
PROF. Dr. Fikret
Başkaya’ya göre, “Cumhuriyet tarihi
sınırsız efsaneler üzerine inşâ edilmiştir” (Başkaya, 1991:71).
Çetin
Altan, bir adım daha ileri giderek, resmî tarihi “yalan” olmakla itham eder.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ideologları, ortaya konulan eseri yüceltirken gerçek
sınırları zorlamışlar, bir “yoktan var etme” sendromunun tesiri altında yeni
bir tarih kurgulamışlardır.
Cumhuriyet’in
ilk inkılap tarihi kitabı yayınlandığında kitabı merakla okuyan, ancak bütün
Kurtuluş Savaşı’nın tek bir kişi üzerine bina edildiğini, kendilerinin yok
sayıldığını gören Kazım Karabekir Paşa, kitabı kaleme alan ilim adamını ziyaret
ederek sitem eder. Karabekir Paşa’yı sükûnetle dinleyen ilim adamı, kayıtsızca
omuz silkerek, “Paşam, bütün dünyada inkılap tarihi kitapları böyle yazılır”
cevabını verir.
İngiliz
araştırmacı Hugh Poulton da Kemalist
tarih yazıcılarının yeni cumhuriyetin öncesi ve sonrasıyla bütün icraatlarını
tek bir adamın dehasına borçlu olarak resmetmekten hoşlandığına (Poulton, 1999:37)
dikkat çeker.
Bu
bakış istikametinde yazılan resmî tarih, Kazım Karabekir ve arkadaşları kadar,
Kurtuluş Savaşı’nın gerçek kahramanlarını da ısrarla gözden kaçırır. Zaman
zaman bir kara propagandayla Kurtuluş Savaşı’nın bu gizli kahramanlarını Halîfe
ve düşman ordusuyla işbirlikçilik yapmakla suçlar. Bu kara propaganda zaman
içerisinde roman ve hikâyelere, televizyon dizilerine ustaca yerleştirilerek
ülkenin kuruluşunda yapıtaşı olan çeşitli dünya görüşlerindeki vatanseverler,
bilhassa dindarlar ve din adamları insafsızca linç edilmeye çalışılmıştır.
Ülkemizin
duayen tarihçilerinden Prof. Dr. Kemal Karpat, ‘Türkiye’de hâlen ‘Tarih nedir, nasıl incelenir, eleştirilir?’ tartışmaları
yerli yerine oturmamıştır” (Karpat, 2008:501) dedikten sonra, “Bizde yapılan, tüm tarihi Cumhuriyet’le
başlatmak, daha önceki geçmişi yok saymaktır. Bu tarih anlayışını kabul
edemiyordum, çünkü Osmanlı Tarihi bir yerde yok oluyor, onun yerine 1923’le
yepyeni bir tarih ortaya çıkıyor. Bu konu beni rahatsız etti. Osmanlı ile
ilgili 600 senelik bir tarih, Batılıların anlattıklarından çok daha kötü
gösteriliyor” (Karpat, 2007:154) tespitini yapar.
Karpat,
“Cumhuriyet tarihini yazan devletçi
elitler, eşrafın Türkiye’nin modernleşmesinde ve demokratikleşmesinde oynadığı
rolü mümkün olduğunca görmezden geldi” (Karpat, 2007:262) ifadesiyle
yapılan yanlışlığa işaret ettikten sonra son noktayı şöyle koyar: “Biz Türklerin üç çeşit tarihi vardır: Bir,
resmi tarih; iki, Avrupalıların yazdığı tarih -ki bu ikisi de şüphelidir-...
Bir de halkın zihninde kalmış, nesilden nesle geçen tarih vardır. Gerçek tarih
işte odur.” (Karpat, 2008:23)
Cumhuriyet’in
kurucusu Atatürk’ün en yakınındaki kişilerden biri olan yaveri Kılıç Ali, hatıralarının
önsözünde “Bu anıları neden yazdım?”
sorusunu sorduktan sonra, “Ardı gelmeyen
Atatürk devrimlerinin gerçek bir tarihi henüz yazılmamıştır. Bu nedenle de,
büyük Türk devriminin mahiyeti hakkında bilim ve tarih açısından önemli
olabilecek hiçbir düşünce şimdiye kadar ileri sürülememiştir. Yazılanlar hep
hikâye türündendir” (Kılıç-Turgut, 2010:7) cevabını vermektedir.
