Türkiye’nin Çözüm Ajandası (4): Hazîne, mâliye ve ekonomiyi yönetmek

Dış mihrakların yoğun bir döviz manipülasyonu atağıyla karşı karşıya olduğumuzu kabul ettik. Ancak bunun ismini koyarken Hükûmetimize yakın duran entelektüeller, uzmanlar ve köşe yazarları dahi “kriz” kelimesini kullandılar. “Kriz” kelimesini kullanmak istemeyenlerse “operasyon” kelimesine yöneldiler. Hâlbuki “kriz” kelimesi zaten yenilgiyi kabullenmek iken, “operasyon” kelimesi de halkta askerî çapta bir saldırı düşüncesi oluşturduğu gibi, üzerinde hâlâ kolaylıkla ameliyat yapılabilecek bir ülke olduğumuzu yeniden düşündürdü.

AJANDA Yayınlar Grubu olarak iki yüzü aşkın insanın bir araya getirdiği “Türkiye’nin Çözüm Ajandası” serimize dördüncü dosyamızla devam ediyoruz.

Paradan vergiye, bütçeden yatırıma birçok alt başlığı bulunan hazîne yönetimi, maliye ve ekonomi politikaları hususundaki ortak tespit ve önerilerle dolu bu çalışmada, ülkemizde var olagelen bazı iktisâdî tanımlamaların yanlış algılar üzerine bina edildiğini ve bu yanlış algılar nedeniyle ülkemiz ekonomisinin piyasa ve halk nezdinde kırılgan hâlde göründüğünü izah ederken, bu manipülatif algı zemininden kurtulmanın ilk yolunun iktisat politikaları oluşturmanın yanında sosyolojik çözümlemelerden geçtiğini ifade etmeye çaba gösterdik.

***

Tespitler

Konuya “kriz” gözüyle bakmanın zararı

Enflasyon konusunda yapılan manipülasyonlar netîcesinde, piyasaya karşı elde edilen gelirin dengesiz kaldığı konusunda hissedilir bir görüntü ortaya çıktı. Bu anlamda yukarı çekilen piyasa fiyatları, enflasyondan faiz oranlarına değin olumlu yöndeki önemli gelişmelere rağmen geri çekilmedi. Bu konudaki tercih, devletin değil, piyasayı oluşturan faktörlerin elindedir. Halktaki algı bu yüzden, maaş zammı oranlarının gerçek enflasyonu telâfi edemediği yönündedir.

Türkiye’de hazîne müessesesi, “yap-işlet-devret” projeleri çerçevesinde mevcut hâli ile tartışılmaktadır. Bu konu üzerinden kolaylıkla siyaset-ihale-rant üçgenleri çizilmekte, mesele avantajlarıyla değil, sadece dezavantajları ile konuşulmaktadır.

Adına teknik anlamda “kriz” denilmese de “kriz” sözcüğünün 2001 yılında fazlasıyla bilinçaltına işlemesi, bugünün ve Hükûmetimizin en büyük handikaplarından biridir. Enflasyon ve işsizlik probleminin çift haneli bir sayıda seyretmesi ihtimâli dahi bu bilinçaltının işleyişi sebebiyle “kriz” nitelemesiyle algılanmaktadır.

Ekonomik sıkıntıların bir kalemini de bugün mülteci kaynaklı nedenler oluşturmaktadır. İşveren, mülteci işçi çalıştırarak sigorta primi ödemekten kurtulduğunu zannetmekle beraber, ülkemiz istihdam düzeyinde de önemli bir gerilemeye sebep olmakta, vergi kaybına kapı aralamakta, hattâ kolaylıkla kaçağa davetiye çıkarmaktadır. Mültecilerle ilgili yapılan diğer detaylı spekülasyon ve hattâ provokatif/manipülatif hamlelerin yanında vergi vermemeleri, hattâ ev kiralarında dahi yükselmeye sebep olmaları, “Madem Hükûmet buna izin verdi, öyleyse baş sorumlusu odur!” minvâlinde bir tutuma dönüşmektedir.

