiz kalabilmiş olmak, insanın inandığını iddia ettiği bütün değerlere sadakatsiz olduğu vahametini ayan ediyor. 

Zira hem Suriye’de hem Filistin’de şahit olduklarımız kalbe sığmıyor. Filistin’in yıllarca nasıl bir yokluğa ve işgale maruz bırakıldığı, insanların baskı ve zulümle nasıl yok edildiği, çocukların birer suçlu gibi tutuklanıp esir hücrelerinde tahayyüle sığmaz işkencelere maruz bırakıldığı gerçeği 2023 Ekim’inden önce nasıl ki kulaklardaki paslara takılıp yok olan bir hakikat olarak hiçbir kalbe uğramadıysa, Suriye’deki vasatın normal bir savaş süreci olmadığı, yamyam ve zombi karakterli bir rejim ile onun izin verdiği terör odaklarının ve ABD, İran, Rusya, Avrupa ülkeleri ve daha pek çoğunun köşe kapmaya çalıştığı bir katliam merkezi olduğu şeniyeti de Halep’in kurtuluşuna kadar pek de malûm değildi. 

İşte tam da böyle bir süreçte ve çok daha öncesinde Türk Devleti, hiç kimsenin umurunda olmayan Ortadoğu acılarına merhemler terkip etmeye Bismillah demiş, maddî ve manevî imkânları seferber ederek zulüm gören mümin kardeşlerimizi korumanın/ kurtarmanın gayretine adım atmıştı. Filistin’i abat etmekle meşgulken de kimsenin orada olanlardan haberi yoktu. Türk Devleti Filistin’e hastaneler ve okullar gibi hizmetler götürürken, Filistinlilerin hakkını hem uluslararası meydanlarda hem de Filistin’in tam kalbi olan Kudüs’te, Gazze’de muhafaza etmek için canhıraş bir mücadele verirken, dünyanın geri kalanı Filistin diye bir yerin varlığından ve soylu Filistin bayrağının renklerinden bîhaberdi. Tıpkı Suriyeli mülteciler, kendi ülkelerindeki binbir çeşit düşmandan ve kendi devleti tarafından işkencelere maruz bırakılmaktan kaçıp da ülkemize sığındığında, Devlet’i oy tehdidi ile mültecileri göndermeye zorlayan zihniyetin Suriye’den bîhaber oluşu gibi… 

Aslında bu süreç de kendi içinde nasıl da vasıflı öğretiler barındırıyor! Meselâ bütün bu hengâmı bir cümlelik öğretiye dönüştürecek olsak ilk akla gelen şu olurdu: “Şayet Devlet büyüklerinin Allah yolunda gayret ettiklerine şahitseniz, sizin bilmediğiniz şeyleri bilip de ona göre bir dış politika güttüğü gerçeğini de sindirmelisiniz.” Fakat bu cümleme karşı çıkışı peydah eden ilk duygu benlik ne yazık ki… Çünkü bazı hakikatleri Devlet’in bilebileceği ve yeri, zamanı gelince mesnetlerini açık edebileceği düşüncesi, ekseri siyasetseverlerin egosuna temas edip orada kalıyor, zihnin mantık süreçlerini ve vicdanı yürüten koordinasyon merkezlerine ulaşamıyor. 

Neyse ki Suriye’deki Sednaya hapishanesi (ki aslında esirlerin işkence merkezi) hakikati ile, Devletimizin Suriyeli kardeşlerimize neden bu denli sahip çıktığı ve hatta oy kaybını bile göze alacak kadar ulvî bir mesele bilip de geri adım atmadığı gibi sorular cevabını buldu. Fakat daha cevabı aşikâr edilmemiş eylemler dizisi Devlet ve Millet arasında bilinmeyenli denklemler olarak duruyor ve durmaya da devam edecek. Aslında her sorunun cevabını anı anına alabilme saplantısından vazgeçersek, Filistin’de de uzun yıllardır Türk Devleti’nin nasıl büyük bir gayret ve emek verdiği gerçeği de ileri bir tarihte açığa çıkacak; Devlet’e bu hususta sitemkâr duygular büyüten pek çok iyi niyetli kardeşim de bu hakikatler karşısında “hayret” duygusunun şahikasına erişecek. Her şeyin anı anına milletle paylaşılamaması, Devlet’imizin gayretlerini her kulağın duyması, her aklın idrak etmesi önünde bir engel. Fakat bu engeli kaldırmak için her bilgiye erişmemiz icap etmiyor, bazen de işi ehline bırakıp bazı şeylerin zamana yayılması gerektiğine ve o zamana yayılmış Devlet Aklı mahsulü planların bir bir hayata geçeceğine güvenmek gerekiyor.

