Türkiye’nin müsemmâsı

Nasıl ki asânın müsemmâsı ortaya çıkıp Firavun ve sahte saltanatını yerle bir ettiyse, Türkiye’nin ortaya çıkmaya başlayan müsemmâsı da dünyayı dört bir yandan saran zalim firavunların sonunu getirecektir. Asânın tek ve görünüşte güçsüz oluşu bizi aldatmasın. Asâ tek başınaydı ama koca firavunluğu denize gömdü.

“İSİM” ile “müsemmâ” arasında, bildiğimizin dışında bir anlam alanı vardır. Müsemmâ; basit anlamda, “bir isim ile isimlendirilmiş olan” demektir. Bir diğer anlamı ise, “belirli bir vakit ve zaman”dır.

Ancak isim ile müsemmâ arasındaki bu tanımlar, aklî boyutta kalan tanımlamalardır. Bizim aklî mîrasımız yanında, bir o kadar da irfanî mîrasımız vardır. Bu ikinci mîrasın boyutundan bakıldığında, isim ile müsemmanın, mevcût algılarımızın dışında bir yerde durduğu görülür.

Mevlâna, “müsemmâ”yı, “İsimlerin Hakk katındaki mânâsı” olarak tanımlar. Bu demektir ki, isimlerin bir halk katında, bir de Hakk katında olmak üzere iki mânâsı vardır. Bu durumda birinciye “geçici mânâ”, ikinciye de “hakikî mânâ” diyebiliriz.

Bu bahsi daha anlaşılır hâle getirmek için Mevlâna’nın Mesnevî’de kullandığı bir metafor üzerinden yürüyelim…

Mevlâna’ya göre Hazreti Mûsâ’nın Tuva vadisinde elinde tuttuğu sopanın Hakk katındaki anlamı yani gerçek müsemmâsı “ejderha” olduğu için, sopa, vahyin buyruğuyla yere bırakılınca ejderhaya dönüşüp aslî hüviyetine bürünmüştür. Oysa o zamana kadar bu sopa, Hazreti Mûsâ’ya asâ olarak görünmüştür.

Ancak bir kez aslî hüviyetine bürünen şeyin, adâlet ve merhametin tersine işleyen çarkları kırmadan kınına girmediği malûmdur. Hazreti Mûsâ’nın elindeki sopanın asâya dönüşmesinin hikmeti, sapkın firavunluğun o Hakk ejderhası tarafından yutulmasıdır. O ejderha ilk önce Firavun’un büyücülerinin ürettiği sahte algıları yutmuş, ardından da Firavun’un kurduğu sahte saltanatı yutmuştur.

Asânın asıl işlevi nedir?

Firavun’a hak ve hakikati tebliğ etmektir. Bu hak ve hakikat tebliği muhatap tarafından reddedilirse, asâ işi orada bırakmayıp muhatabın kurduğu dışı yaldızlı ve içi kof saltanatı yerle bir etmektedir.

Bu girizgâhtan maksadımız, sözü Türkiye’ye ve onun müsemmâsına getirmektir. Acaba Türkiye’nin Hakk katındaki anlamı nedir?

Bu sorunun cevabını net verebilmek için, Peygamberimizin tebliği karşısında iki ismin aldığı tutumu izlemekte yarar vardır.

Peygamber Efendimiz, tebliği Ebû Cehil’e de yaptı, Hazreti Ömer’e de. Ancak kavmi içinde zekâsı, cesareti ve liderlik meziyetleriyle temayüz etmiş olan Ebû Hakem, isminin Hakk katındaki anlamı “münkir” olduğu için küfre saplanarak o bataklık içinde boğulup gitti.

Hazreti Ömer de başlangıçta putperestti, ancak Hakk katındaki anlamı “mümin” olduğu için müminlere emir olmak ile şereflendi.

Böylelikle başlangıçta Hazreti Ömer ile Ebû Cehil arasında bir fark yokken, müsemmâları tecelli edince biri münkir, diğeri de mümin olarak adlandı. İkisi de putperestti ama Ebû Cehil’in gidişinde zulme, Hazreti Ömer’in gidişinde ise adâlete meyil vardı. Netîcede adâlete meyil Hazreti Ömer’de mümin, Ebû Cehil’deyse münkir olarak tecelli etti.