Dış mihrakların yoğun bir döviz manipülasyonu atağıyla karşı karşıya olduğumuzu kabul ettik. Ancak bunun ismini koyarken Hükûmetimize yakın duran entelektüeller, uzmanlar ve köşe yazarları dahi “kriz” kelimesini kullandılar. “Kriz” kelimesini kullanmak istemeyenlerse “operasyon” kelimesine yöneldiler. Hâlbuki “kriz” kelimesi zaten yenilgiyi kabullenmek iken, “operasyon” kelimesi de halkta askerî çapta bir saldırı düşüncesi oluşturduğu gibi, üzerinde hâlâ kolaylıkla ameliyat yapılabilecek bir ülke olduğumuzu yeniden düşündürdü. Hükûmetimize yakın duran medya, sürekli kullandığı “dış mihrakların saldırıları” söylemiyle bu endişeyi arttırdı.

Kriz ve operasyon düşüncesi tabanda karamsarlığa sebep olurken, her zaman olduğu gibi sermaye sahipleri ve kriz fırsatçılarına gün doğmuştur.

Ekonomi alanında, tartışmalara rağmen büyüyen bir ekonomi mevcût olsa da “halktan kısarak ya da bazı bedellerin halka ödetilmesi” düşüncesiyle hareket edilmesi, halka hizmet anlayışının uzağında kalmaktadır. Bu algıyı yönetense bizzat dış mihrakların dizginlediği işbirlikçilerdir.

Akademik anlamdaki iktisâdî düşünce yetersizliği

Akademi, İslâm’ı merkez alan bir ekonomi modelini günümüze uyarlayamamıştır ve hâlihazırdaki model(ler) karşısında âcizdir. Ticarî İlimler Akademisi, “İktisat Fakültesi” başlığı altında ezilmiştir. Ve günümüz Türkiye’si, tüm varlığıyla buna muhtaçtır. Zira Türkiye’den yayılacak bir adil düzen kokusu, Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalarda, dolayısıyla tüm insanlık nezdinde hasretle beklenmektedir.

İslâm merkezli model geliştiremeyen akademi sebebiyle, şebekeleşmiş ulusal ve uluslararası tüm çevreler, faiz düşmanlığımız ile alay etme yoluna giderek “kriz” algısını tırmandırmaktadırlar.

Dış mihraklar ve işbirlikçilerine göre faiz artarsa, insanlar harcamalarından kısarak tasarruf yaparlar ve bankalarda fon oluştururlar. Böylece piyasada para azalacağı için talep düşer ve beraberinde de enflasyon düşer. Bu algıyı oluşturmaksa, kurulu kara düzenlerinde çok kolay görünmektedir.

Günümüzde dijital bankacılık işlemektedir ve bankalara yatırılan paralar reel piyasalardan çekilmiş değildir. Aksine, bankalara yatırılan paralar, teknolojik gelişmeler dolayısıyla alışverişte fizikî paraya ihtiyaç olmadan ve ânında kullanılabilmesi dolayısıyla kaydî para olmaktan çoktan çıkmıştır. Artık bankalar kaydî para değil, kullanılabilir (reel) para imajı vermektedir. Bu da sürekli olarak piyasanın “Para yok” söylemini güçlendirmekte, başkasının parasıyla alışverişin gerçekleştiği düşüncesini arttırmaktadır.

Ayrıca katılım bankası düşüncesi ülkemizde anlaşılamamıştır.

İnşaat ve üst yapı esaslı yatırım, bu kulvardan istifade edemeyenleri de etkilemektedir. Bu nokta göstermektedir ki, şu an ekonomimizi, borçlanma kredileri üzerinden işleyen bir “müteahhit barajlı etki” yönlendirmektedir.

*** 

Tavsiyeler

Özellikle ekonomik krizin baş gösterdiği ve kurun sürekli artış eğiliminde olduğu bir ekonomik ortamda ABD gibi bir fili doğru tanımlamalı ve sadece Cumhurbaşkanı nezdinde açıklamalar yapılmalıdır. Diğer bakanlık ve kurumlar nezdinde yapılan açıklamalara izin verilmemelidir. Ekonominin de diplomasisi vardır ve bu diplomasiyi yürütecek güç, Hazîne ve Maliye Bakanlığı’mızda mevcûttur.

İnşaat ve üst yapı esaslı yatırımın, bu kulvardan istifade edemeyen insanları da etkilemesi önlenebilir. Ekonomi, borçlanma üzerinden işlerlik görüntüsünden kurtarılabilir.

