OKUYACAĞINIZ bu dosyanın hazırlandığı süreçte birbirini izleyen öyle çok gelişme o kadar hızlı şekilde cereyan etti ki kaçırmamak için ince eleyip sık dokuduk, her detaya ulaşmaya çalıştık. Zira hız, zamanın ne denli aleyhimizde işlediğinin adeta deliliydi. Evet, topladığımız verileri işlemek bakımından zaman aleyhimizeydi. Ancak yine zamanın Türkiye’nin, Türk Devleti’nin bütün varlığıyla lehine işlediğini de aynı verileri toparlarken işlediğini fark ettik.
Bu gelişmelere geçmeden evvel, Türkiye’nin Ankara’da, Ankara Emniyet Müdürlüğü bünyesinde yaşadıkları üzerinden içeride nasıl bir gerilim hattına çekilmeye çalışıldığını görmek gerektiğini belirtmemiz lâzım. Çünkü Türkiye’nin FETÖ’ye ve Devlet’e çöreklenmeye kalkışan bütün paralel yapılanmalara karşı verdiği mücadeleyi hâlâ anlamayan, anlayamayan yahut anlamazlıktan gelen ciddî bir etkili ve yetkili kadro var. Bu kadro, bir problemler dizisinin derin kaoslara dönüşmesi için, aynı zamanda da bütün süreçlerin sonunda nihaî iktidarı ele almak üzere çoklu bir satranç oynuyor.
Bu satranç sırasında aynı kadro, ana akım ve sosyal açıdan bütün medyayı iki şekilde kullanıyor: İlk kullanım yöntemi, medya ile algı oluşturmak ve kamuoyunu kendi istediği biçimde konuşturmak. İkinci kullanım yöntemi ise bilgiye ulaşımı engelleyerek konuşulmasını engellemek.
Bu süreci işlemeye, belki daha doğru tabirle bu süreç tarlasını sürmeye niyetli dış servisler ve içerideki bağlantıları, belki de yıllardır hamle yapmadan evvel uzun süre düşünen ve düşünürken bekleyen Türk Devleti’ni ilk kez bu kadar seri, atak ve hırçın görüyorlar. Bu anlamda korku bacayı sardı.
Peki, Türk Devleti’nin bu kadar seri, atak ve hırçın tavrının sebebi nereden kaynaklanıyor? Bunu elbette kestirmek güç. Ancak okuyacağınız dosyayı da hazırlarken bizim fark ettiğimiz ve düşüncemizi yönlendiren birkaç detay, bir adamlar birliği olan ihtiyar kengeşinde bulunanlardan birinin fikrinde ve liderliğinde karar kılındığını gösteriyor. Yani “Devlet ebed müddet” diyen ihtiyarlar arasında biri, diğerlerine sahibi olduğu kutla öncü gelmiş olabilir ve bu ihtimalle birlikte Türk Devleti’nin rotası çizmek tartışması ortadan kalkmış olabilir. Hani başkanlık sistemine geçmeden evvel yürütmede ikilik, üçlük, koalisyon hükümetleri sırasında dörtlük, beşlik oluyordu da başkanlık sistemiyle bundan kurtulup hıza kavuştuk ya, bu konu da o duruma benziyor.
Ve Türk Devleti içerideki bu gelişmelerde karşısına çıkan her unsuru, iki yanı keskin kılıç misâli kınından çıktığı gibi buduyor. İki yanı keskin kılıcın diğer yanı, kınından çıktığında içeridekilerle birlikte dışarıdakilere de dokunuyor. Bu dokunuştan korkan doğudaki ve batıdaki unsurlar, Türk Devleti’nin kendi yanında yer alması için elinden geleni ardına bırakmıyor. Bunu gören her unsur, yanında yer alması için Türk Devleti’ne iltifat cümlelerini rezervlerken, iftira cümlelerini de piyasaya sunuyor. Öyle ya, İran’daki Akhundların lideri Ayetullah Ali Hamaney’in sözde Tahran’daki kitap fuarını ziyaret etmesi ve aslında İtalyan bir yazar olan Ignazio Silone’ye ait olup İtalyan sosyalistlerinin faşizme karşı mücadelesini anlatan “Ekmek ve Şarap” adlı kitabı elinde tutmasına rağmen söz konusu kitabı “Yunanların Türkler aleyhinde yazdığı bir kitap... Türklerin Rumlara yaptığı zulmü çok güçlü ve etkileyici bir şekilde anlatıyor” şeklinde tarif etmesi, bu duruma güzel bir örnek. Peki, Hamaney niçin bizzat böyle bir hamleye girişmiş olabilir?
Bu sorunun cevabını, Türklerle Yunanların geçmişten bugüne kısa bir tarihçesine bakarak çıkarmaya başlayalım…
Türk Devleti içerideki gelişmelerde karşısına çıkan her unsuru, iki yanı keskin kılıç misâli kınından çıktığı gibi buduyor. İki yanı keskin kılıcın diğer yanı, kınından çıktığında içeridekilerle birlikte dışarıdakilere de dokunuyor.
Yunanlara Türkler mi zulmetti, Persler mi?