Görüldüğü
gibi Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından biri sayılan bir şahıs bile,
“Yazılanlar hep hikâye türünden şeylerdir” nitelemesinde bulunmaktadır.
Türk
Solunun önemli ismi Prof. Dr. İdris Küçükömer ise, Millî Kurtuluş Savaşı’nın
bize söylendiği gibi “antiemperyalist” bir nitelik taşımadığını, sadece
Yunanlılara karşı yapılan bir savaş olduğunu söyledikten sonra, “Türkiye’nin tarihi bir gün yeniden
yazılacaktır” (Altan, 2001:147) iddiasında bulunmaktadır.
Türkiye’nin
tarihi üzerine ABD arşivlerinde araştırmalar yapan Prof. Dr. Hakan Özoğlu da, “10 yıl boyunca 13 ayrı arşivde erken Cumhuriyet
dönemini çalıştım. Bilinmeyen kısımlarını ortaya çıkarmaya, yanlış bilinenleri
de düzeltmeye matuf bu çalışmada öyle belgeler var ki bizi yakın tarihimizi
yeniden yazmaya zorluyor” (Özoğlu, 2012) demektedir.
Yakın
tarihimizin tartışılan odak noktalarından biri, Atatürk’ün Samsun’a nasıl ve
hangi şartlarda çıktığına dairdir. Bu konuda Kemalist kaynaklar Atatürk’ün
Nutuk’unu merkeze aldıklarından, verilen bilgilerin objektif olmadığı açıktır.
Çünkü
bağımsız kaynaklarda yer alan bilgiler, Nutuk’taki bilgilerden farklı yaklaşımlar
ileri sürmektedirler.
Meselâ
Mehmet Doğan, Mustafa Kemal’e bu görev sırasında birçok imtiyazın verildiğini
şöyle anlatır:
“M. Kemal, Padişah’la
yaptığı görüşme için ise, ‘Adeta Padişahla diz dize idik’ der. Padişahın M.
Kemal’e yolculuk hediyesi, üzerine tuğrası işlenmiş bir altın saattir. Padişah,
Mustafa Kemal’i kendi salâhiyetlerini ona veren ve bir nevi padişah vekili gibi
hareket etmesini temin eden bir ferman-ı hümayun ile de techiz eder. Tahsisat-ı
mestureden ve hazine-i hassadan külliyetli miktarda para verilir. Mustafa Kemal,
maiyetini kendisi seçme imkânına da sahip kılınmıştır. Sırf Mustafa Kemal Paşa
ve maiyetine bu özel görev için bir gemi tahsis edilir.” (Doğan, M., 2005:33)
İsmet
Bozdağ da Atatürk’ün “Sultan Vahdettin’in yaveri” olduğunu, Erzurum Kongresi’ne
“Hazret-i Şehriyari kordonlarıyla” geldiğini, Samsun’a doğru yola çıkmadan bir
gün önce “sarayda Padişah’la yemek yediğini”, ertesi sabah da “içeriği net
olarak söylenmeyen” görevin kendisine verildiğini anlatıyor.
Bozdağ, Mustafa
Kemal’e verilen “gizli” görev yanında, tanınan yetkilerin de, Osmanlı tarihi
içinde yalnızca Köprülü Mehmet Paşa’ya verildiğini öne sürüyor. Çünkü Mustafa
Kemal’in Samsun’a yolculuğunda sadece askerî değil, sivil müesseseler de emrine
veriliyor
(Altan, M., 2001:158).
Genelkurmay
ATASE Arşivi’ndeki bir belge, bize Mustafa Kemal Paşa’nın yanında hiç de
azımsanmayacak büyüklükte bir “karargâh” götürdüğünü göstermektedir. Bu belgeye göre, Bandırma vapuruna 20
subay, 5 memur, 50 küçük subay ve 51 de silahsız küçük subay bindirilecek,
yanlarına 17 binek hayvanı, 49 katır vesaire ile 4 tane de otomobil
verilecektir (Türkmen, 2010:146).