Türkiye, Suriye için yıllardır gösterdiği gayreti misliyle Filistin için de göstermekte. Ama bilinmeli ki, bilinmeyenler var. Bilinmeli ki, Türkiye Filistin’in kurtuluşu için büyük bir gayret göstermekte. Suriye’deki gerçekliğin bir zaman sonra ayyuka çıkışı gibi Türkiye’nin Filistin için yaptıkları da elbet gün yüzüne kavuşacak. Bu hususta da Filistin hassasiyeti olan kalpleri Devlet’e güvene davet ediyorum. 

Romanımın kaynak aldığı itici gücün ilk ayağı, mülteci karşıtlığına olan sitemkâr hayretimdi. İkinci duygum olan “başkaldırı” da, Müslümanım diyenin bile Allah’ın mülkünde Allah’ın kullarını istemeyişine bir direniş tutkusuna dayanıyor. Romana başladığım anda basılabilseydi, benim zaviyemden hayata bakan kalplerce dahi Suriyeli mülteci Yusuf’un hikâyesini anlatışım öfkeyle karşılanacaktı. Ama şimdi neyse ki hem Devlet’in Suriye’de yürüttüğü Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı gibi harekâtların ne raddede ehemmiyetli olduğu ve Suriyeli mültecilere kucak açmış bir Devlet’in mensubu olmanın ne büyük bir lütûf olduğu gibi mücevher gerçeklikler, derinlerden yüzeye baş vermiş durumda.   

Çok şükür ki Suriye’de bir katil rejim devrildi. Kendi halkına zulmeden bir baş, ayaklar altına alındı; milyonla insanı mülteci, göçmen statüsüne mecbur bırakan bir pespaye Tiran, zalim bir mülteci olarak tarihe yazıldı. Ve çok şükür ki esirler özgürlüğüne kavuştu, hak sahipleri hakkı olanı almak ve sahip çıkmak için peyder pey Suriye’ye dönüş yapmakta. 

Elbette Suriye’de daha verilecek çok mücadele var. Elbette terör örgütlerinin sinsi bekleyişi, İsrail’in işgal hezeyanları ve ABD’nin Suriye topraklarına bir kene gibi yapışıp kalma ütopyası kenarda beklemede. Şimdi bütün temennimiz Türkiye’nin yöneteceği bir olağanüstü süreçte Suriyeli muhaliflerin sahada galip gelmesi ve sahadaki zaferin masalara da aynıyla sirayet ettirilmesi… 

Suriye, mücadele gerektiren ama bir adım öncesine kıyasla çok daha ümitvar bir pozisyonda, geleceğin inşâ edileceği bir mutena zaman dilimine adım atmış bulunuyor. Sonuç inşallah, Türkiye’nin söz ve eylem sahibi olduğu, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunduğu ve terörden arındırılmış bir Suriye ile Orta Doğu’ya refahın nakşedilmesi olacak. 

Hani, Suriye’de esirler kurtuldu, mülteciler ülkelerine dönüyor ve hasret bitiyor, eli kanlı rejim devrildi, terör grupları eski gücünü kaybetti, pek çoğu bölgeden çekildi, kalanlar da temizlenecek, diyoruz da, peki ya terörist İsrail?! Binlerce Filistinli esir var. Türlü işkenceler görüyorlar. Esirlerin deri ve organları çalınıyor. Hücrelerde aç bırakılıyorlar. Kurtulanlar da ekseri akıl sağlığını yitirmiş oluyor. Filistin ne olacak!?

Şu kadarını not düşmeliyim ki, Türkiye, Suriye için yıllardır gösterdiği gayreti misliyle Filistin için de göstermekte. Sınır komşumuz olmamasının verdiği dezavantajla ve Mısır’a darbe ile iliklenen Siyonist yönetimin yollarımızı tıkaması gibi barikatlarla bu acı uzadı. Ama bilinmeli ki, bilinmeyenler var. Bilinmeli ki, Türkiye Filistin’in kurtuluşu için büyük bir gayret göstermekte. Suriye’deki gerçekliğin bir zaman sonra ayyuka çıkışı gibi Türkiye’nin Filistin için yaptıkları da elbet gün yüzüne kavuşacak. Bu hususta da Filistin hassasiyeti olan kalpleri Devlet’e güvene davet ediyorum. Ama bu güvenin, pasif bir bekleyişe evrilmemesi gerektiğinin de altını fosforlu kalemlerle çiziyorum. Şehid Halid Nebhan’ın vasiyet ettiği gibi Filistin için ne yapıyorsak onu yapmaya devam etmeliyiz.Hatta her gün biraz daha fazla… Filistin’i gündemden düşürmemeli, kendi imkân ve meziyetlerimize göre yazarak, söyleyerek, anlatarak ve sağır sultanların kulak zarlarına hakikatleri haykırarak mücadeleye devam etmeliyiz.