Önce Osmanlı dönemiyle resmiyet kazanan Türk-Yunan ilişkilerine (1299-1922) bakalım. İstanbul’un Fethi ile başlıyor bu süreç. Yani 1453 ile… Osmanlı İmparatorluğu’nun Konstantinopolis’i (İstanbul) fethetmesiyle Bizans İmparatorluğu sona erdi. Aslında bu fethe yani Bizans’ın sıkıştığı küçücük İstanbul parçasına kadar Osmanlı, bugünkü Yunanistan yarımadasını neredeyse bütünüyle topraklarına katmıştı. Dolayısıyla hem İstanbul Fethi öncesinde, hem de sonrasında Osmanlı üzerinden Türkler ile Yunanlar ve Rumlar arasında aynı yurdun farklı bakiyeleri olarak doğrudan bir hukuk vardı. 1830’da Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmasının ardından ülkeler arası hukuk doğdu ve bugüne kadar gelen ilişkiler süreci işlemeye başladı.
Aslında Anadolu topraklarında ve Maveraünnehir’de Türkler, Yunanlar ve Rumlar daha da geçmiş tarihlerde yan yanaydılar. Onların birlikteliğini kuvvetlendiren etkenlerse genellikle doğudan gelmişti. Bunların ilki Persler, ikincisi de Moğollardı. Moğolların istilâ sürecinde Anadolu daha çok Türk yurdu olarak biliniyordu fakat eski Bizans hâkimiyeti ve Anadolu’nun bütün şehirlerindeki Rum varlığı yine kendisini koruyordu. Zira Selçuklu Dönemi’nde de, Beylikler Dönemi’nde de, Osmanlı Dönemi’nde de diğer etnik kimliklere ilişilmediği gibi Rum ve Yunan kimliğine de kastedilmemişti. Moğollardan evvel Anadolu’yu ve Kuzey Balkanlar ile Kuzey Afrika arasında Eski Yunanistan’ı işgal eden Persleri bütün tarih kitapları yazıyor, Yunan varlığını ortadan kaldırmak üzere Perslerin nasıl bir politika izlediklerini kaydediyor. Öyle ya, aynı Pers derin yapısı Aleksander’i (Büyük İskender) etkisi altına almıştı da aynı tarih kitapları onu da kaydetmişti.
İçinde bulunduğumuz ilişkiler manzumesini şekillendirense 1897’deki Türk-Yunan Savaşı oldu. Girit Adası üzerindeki gerilimler nedeniyle çıkan savaş, Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanmıştı. Ancak 1912-1913 Balkan Savaşlarında Osmanlı İmparatorluğu, toprak kayıplarına uğradı. Yunanistan, Ege adalarıyla birlikte ve Selânik’i kazandı.
1919-1922 Türk Kurtuluş Savaşı sürecinde Yunanistan, İzmir’i işgal etti, ancak Kuvva Birlikleri tarafından mağlûp edilmişti. Bu savaş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Türk-Yunan devlet ilişkilerini dizayn edense Lozan Antlaşması (1923) oldu. Türkiye ve Yunanistan arasında sınırlar böylece belirlendi ve “nüfus mübadelesi” eğreti işlem de bu anlaşma üzerine yapıldı. Yaklaşık 1 buçuk milyon Rum Ortodoks Türkiye’den Yunanistan’a, 500 bin Müslümansa Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etti. Üzerine, Yunanistan’da kalan Türkler (Müslümanlar) anlaşmaya dayanan yasalarla “Yunan” sayılarak Yunan Hükümeti’nin tasarrufuna doğrudan bırakılırken, Türkiye’de kalan Yunanlar ve Rumlarsa “Azınlık” kabul edilerek ayrıca haklarla muhafaza edildi.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Kıbrıs Sorunu patlak verdi. Yunanistan, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını (Enosis) desteklerken elbette Türkiye buna karşı çıktı. 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu ancak Türk ve Rum toplumları arasındaki gerilim devam etti. 1974’te, EOKA adlı Rum menşeli terör örgütünün soykırım odaklı katliamları ve Kıbrıs’ta Rumlar tarafından yapılan darbe üzerine Türkiye, adaya müdahale etti. Bu müdahaleyle adanın kuzeyinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) kuruldu.
1980’ler ve sonrasında Ege Denizi’nde kıta sahanlığı, hava sahası ve FIR hattı (uçuş bilgi bölgesi) konularında gerilimler yaşanırken, 1996’da Kardak Krizi yaşandı. Ege Denizi’ndeki Kardak kayalıkları üzerinde çıkan kriz, yorumlara göre iki ülkeyi savaşın eşiğine getirdi. Ancak durum bugünkü gibi o gün de bambaşkaydı. Savaş istenmiyor, kaostan beslenmek iştahı yeni gerilimler doğuruyordu.
