Türkiye ne olmalı?

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın bugünlerde beyan ettiği konuşmalarından anladığım, hukukun, ekonominin, eğitimin ve kültürün mevcût hâlinden hiç memnun olmadığı ve değiştirmek hususunda kendisinin kesinlikle kararlı olduğu… Bu kararlılık son derece önemli! Öyleyse ne yapılacak? Bir başka ifadeyle, neyi nasıl değiştirip ne yapacağız?

ŞU şekilde bir yaklaşım var: En yoğun görüştüğünüz beş kişinin ortalaması gibisinizdir…

Böyle bir yaklaşımın ülkeler ve toplumlar için de olup olmadığını bilemiyorum; atasözümüzdeki “Üzüm, üzüme baka baka kararır” hakikatini dikkate alırsak, ülkeler ve toplumlar da yoğun ilişkileri olan diğer ülke ve toplumlardan kaçınılmaz olarak etkileneceklerdir.

Böyle bir durumda şöyle bir soru oldukça önemli bir hâle geliyor: Acaba yoğun ilişkimiz olan Rusya Federasyonu, Pakistan, Libya, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Makedonya, Bulgaristan ve Ukrayna ülkelere benzer miyiz veya benzemeli miyiz?

Bu sorunun dolaylı sorusu da şu: O ülkeler de başka ülkelerin kendilerine mi benzemelerini isterler, yoksa onların da benzemek istediği ülkeler var mıdır?

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın bugünlerde beyan ettiği konuşmalarından anladığım, hukukun, ekonominin, eğitimin ve kültürün mevcût hâlinden hiç memnun olmadığı ve değiştirmek hususunda kendisinin kesinlikle kararlı olduğu… Bu kararlılık son derece önemli!

Öyleyse ne yapılacak? Bir başka ifadeyle, neyi nasıl değiştirip ne yapacağız?

Yoğun ilişkimiz olan Rusya’dan ekonomik iş ve işlemlerini, Pakistan’dan kültür hizmetlerini, Libya’dan adâlet hizmetlerini, Azerbaycan ve Ukrayna’dan da eğitim hizmetlerini alıp aynen uygulamak fikri bana çok sıcak gelmedi. Doğrusu bu sahalar, yoğun ilişkimiz olan ülkelerde maalesef bizimkinden daha iyi değil. Kendilerinin de değiştirmek istedikleri konusunda bir kanaatim var. Cellâdımıza âşık olup emperyalist pençelerini ensemize ha batırdığını, ha batıracağını düşündüğümüz Batı ülkelerini mi kendimize örnek almalıyız?

Son dönemdeki Covid-19 sürecinde yaşananlar yahut toplumsal özellikler her ne kadar Batı’nın da durumunun harika olmadığını gösterse de dünyadaki diğer ülkelerle mukayesede birçok sahada iyi olduklarını görüyoruz.

Şimdiye kadar, “Batı’da ne varsa hepsini alalım” anlayışıyla hareket etmiş olan bir Türkiye Cumhuriyeti gözlemledik. Bu yöntem de bize herhangi bir fayda getirmedi. Nefsimize ağır gelen kalite, sistem kurma, disiplin, kurallara uyma, kuralların sonucuna katlanma ve pek tabiî ki çok çalışma gibi Batı özelliklerini değil de gece hayatlarını, tüketim alışkanlıklarını, yeme-içme davranışlarını çoğunlukla ülkemize transfer etmek şeklinde gerçekleşti bu.

İyi de, Batı'yı emperyalist olduğu ve yoğun ilişkide bulunduğumuz ülkelerin durumu da bizden daha iyi olmadığı için örnek almayacağız da uzaydan mı bulacağız kendimize bir örnek?

Taraf veya karşıt olarak değil, ihtiyacımıza uygun, doğru olan ne varsa ister dostlarımızda, isterse emperyalistlerde olsun tereddüt etmeksizin almalıyız. Burada temel sorun, ezbere değil de gerçekten ihtiyacımızın ne olduğunu ve hangi çözümün ihtiyacımıza tam olarak tekabül ettiğini bilmektir. Bunun için de tek yol, güven içinde, samîmiyet ve dürüstlükle yapılacak “meşveret”tir.

Meşverette dürüstlük ve samîmiyet ilkesine aykırı düşenlerin ve güven zeminini zehirleyenlerin gözlerinin yaşına bakmamak lâzım. Eskiden söylenen, “Böylelerini Taksim Meydanı’nda sallandıracaksın” tavrına karşılık gelen neyse, öyle yapacaksın!

Birkaç eylem plânı önermek gerekirse...

Hukukta adâlet ve adâletin ayrılmaz özelliği olarak hız meselesini aşmamız lâzım. Kamu kuruluşlarının kendilerine iletilen sorun, talep, eleştiri, bilgi konularında hem hızlı, hem şeffaf, hem doğru, hem de yapıcı işlemlerin olması mecburîdir. Bunların detayları çok fazla…

“Sadece detayları fazla olsaydı yüreğim yanmazdı” diyebileceğimiz bir konuyu da zikrediverelim: Bu işleri görecek kişilerin seçilmesi de devasa bir meseledir!

“Ehliyet, liyakat” gibi sloganik ifadeler de kullanmak bizlere yakışmaz. Elbette şunun farkındayız: Görevlere, mâkâmlara talip olan herkesin ehil veya lâyık olmadığı gibi bir düşüncede değiliz. Üstelik bunlar, ehil ve lâyık olduğuna dair sizi ikna etmek için âdeta icatlar yapıyorlar. Tâ ki vazîfeyi üstlensin, o vakit her şey ortaya çıksın. Kaldı ki, anlaşılıncaya kadar, diğer çalışanlar arasında, “Bu kişi bile bu göreve getirildiyse ben hayli hayli ehil ve lâyığım” görüşü yayılıveriyor. Bunun için de birtakım çâre bulmak şart!

Tüm bunlardan sonra, Türkiye’nin ne olması gerektiği, sanırım ortaya çıkmıştır. Vatandaşlarının kendilerini değerli hissettikleri, potansiyellerini rahatlıkla açığa çıkarabildikleri, huzur, refah, güven, hakkâniyet içinde bir ülke olmalı Türkiye.

Bizlere düşen, bu amaca yönelik her türlü katkıyı yapmaktır. “Efendim, bunu falan görüştekiler değil de biz yapmalıyız” veya “Bunu benden başkası yapamaz” yahut da “Yeni durumda önce kendimi kurtarayım da diğerlerinin birkaç tık üstünde olayım” gibi duygu ve düşüncede olanlar, herhâlde başkalarının da aynı şeyleri söyleyebileceklerini düşünecek kadar zekidirler. Eğer bunu göremiyorlarsa, ülkemizin, milletimizin istikbâlini düşünenler olarak bu tiplere çok kısa zamanda öğretmeliyiz. Farkındayız ki, hep beraber iyileşmeden ferdî olarak da iyileşilemez.