“Yap-işlet-devret” modeli tekrar gözden geçirilebilir; mâliyetler ve müteahhitlere verilen taahhütlerin vatandaşı etkilemesi engellenebilir.

Kamu kaynakları ile şirketler, hattâ spor kulüpleri kurtarılmamalı, yapılandırma üzerine yapılandırma şeklindeki borçtan kaçınma hilesine başvuranlara yaptırımlar getirilmeli ve TMSF, ikinci yapılandırma başvurusuna yönelen şirket ve tâcirlere el koymalıdır.

Kamunun vatandaşa yapacağı ödemeler için de bir tarih belirlenmesi ve gecikme durumunda kamunun da gecikme bedeli ödemesi sağlanmalıdır.

Vergide adalet, gelire göre oranlanmalıdır. Bunun en kolay yolu, zekât kurumunun doğrudan, hiçbir tarafına dokunulmaksızın uygulanmasıdır. Zekât, kaçırılması durumunda üzerine savaş açılmış bir müessesedir ve bu yüzden de zekâttan, diğer deyişle vergiden kaçan, kaçıran, kaydın dışına çıkmaya çalışan, “Vatana İhanet” suçu ile değerlendirilmeli ve bu, asla sınıf ayrımına tâbi tutulmamalıdır.

Ekonominin temeline adalet taşını yerleştirmeli ve “sınıf” diye sayılan tüm sosyete argümanları ayak altına alınarak zengin hakkında işleyen iktisat hukukunun işleyişi önlenmelidir.

Dolaylı vergiler azaltılabilir, ücretler üzerindeki vergi yüklerinde indirime gidilebilir. Başta spor kulüpleri olmak üzere büyük işletmeler lehine yapılan vergi affı, vergi indirimi ve düzeltme gibi uygulamalara son verilebilir.

Bütçe konusunda kısıtlamaya gidilerek yapılacak en yüksek kamu harcamaları, “yüksek teknoloji, aile, bilim, eğitim ve kültür” alanına yönlendirilebilir.

Açıkta kalmış ve günümüz piyasa etkisi sebebiyle satılamamış konutların/işyerlerinin, fırsattan istifade ederek kelepir ücretlerle satın almaya çalışan ve kendisine ait konut ve işyeri olan kimselere satılması engellenmelidir. Bu konut ve işyerleri, düşük gelirli ve kirada olan kimselere, yeni bir işe girişecek müteşebbislere uygun ödeme koşulları ve peşinatsız şekilde satılabilir. 

Sembolik olarak milletvekillerinin sadece bir ay bile olsa maaş almaması, makam araçlarının doğru kullanılması ve bunun yanında Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve bakanlıklardaki -üzerine manipülasyon ve provokasyon yapılan- harcamalarda özellikle gösterilen bir azaltma yoluna gidilebilir.

Devlet eliyle faiz, şans oyunları, alkol üretimi, dağıtımı ve satışından acilen el çekilmeli, bu yollarla hazîneye gelir akışı durdurulmalıdır.

“Kriz” ve “operasyon” gibi kelimeler yerine “hamle” kelimesi kullanılarak, “Nasıl biz hamle yapıyorsak onlar da hamle yapacaklar, onlar hamle yaptıklarında ise biz de hamle yapacağız ve sonunda Allah’ın izniyle muzaffer olacağız” tonunda bir izahla görüntü yumuşatılabilir. Bunun en güzel örneği geçmişte, “Bu kriz, tüm dünyayı ilgilendiren bir malî krizdir ve ülkemizi teğet geçmiştir” açıklamasıyla verilmiştir.

Hazreti Yûsuf, Kur’ân ile de sabittir, kendisine azizlik verildiğinde, “Beni hazîneden mesul kılınız, ben onu yönetmeyi bilirim” diyerek göreve talip olmuş ve erdemine güvenilerek vazîfeyi almıştı. Elbette her konuda iş ehline verilmelidir, ancak özellikle hazîne ve mâliye, genel anlamda ekonomi ekseninde bir görev, kendisine talip olana verilmeli ve onun bu isteği tüm kamuya ilân edilmelidir. Böylece halk, öncelikle hangi ismin doğrudan sorumlu olduğunu bilebilir.