28 Şubat post-modern darbesi sonrasında değişen Türk Hükümeti’ne 1999’da Avrupa Birliği adaylığı sürecinde Yunanistan destek verdi. 2010’larda ise tekrar Ege Denizi’nde deniz yetki alanları, enerji kaynakları ve mülteci krizi gibi konular nedeniyle gerilimler yaşandı. 2007-2020 arasında ekonomik bataklığa saplanan Yunanistan, 2020’de Türkiye’nin lider ve büyük devlet olma yolundaki atılımlarına karşı hazırlık gösteremedi ve hamle geliştiremedi. Bunun yanında Yunanistan, bir de Dedeağaç’taki üs üzerinden varlığını ABD’ye armağan etti. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetlerinin yanında savunma sanayiindeki atılımlarını okumak da Yunanistan’ın acziyetini kendi yüzüne vurmak şeklinde hissettirdi. Bu his bugün de devam ediyor. Deniz yetki alanı anlaşmazlıkları sürecinde İtalya ile yürüttüğü petrol taşıma projesi de çökünce, Yunanistan, Türkiye karşısında AB ve NATO bünyesinde çareler aramaya başladı.
İki ülke, zaman zaman gerilimlerin arttığı ancak diplomatik yollarla çözüm arayışlarının sürdüğü bir dönem yaşıyor bugün. Karşılıklı olarak ilişkilerin iyileştirilmesi adına zaman zaman üst düzey görüşmeler de yapılıyor. Yani Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler tarih boyunca dönem dönem ciddî gerilimler yaşamış, ancak aynı zamanda diplomatik çözümler arayışı da süreklilik göstermiştir. Bu tarihî arka plân, iki ülke arasındaki güncel sorunların anlaşılmasında önemli bir bağlam sunmaktadır. Hamaney’in o tek satırlık cümlesini bu tarihçe üzerinden okuduğumuzda karşımıza çıkan gerçeği, önce İran’daki mevcut Türkiye tarifleriyle okumamız gerekiyor. Zira Perslerin Yunanlara karşı yaptığı işgal ve zulüm hareketlerinden bahsetmeyen o cümleler, yüzyıllarca bir arada yaşamış iki milleti birbirinden ayırmaya yönelik doğrudan bir düşmanlık kökü içeriyor. Öyleyse Türk-Yunan ilişkilerinden sonra şimdi de Türk-Pers ilişkilerine bakarak İran’daki Türk algısına bakalım…
Moğollardan evvel Anadolu’yu ve Kuzey Balkanlar ile Kuzey Afrika arasında Eski Yunanistan’ı işgal eden Persleri bütün tarih kitapları yazıyor, Yunan varlığını ortadan kaldırmak üzere Perslerin nasıl bir politika izlediklerini kaydediyor.
İran’da Türkiye ve Türkler hakkındaki egemen düşünce
İran’da Türkiye hakkındaki egemen düşünceler, tarihî, siyâsî, iktisadî ve kültürel etkileşimlerden etkilenmiştir. Bu düşünceler zaman içinde değişim göstermiştir ve farklı kesimlerde farklı algılar da bulunmaktadır. Genel hatlarıyla İran’da Türkiye hakkındaki egemen düşünceleri bağlamdan koparmamak için yorum katmaksızın şöyle sıralayalım:
Tarihî ve kültürel bakımdan ilk belirleyici etken, Osmanlı-Safevi rekabeti olarak görülebilir. Ancak Türkler ile Persler, Göktürk Devleti ile Pers İmparatorluğu döneminde, bugünkü Batı Türkistan bölgesinde çokça çatışmaya girmiş ve ilk Türk-Pers (Aryan) rekabeti bu dönemde ortaya çıkmıştır. Tarihî olarak Osmanlı İmparatorluğu ile Safevi İmparatorluğu arasındaki rekabetse, daha köklü bu çatışmayı bir de mezhep boyutuna taşıyarak yükseltmiştir. Bu da Türkiye’de İran’a karşı olduğu gibi İran’da da Türkiye’ye karşı bazı çekincelerin oluşmasına neden olmuştur. Bu tarihî çekişme, zaman zaman günümüz algılarına da yansımaktadır. Bu duruma karşın Türkiye ve İran, tarih boyunca kültürel etkileşimlerde bulunmuştur. Özellikle İran edebiyatı ve sanatının Türkiye üzerindeki etkisi, kültürel yakınlığın bir göstergesidir. Bu durum, İran halkı arasında Türkiye’ye karşı bir ilgi ve yakınlık oluşturmuştur.
Pehlevî Dönemi’nin başlangıcı ile Mustafa Kemal Dönemi Türkiye’si sulh içinde görünürken, Devrim sonrasında bir el Türkiye ile İran’ı birbirinden uzaklaştırmak isterken, belki de aynı el Türkiye ile İran’ın yan yana gelmesini de engellemek istemiş ve plânını başarıyla uygulamıştır. Bu el sadece Türkiye ile değil, İran ile de doğrudan ilgilenmiştir. Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler zaman zaman gerilimli, birçok konuda ise işbirliği içinde sürmüştür. Özellikle ticaret, enerji ve bölgesel güvenlik konularında ortak çıkarları bulunmasına rağmen İran’ın Irak ve Suriye üzerinden dün yaptıklarına bugün bir de Azerbaycan boyutu eklenmiştir.
Zira her ne kadar ortak çıkar bulunsa da İran, Türkiye’yi komşudan çok bölgesel bir rakip olarak görmektedir. Orta Doğu’da her iki ülkenin de nüfuz alanlarını genişletme çabaları, zaman zaman rekabetin artmasına neden olmaktadır. Suriye İç savaşı, Irak’ın durumu ve Körfez’deki gelişmeler bu rekabetin somut örnekleridir.