Mustafa
Kemal’e devletin örtülü ödeneğinden bin altın lira da peşin olarak verilir. Bu
ödemeyi yapan, dönemin Dâhiliye Nazırı Mehmed Ali Bey, Mustafa Kemal’i Samsun’a
giderken uğurlamaya gidenler arasındadır. Mustafa Kemal’e devletin örtülü
ödeneğinden bin altın lira da peşin para veren dönemin Dâhiliye Nazırı Mehmed
Ali Bey, sonradan 150’liklerden ilân edilince tabiî olarak kendisini savunacak
bir vaziyeti de kalmaz.
Batı
Cephesi Komutanı Ali Fuat Cebesoy’un naklettiğine göre de, M. Kemal, 3’üncü Ordu Müfettişliğine atanırken İsmail Fazıl Paşa ile
Mehmed Ali Bey’in rolleri anlaşılıyor. Atanma rolü dışında Mehmed Ali Bey’in,
Dâhiliye Nezareti örtülü ödeneğinden bin altın lirayı da M. Kemal’e tahsis
ettiği bilinmektedir. Rauf Bey’in anılarında yazdığına göre, M. Kemal Samsun’a
giderken uğurlamaya gelenler arasında Mehmed Ali Bey de varmış. M. Kemal’in
İsmail Fazıl Paşa’nın çevre ilişkilerini iyi değerlendirdiği, ikna edici ve
etkileyici kişiliği olayların gelişiminden anlaşılmaktadır (Cebesoy, 2007:33-34).
İnkılap
tarihlerinin kötü adamı Sadrazam Damat Ferit Paşa da Mustafa Kemal’e görevi
sırasında tam yetkili olduğunu defalarca tekrarlar. Sadrazam Damat Ferit Paşa, yolculuk öncesi Mustafa Kemal’i kabul etmiş
ve kendisine tam yetki verdiğini bir kere daha tekrarlayarak, “Bir isteğiniz
olursa, doğrudan bana bildirin. Hiç gecikmeden yerine getirileceğinden emin
olabilirsiniz” der. (Doğan, M., 2005:32)
Nitekim
İsmet Paşa, yıllar sonra Sadrazam Damat Ferit Paşa için şu ezber bozan izahatı
yapar: “Hain olmak başka, yanlış düşünmek
başkadır. Damat Ferit bir manda idaresine taraftardı. Çünkü Türkiye’nin
bütünlüğünü ancak bu şekilde koruyabiliriz düşüncesindeydi. Yeniden bir millî mücadeleyi
göze alamıyordu. Bu fikir yanlış olabilir. Ama hainlik değil. Ama bir sadrazama
‘Haindir’ diye söylemeyi doğru bulmuyorum.” (Bozbeyli, 2009:240)
Sadrazam
Ferit Paşa, Samsun’a çıktığı için Mustafa Kemal’i kutluyor ve başarı diliyordu. 22 Mayıs’ta Mustafa Kemal, İstanbul’a şu
telgrafı çekiyor: “Millet tek vücut olup millî hâkimiyet esasını ve Türklük
duygusunu amaç edinmiştir.” (Dilipak, 1989:42)
Hâl
böyle olunca, yakın tarih, dönemin aktörlerinin dahi kendi aralarında yeterince
ittifak edemedikleri bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. O kadar ki,
Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından bir generalin anlattığı tarihi, başka
generaller dinlerken hafife alarak alay etmektedirler.
Atatürk’ün naaşının
Etnoğrafya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledilmesi münasebetiyle İnci Sineması’nda
bir anma töreni düzenlenmişti. Fahrettin Altay Paşa, burada konuşurken önümde
oturan ve onunla aynı yaşta görünen iki emekli general birbirlerine, ‘Boş buldu
meydanı, atıyor gene’ diyorlardı.” (Hatemi, 2010:396)
Bütün bu vaziyet, objektif tarihî gerçekleri ortaya koymanın artık açık bir zaruret olduğunu göstermektedir.