Bu ölçütler ışığında Türkiye’ye bakacak olursak, dünyanın bütün ülkelerinden farklı bir yolda gittiği görülür Türkiye’nin. Bu o kadar bâriz bir gidiştir ki, âdeta Hazreti Mûsâ’nın asâsı ile Firavun’un durumunu andırmaktadır. Günümüzde dünyada ne kadar erdemli tavır varsa onu Türkiye, ne kadar erdemsiz tavır varsa onu da diğerleri temsil etmektedir.

Uzağa gitmeye gerek yok. Bu millet “Selçuklu” ve “Osmanlı” isimlerini aldığında, yürüyüşü adâlet ve hakikat istikametine olduğu için müsemmâsı “Hakk kılıcı” olarak zuhur etmiştir. Bu hakikat aşkı bu milletin genlerine öyle nüfûz etmiştir ki, Batı Hunları döneminde bile Attila ve dolayısıyla Hun Devleti’nin müsemmâsı, “Tanrı’nın kırbacı” olarak yansımıştır. O kırbaç yıllarca zalim Roma ve Bizans’ı sırf bu müsemmâdan dolayı dövmüştür.

Türkiye, an itibarıyla Hakk’ın hem kılıcı, hem de kırbacı olarak gerçek müsemmâsını yeniden yüklenmektedir. Zira dünyayı saran zulüm ve şiddet öyle bir noktaya geldi ki Hakk tarafından seçilmiş bir kavim adâleti yeniden ihya etmezse, dünya zulmet çukuruna düşmek üzeredir!

Bu zulme “Dur!” diyecek, Türkiye’den başka bir millet de görünmemektedir. Her meclis ve kürsüde hak ve adâletin çağrısını “Dünya beşten büyüktür” ilkesiyle dile getiren yegâne ülke, Türkiye’dir.

Bir düşünsenize, koskoca dünyada hak ve hakkâniyeti dile getiren Türkiye’den başka herhangi bir ülke yoktur!

Nasıl ki asânın müsemmâsı ortaya çıkıp Firavun ve sahte saltanatını yerle bir ettiyse, Türkiye’nin ortaya çıkmaya başlayan müsemmâsı da dünyayı dört bir yandan saran zalim firavunların sonunu getirecektir.

Asânın tek ve görünüşte güçsüz oluşu bizi aldatmasın. Asâ tek başınaydı ama koca firavunluğu denize gömdü.

Ne kadar benziyor; zulmet sarmalı içindeki dünyada hakikat asâsı gibi tek başına duran bir ülke var, o da Türkiye!

Firavun’un hıncı sonunda asâya yönelmişti. Ancak asâ ne yaptı? Suyu yararak önce yol açtı, ardından o yolu suyla kaplayarak Firavunluğu boğdu.

Şu anda birileri Firavun hıncıyla üzerimize geliyor mu? Evet, geliyor. Peki, mağlûp edebilir mi? Asla edemez! Hak asâsına büyücü çubuklarının galebesi mümkün değildir.

Evet, bu ülke, önünde sonunda dünyayı çepeçevre kuşatan firavunlara galebe çalacaktır. Bu, bir kanun-u İlâhîdir. Bu kanun, Hakk’ın inâyet ve yardımıyla (izniyle) işleyecek ve zafer, zulümden bunalan müminlerin ve tüm insanlığın olacaktır.

Türkiye ayağını yüz yıl sürüdü de ne oldu? Kendisi kaçsa bile müsemmâsı onu bir gölge gibi takip ederek ona ulaştı ve “Ey miskin! Sen Hakk kılıcısın, her zalimliği Hakk emriyle keseceksin” fermanını ulaştırdı. Zulüm ve haksızlıkla cenk etmek, bu ülkenin kaderidir. Kaderindeki bu müsemmâ ortaya çıkmadan, bu ülkeye ölüm yoktur. Ölüm, zulmet ve firavunluk için işlemektedir.

“Biz iki asırdır öldük, biraz da onlar ölsün, biz yaşayalım” vaktidir.

Vesselâm…