İran halkının büyük bir kısmı, İran’a göre Türkiye’yi modern ve gelişmiş bir ülke olarak görmektedir. Türkiye’deki bir kesim ise İran’a Şia üzerinden bakarak Türkiye’de yaşıyor olmasına rağmen safını doğrudan göstermektedir. Bazı İranlılar ve Türkiye’deki İran sevenler, Türkiye’nin Batı ile olan yakın ilişkilerinden ve NATO üyeliğini söylemlerine yedirmekte olsalar da asıl mazeretleri bellidir. Türk dizileri, filmleri ve müzikleri İran’da oldukça popülerdir. Bunların yanında İran’ı “Güney Azerbaycan” olarak tanımlayan geniş Türk nüfus, Türkiye’ye doğrudan bağlılığını göstermektedir. Bunda Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın etkisi çok ama çok büyüktür.
Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacmi büyüktür ve iki ülke arasında turizm de önemli bir etkileşim alanıdır. İranlı turistler, özellikle ekonomik nedenlerle Türkiye’yi sıkça ziyaret etmektedir. Bu ziyaretler, halklar arasındaki etkileşimi artırmaktadır. İran ise Türkiye’nin önemli bir enerji tedarikçisidir. Doğalgaz ve petrol alanında yapılan iş birlikleri, iki ülkenin ekonomik ilişkilerini güçlendirmektedir.
İran’da Türkiye hakkındaki egemen düşünceler bu sebeplerle çeşitlilik göstermektedir. Tarihî rekabet, siyâsî ve diplomatik çekişmeler bazı olumsuz algılara yol açsa da kültürel ve ekonomik bağlar ise olumlu algıları pekiştirmektedir. İran’daki farklı kesimlerin Türkiye’ye bakışı, bu dinamikler çerçevesinde şekillenmektedir.
İran’daki mevcut molla rejimi yani dinî liderlik ve ona bağlı siyâsî yapı ise Türkiye’ye karşı karmaşık ve çok boyutlu bir bakış açısına sahiptir. Bu anlamda Türkiye, şu terime yabancı değildir: Takiyye… Bu bakış açısı, tarihî, siyâsî, ekonomik ve ideolojik faktörlerin bir kombinasyonundan etkilenmektedir. İran’daki molla rejiminin Türkiye’ye yönelik genel bakışını şöyle sıralayabiliriz:
1. Rekabet ve iş birliği: İran, Türkiye’yi Orta Doğu’da önemli bir bölgesel güç ve bazen de bir rakip olarak görmektedir. Her iki ülke de Orta Doğu’da nüfuzlarını artırma peşindedir, bu da zaman zaman rekabete neden olmaktadır. Örneğin Suriye İç Savaşı, her iki ülkenin de farklı tarafları desteklediği bir çatışma alanıdır. Ancak bu tür rekabet alanlarına rağmen, özellikle ekonomik çıkarlar ve bölgesel istikrar konularında iş birliği yapma eğilimindedirler.
2. Batı ile ilişkiler: İran’daki molla rejimi, Türkiye’nin Batı ile olan yakın ilişkilerinden (NATO üyeliği ve AB ile ilişkiler) dolayı şüpheci bir tavır sergilemektedir. Türkiye’nin Batı ile entegrasyonu, İran’ın Batı’ya karşı temkinli ve eleştirel duruşuna ters görüntü vermektedir.
3. Lâiklik ve İslâmcılık: İran’daki molla rejimi, Türkiye’deki lâiklik anlayışını ve seküler devlet yapısını eleştirel bir gözle değerlendirmektedir. İran, “İslâm Cumhuriyeti” modeliyle yönetilmekte olup, dinî liderliğin siyâsî gücünü vurgulamaktadır. Türkiye’deki lâik sisteme karşın İslâm’ı hayatının odağına almış bir isim olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı, İran halkında da, yukarıdaki derin rejime vâkıf olamayan mollalarda da karmaşık tepkilere yol açmaktadır.
4. Sünnî-Şiî ayrımı: İran, Şiî İslâm’ın merkezi konumundadır ve Şiî Müslümanlara önderlik etmek derdindedir. Türkiye ise bu anlmada çoğunluğu Sünnî olan bir ülke. Bu mezhepsel fark, iki ülke arasında zaman zaman gerginliklere yol açmaktadır. Özellikle Suriye ve Irak’taki mezhepsel çatışmalar bu ayrımı derinleştirmiştir.
5. Ambargolar ve yaptırımlar: İran’a uygulanan uluslararası yaptırımlar, Türkiye ile olan ekonomik ilişkilerini de etkilemektedir. Türkiye, zaman zaman bu yaptırımlara uyma zorunluluğu ve İran ile ticaret yapma isteği arasında denge kurmak zorunda kalmıştır. İran, Türkiye’nin bu konudaki tutumunu dikkatle izlemektedir. İran, “şeytan” diye tanımladığı ABD ve İsrail’e karşı söylemde sertken, fiiliyatta geri durmaktadır. Ancak Türkiye ve Türklerin hamlelerine karşı asla düşünmemekte, kendi çıkarları olarak gözettiği bütün kartları oynamaktan geri durmamaktadır. İran’ın Türkiye’nin ABD ve İsrail ile olan ilişkileri, İran için hep özel bir fırsat mazeretidir. Hatta diğer Türk devletlerinin ABD ve İsrail ile münasebetleri de İran için aynı mesabededir. İran, kendi bölgesel ittifaklarını kurarken, Türkiye’nin de benzer şekilde kendi ittifaklarını oluşturmasını dikkatle izlemektedir. Bu durum, iki ülke arasında stratejik bir denge oluşturarak rekabete yansımaktadır. İran’ın izlediği bu stratejilerden biri de sözde Ermeni soykırımı hakkında üretilen iftira dolu uydurma kaynakların yüzde 95’inin üretimine doğrudan katkı sağlaması, bu yalanı ayakta tutmak için en son Karabağ Savaşı’nda bile Ermenistan’a doğrudan destek vermesi ile delilli ve sabittir.
Evet, yavaş yavaş yukarıda sormuş olduğumuz sorunun cevabına geliyoruz böylece. Öyle ya, Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, 18 Mayıs 1944 tarihli Stalin zulmü Büyük Kırım Tatar Sürgününün yıldönümünde şu tarihî cümleye imza attı: “Türkiye Ermenilere karşı soykırım yapmamıştır. Soykırım iddiası, jeopolitik kaygıları yüzünden SSCB tarafından, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri kötüleştirmek için icat edilmiştir.”
Ermenistan, dünyadaki Ermeni lobileri ve hatta Türkiye’deki Ermeni lobisinin tepkisini çekeceğini bile bile Paşinyan’a bu cümleyi söylettiren nedir? Bu beyanda en dikkat çeken vurgu, sözde soykırım iddiasının SSCB tarafından uydurulduğuna yapılan vurgudur. Öyleyse açıklamanın bu tarafına odaklanmak daha önemli.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler tarih boyunca dönem dönem ciddî gerilimler yaşamış, ancak aynı zamanda diplomatik çözümler arayışı da süreklilik göstermiştir.
Sözde soykırım iddiasını hangi ülke dünya kamuoyuna sundu?
Türkiye’nin Ermenilere yönelik soykırım yaptığı iddialarını gündeme getiren ve bu iddiaları resmî olarak tanıyan ülkeler ve uluslararası kuruluşlar mevcut. Bu ülke ve kuruluşlardan Türkiye’nin beklentisi, Paşinyan’ın ifadesinden sonra elbette maddî tazminat ve iade-i itibarının verilmesi olmalıdır.
Ermenistan’ın yanı sıra Arjantin, Almanya, Avusturya, Belçika, Bolivya, Brezilya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Fransa, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Lüksemburg, Litvanya, Paraguay, Polonya, Portekiz, Rusya, Slovakya, Suriye, Uruguay, Venezuela, Yunanistan ve son olarak 2021’de Başkan Joe Biden tarafından imzalanmasıyla ABD, resmî anlamda Türkiye’yi sözde soykırım yapmakla itham ediyor. Listede bugün için şaşırdığınız ülkeler var, evet. Ancak bu ülkelerin gündemlerini bu saatten sonra tersine işletmeleri gerekiyor. Bunun yanında Avrupa Parlamentosu ve Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Alt Komisyonu da bu yanlışa ayrıca imza atan kuruluşlar. Ayrıca Vatikan’ı temsilen Papa Francis de 2015 yılında sözde soykırımı açıkça tanıyan bir konuşma yapmıştır.
Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını ilk dile getiren ülke, Uruguay’dır. Uruguay, 1965 yılında sözde Ermeni Soykırımı’nı resmen tanıyan ilk ülke de olmuştur. Bu tanımayla Ukrayna, Ermeni Soykırımı’nı uluslararası alanda tanıyan ve bu konuda karar alan ilk devlet olma özelliği taşımaktadır. Uruguay’ın bu adımı, daha sonra birçok ülkenin benzer şekilde bu iftirayı tanımasına ve resmî olarak kabul etmesine yol açmıştır. Özellikle Ermeni diasporasının yoğun olduğu ülkelerde bu tanıma hareketi daha hızlı yayılmıştır. Bu bağlamda Uruguay’ın tanıma kararı, uluslararası toplumda bu konuda farkındalık yaratmada önemli bir rol oynamıştır. Öyleyse bu paraleldeki mühim soru şudur: Uruguay’da mevcut ve egemen yönetim ABD’ye mi yakın, yoksa Rusya’ya mı?
Uruguay, dış politikada genellikle tarafsız bir duruş sergilemeye çalışmakta ve bu nedenle ne ABD’ye, ne de Rusya’ya belirgin bir yakınlık göstermektedir. Ancak bazı yönleriyle ABD ile daha yakın ilişkiler içerisinde olduğu söylenebilir. ABD, Uruguay’ın önemli bir ticaret ortağıdır. İki ülke arasında çeşitli ekonomik ve ticarî anlaşmalar mevcuttur. Ayrıca Uruguay, demokratik değerler ve insan hakları konularında ABD ile benzer görüşlere sahiptir. Bu, iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendiren bir faktördür. Ve en önemlisi, Uruguay, ABD ile askerî eğitim ve iş birliği programlarına katılmaktadır. (Bu iş birliği sınırlı ve daha çok eğitim ve insanî yardım konularında yoğunlaşmıştır.) Ukrayna’nın Rusya ile tek yakınlığı, daha önceki yıllarda kalan ideolojik yakınlıktır. Genel olarak Uruguay’ın mevcut ve egemen yönetiminin ticaret ve ekonomik ilişkiler üzerinden ABD ile daha yakın ilişkiler içinde olduğu söylenebilir. Buradan bakınca belirgin bir delil görünmüyor. Öyleyse Uruguay’a kilometreler ötesinden bilmediği ve vâkıf olmadığı bir tarihî uydurmayı kabul ettiren saik nedir?
Ermenistan, 1915-1923 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu tarafından gerçekleştirilen Ermeni tehcirini “soykırım” olarak tanımlamaktadır. Bu hem devletin resmî politikası, hem de Ermeni toplumunun genel görüşüdür. Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde bu konu hakkında resmî bir tanıma veya propaganda çabası yoktu. Hatta Sovyetler Birliği, Ermeni ve Türk toplumlarını birleştirme politikası izlediği için bu konunun üzerine gitmemeyi tercih etti. İlk kez 1965’te, Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde bu fikir ortaya atıldı ve bu tarihten itibaren konu daha fazla gündeme gelmeye başladı. Ancak bu, Sovyetler Birliği’nin resmî bir politikasından ziyade Ermeni halkının ve diasporasının çabalarıyla gerçekleşti. Sözde Ermeni Soykırımı, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa’nın özellikle üzerinde durduğu bir konu oldu. Ancak Paşinyan’ın Rusya için karanlık tarihlerden biri olan Kırım Tatar Sürgünü’nün yıldönümünde söz konusu beyanda bulunurken Rusya’yı anıp Batılı ülkeleri anmaması, daha önce Ermenistan’ı Rusya ekseninden çıkarıp Avrupa eksenine sokmasıyla gündeme gelmesinin yanında Türkiye’yi Batı’ya yakınlaştırma çabalarının bir ürünü olabilir mi?
Dünya basınında Nikol Paşinyan’ın Ermenilere yönelik sözde soykırımın Sovyet Rusya tarafından uydurulduğunu söylediğine dair bir açıklama da bulunmamaktadır. Hatta Ermenistan Hükümeti ve Ermeni lobisi, aynı propagandaya devam da etmektedir. Öyleyse saklanan şey nedir? Bunun yanında, Türkiye-Azerbaycan ve Ermenistan arasında yerini belirleyen İran Devrim rejimi, doğrudan liderinin ağzıyla bir de Türklerin Yunan katliamları yaptığı iftirasını dillendirmesi, hangi projenin ürünüdür?
Türkler ve Yunanlar arasında tarihte çeşitli dönemlerde yaşanan çatışmalar ve savaşlar mevcut. 1821 Yunan İsyanı’nda Mora yarımadasında ve diğer bölgelerde birçok Osmanlı Türkünün katledildiği Tripoliçe Katliamı ve Kıbrıs’taki EOKA katliamları bütün belgeleriyle ortadayken, 1919-1922 yılları arasında İzmir ve Batı Anadolu’nun Yunan işgali sırasında Türk köylerine ve kasabalarına yönelik saldırılarında yapılan katliamlar ve işkence altındaki zorunlu göçler belgeliyken, Yunanistan, Hamaney’in sözleriyle yeni bir gemiye biner mi?
Bu durum bir yana, İran ayrıca kendi bünyesinde yepyeni bir sürece girmiştir. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin de içinde bulunduğu ve İran için birbirinden önemli isimlerin hayatını kaybettiği helikopter kazasının öncesini ve sonrasını nasıl yorumlamak gerekir?
İran’ın bir çelişkiler yumağı içinde yaşadığı söz konusu helikopter kazasına da detaylarıyla bakmamız gerekiyor. Öyle ya, İran’da neler oluyor da Türkler hakkında yeni bir söylem aşamasına geçiliyor?
İran’daki mevcut molla rejimi yani dinî liderlik ve ona bağlı siyâsî yapı ise Türkiye’ye karşı karmaşık ve çok boyutlu bir bakış açısına sahiptir.
Cumhurbaşkanını bulamayan bölge devi (!)
19 Mayıs 2024 günü İran devlet ajanslarına bir bilgi düştü. Doğu Azerbaycan Eyalet Vali Yardımcısı Cebbarali Zakiri, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin konvoyunda meydana gelen helikopter kazasına ilişkin 3 helikopterden 2’sinin iniş yaptığını, birinin düştüğünü söyledi. Zakiri, “Olay yerine henüz ulaşmadım. Olası yaralılar ve sayısı hakkında bir şey söyleyemem. Olayın nasıl olduğunu bilmiyorum” dedi. İran Kızılayı tarafından yapılan açıklamaya göre, kazanın Kaleyber ve Verzigan arasında yer aldığı, İHA’larla kazanın yaşandığı bölgenin tarandığı belirtildi.
İran İçişleri Bakanı Ahmed Vahidi, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yi taşıyan helikopterin kötü hava koşulları nedeniyle sert iniş yapmak zorunda kaldığını ve henüz kurtarma ekiplerinin bölgeye ulaşamadığını bildirdi. İran devlet televizyonuna konuşan Vahidi, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile iki ülke sınırında baraj açılışına katılan Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopter konvoyunun dönüş yolunda kötü hava koşulları nedeniyle kaza geçirdiğini belirtti. Vahidi, “Cumhurbaşkanı’nı (Reisi) taşıyan helikopter kötü hava koşulları nedeniyle sert iniş yapmak zorunda kaldı” dedi. Kurtarma ekiplerinin henüz bölgeye ulaşamadığını aktaran Vahidi, “Bölgeye kurtarma ekipleri sevk edildi ancak bölgenin sisli olması ve elverişsiz olması nedeniyle helikoptere ulaşmak zaman alabilir” ifadelerini kullandı.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yi taşıyan ve ilk bilgilere göre “sert iniş” yaptığı belirtilen helikopterde, İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Tebriz Cuma İmamı Ayetullah Muhammed Ali Al-i Haşimi ve Doğu Azerbaycan Eyalet Valisi Malek Rahmeti bulunuyordu. Bu kilit heyet, Azerbaycan’daki Kız Kalesi Barajı Açılış Töreni’nde Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile birlikte yer alarak, İran’ın Karabağ Savaşı ve Zengizor Koridoru hakkındaki tavrına rağmen şu ifadeyi dahi kullanmıştı: “Birileri bizim ayrılığımız için uğraşıyor ama böyle olmayacak.”
Bu ziyaret ve dikkat çekici söylem üzerinden helikopter kazasına bakmaya devam edelim. Arama kurtarma faaliyetleri sırasında İran devlet televizyonuna konuşan İran Kızılay Başkanı Pir Hüseyin Kulivend, arama kurtarma ekiplerinin Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile diğer yetkililerin bulunduğu helikopterin kazaya uğradığı noktaya yaklaştığını söyledi. Kulivend, basına yaptığı açıklamada, “Şu an Kızılay’dan 40’tan fazla özel arama kurtarma ekibi arama kurtarma çalışmalarını sürdürüyor. Ekipler kazanın olduğu noktaya yaklaştı” dedi.
Kulivend’in bu beyanının yanı sıra İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Muhsin Mansuri, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yi taşıyan helikopterin kazaya uğramasından sonra helikopterde bulunan 2 kişiyle birkaç kez telefon irtibatı kurulduğunu söyledi. İran devlet televizyonuna konuşan Mansuri, olaya ilişkin bilgi vererek, Cumhurbaşkanı Reisi’nin bulunduğu helikopter ile diğer helikopterlerin yerel saatle 13.30’da irtibatının kesildiğini ve 2 helikopterin yaklaşık 15-20 dakika bölgede Reisi’nin helikopteri için arama yaptığını belirtti. Mansuri, “Biri helikopter personeli, diğeri yolculardan 2 kişiyle birkaç kez telefon irtibatı kuruldu. O sırada bu durum bize, hâdisenin çok büyük olmadığı kanaatini verdi” dedi. Aramaların 2 kilometre çapındaki alanda sürdüğünü aktaran Mansuri, yağmur ve sis kaynaklı hava şartları ile bölgenin zor koşullarının çalışmaları yavaşlattığını ifade etti. Tam da bu esnada İran Doğu Azerbaycan Devrim Muhafızları Komutanlığı, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve heyetini taşırken kazaya uğrayan helikopterin yerinin tespit edildiğini bildirdi.
Görüldüğü gibi İranlı yetkililerden sürekli şekilde helikoptere ulaşıldığına dair bilgiler duyuruldu. Fakat bu asla gerçeği yansıtmıyordu.
“Ruhanî lider” Ali Hamaney ise, Cumhurbaşkanı Reisi ve beraberindekilerin selâmeti için İran halkından dua istiyordu. Hamaney yaptığı konuşmada, “Yüce Allah’ın Cumhurbaşkanı ve yanındaki arkadaşlarını millete bağışlamasını umuyoruz. Herkes dua etsin. İran halkı endişelenmesin, ülkenin işlerinde herhangi bir aksama meydana gelmeyecektir” ifadelerini kullandı. Tespit konusunda yalan haberler servis eden İran Hükümeti ile Hamaney’in ifadeleri çelişirken, üzerine bir de Bakıri’den açıklama geldi. İran Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yi taşıyan helikopterin bulunması için tüm imkânların seferber edilmesi talimatını verdi. İran devlet televizyonu, Bakıri’nin konuya ilişkin yazılı açıklamasını paylaştı. Bakıri, “Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopterinin bulunması ve kurtarma çalışmaları için İran Ordusu ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun tüm imkân ve teçhizatları kullanılmalıdır” ifadelerini kullandı. İran silahlı kuvvetlerinin olayın başından itibaren çalışmalarda yer aldığı kaydedildi.
İran Hükümet Sözcüsü Ali Bahaduri Cehrumi, kazaya uğradığı belirtilen İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin helikopterini arama ve kurtarma çalışmalarıyla ilgili hiçbir gelişmenin olmadığını adeta itiraf etti. X sosyal medya hesabından yaptığı yazılı açıklamada Cehrumi, kamuoyunun bilgi talebini karşılayacak herhangi bir gelişmenin bulunmadığını duyurdu. Cehrumi, “Zor ve karmaşık koşullar yaşıyoruz. Cumhurbaşkanının helikopter olayına ilişkin son haberleri almak, halkın ve medyanın hakkıdır. Ancak kaza yeri ve hava şartlarının özel durumu göz önüne alınmalıdır. Henüz hiç yeni haber yok” ifadelerini kullandı. Bu duyuru üzerine İran resmî ajansları, daha evvel yaptıkları servisleri yayından kaldırdı.
Söz konusu itirafla birlikte Avrupa Birliği (AB), İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ve diğer yetkilileri taşıyan helikopterin kazaya uğraması nedeniyle İran’ın talebi üzerine hızlı müdahale uydu haritalama hizmetini etkinleştirdiğini bildirdi. Anadolu Ajansı’ndan verilen bilgiye göre, AB Komisyonunun kriz yönetimi ve insanî yardımlardan sorumlu üyesi Janez Lenarcic, X hesabından yaptığı açıklamada, İran’ın yardım talebi üzerine helikopter kazası nedeniyle Copernicus Acil Durum Yönetim Hizmeti’nin aktive edildiğini duyurdu. AB Konseyi Başkanı Charles Michel, “AB üye ülkeleri ve ortaklarımızla durumu yakından takip ediyoruz” mesajını paylaştı. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova ise, Rusya’nın, İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yi taşıyan helikopterin kazaya uğramasının sebebinin araştırılması konusunda her türlü yardıma hazır olduğunu bildirdi. Helikopterdeki İran üst düzey yöneticilerinin akıbetiyle ilgili ortaya çıkan bilgileri dikkatle takip ettiklerini ve hayatta olduklarını umduklarını belirten Zaharova, “Rusya, kayıp helikopterin bulunması ve olayın sebebinin araştırılması konusunda gerekli her türlü yardımı sağlamaya hazırdır” ifadesini kullanmıştı. Ancak bu süreçte arama kurtarma ekiplerinden, olumsuz hava koşulları nedeniyle çalışmaların güçlükle sürdüğünü yönelik bilgiler geliyordu.
Birleşmiş Milletler (BM) de devreye girerek Reisi ve Abdullahiyan ile diğer İranlı yetkililerin helikopter kazası geçirmesine ilişkin açıklama yapmak gereği duydu. BM Genel Sekreter Sözcü Yardımcısı Farhan Haq, Anadolu Ajansı muhabirine yaptığı yazılı açıklamada, “Genel Sekreter (Antonio Guterres), İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopterinde yaşanan olaya ilişkin haberleri endişeyle takip ediyor” ifadesine yer verdi. Haq, BM Genel Sekreteri Guterres’in, Reisi’nin ve beraberindekilerin güvende olduğu ümidini paylaştı.
İran Hükümeti, tespit çalışmalarında yaşadığı kısıtlılık nedeniyle son olarak Türkiye’den yardım istedi. Baykar yapımı bir Akıncı İHA’nın gönderildiği ve beş saat süren arama çalışması sonunda söz konusu helikopterin yeri tespit edildi. Akıncı İHA’nın tespit ettiği alana İranlı arama kurtarma ekipleri yaklaşık üç buçuk saat sonra erişebildi. Arama kurtarma ekipleri, Reisi’nin de bulunduğu cansız hâldeki 6 cenazeye ulaştı.
İran’da yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra Hamaney’in ardından dinî lider de olması beklenen Reisi’nin bu şüpheli ölümü üzerine Ali Hamaney’in oğlu Mücteba Hamaney’in önü açılırken, Cumhurbaşkanlığı görevini de Muhammed Muhbir devraldı. Dışişleri Bakanlığına ise Ali Bakırî getirildi. 28 Haziran’da İran, yeni cumhurbaşkanını seçecek.
Son söz
Hamaney’in Türkiye hakkındaki sözleri ve Reisi kazasındaki tavrıyla gelecekteki süreçte nasıl bir politika izleyeceğini bilmek kısmen mümkün. Ancak İsrail’e yaptığı dron saldırısının İsrail’e hiçbir zarar vermemesinin yanında bir de Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu kaza kırımına ulaşamaması pek çok soru işaretlerinin doğmasına neden oluyor. Öyle ya, İsrail ve ABD’ye sürekli meydan okuyan bir devletin kendi cumhurbaşkanı ve önemli yetkilileri için dahi bu kadar acizyete düşmesi oldukça manidardır.
Biz, Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekilerin bir helikopter kazasıyla nasıl şehadete yürüdüklerine daha önce şahit olmuştuk. İran’da yaşanan hâdiseye bu yüzden yabancılık çekmedik. Söz konusu kaza ile nelerin meydana geleceğini ve dolayısıyla kimin hangi murada ereceğini zaman gösterecek. Ve biz bileceğiz ki, Türkiye’yi kendi eksenine sokmak isteyenlerin, bunun için diğer yanda İran’ı da kendi istedikleri eksene sokmak istedikleri ortada.