Türkiye faktörü

Türkiye’nin, özellikle Kızıldeniz’in Afrika kıyısındaki ülkelerle yaptığı ekonomik, askerî ve siyâsî anlaşmaları göz kamaştırıcıdır. Türkiye’nin Sudan, Cibuti, Etiyopya ve Somali ile Hint Okyanusu’na çıkarak kendisine bir bölgesel nüfuz alanı oluşturması, adeta Osmanlı’yı o bölgede yeniden ihya etmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Yemen ve son dönemde de Suudi Arabistan ile münasebetleri de iyiye doğru gitmekte ve dolayısıyla Kızıldeniz’in hem Arap yarımadası, hem de Afrika kıyısı, aslında Türkiye için bir güvenli su yolu hâline gelmektedir.

AZİZ okuyucu, bölgemizde gelişen son olaylara ve bu olaylar karşısında Türkiye’nin takındığı tutuma yakından bakıldığında, bu ülkenin sıradan bir bölge ülkesi olmaktan çok bölgesel, hatta küresel bir güce doğru evrilmeye başladığı görülecektir. Ne demek istediğimizi somut verilerle desteklersek, sanırım maksadımız daha iyi anlaşılacaktır.

Birincisi, Türkiye’nin Rusya-Ukrayna Savaşı sürecinde takındığı tarafsız, uzlaştırıcı ve dengeli tavrın ne kadar yerinde ve ne kadar isabetli olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Türkiye’nin İstanbul İnisiyatifi ile savaşın ilk ayları içerisinde çözmek üzere olduğu Rusya-Ukrayna Savaşı, Batılı emperyalist devletlerin Rusya’yı zayıflatmak ve Avrupa’yı Rus tehdidinden kurtarmak amacıyla pişmiş aşa soğuk su katarak işi uzatmalarıyla içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş ve süreç içerisinde Ukrayna’nın dışarıdan destek almadan savaşı idame ettiremez duruma düşmesine de yol açmıştır.

Bu taktik neticesinde Rusya, askerî anlamda büyük ölçüde yıpranmış fakat Sovyetler döneminden kalan altyapısı sayesinde savaşı sürdürecek üretim merkezlerine sahip olmasının avantajını çok iyi kullanmıştır. Ayrıca Rusya’nın doğalgaz ve petrol gibi temel enerji kaynaklarına fazlasıyla sahip olması, süreç içerisinde ona kaybettiğinden daha çoğunu kazandırmıştır. Ayrıca Rusya’nın insan kaynağıyla Ukrayna’nın insan kaynağı arasında kıyas kabul etmeyecek bir oran olduğu için, Rusya, Ukrayna’dan daha fazla insan kaybettiği hâlde bunu önemsemeyerek sahaya her zaman yeni muharipler sürmüş ve savunma sanayiinin üretim kapasitesinden dolayı kaybettiği binlerce tankın yerine yenilerini sürebilmiştir.

İşte bu safhada Türkiye savaşın her ülke açısından da çok derin yaralar açmasının önüne geçmek için çatışmaların birinci yılında bu savaşı bitirmeye çalışmış ve İstanbul’da böyle bir amacı gerçekleştirmek üzereyken maalesef İngiltere ve ABD’nin Ukrayna üzerindeki hesaplarından dolayı hedefine ulaşamamıştır. Ancak gelinen durum itibarıyla Türkiye’nin ne kadar haklı olduğu ayan beyan görülmektedir.

Süreç içinde Rusya, hedeflediği bölgeye tam anlamıyla yerleşmiş ve Ukrayna artık bırakınız Kırım’ı kurtarmayı, neredeyse Dinyeper nehrinin doğusunu bile bir daha geri almamak üzere tamamen kaybedecek pozisyona gelmiştir. Hâl böyleyken ABD ve Avrupa yardımları vaat edilenden daha geç gelmekte ve Ukrayna ordusu ancak dışarıdan gelen silah desteği ve malî yardımlar sayesinde harekete geçebilmektedir. Böyle bir durumda Ukrayna’nın savaşı kazanamayacağı çok açıktır.

Süreç sonunda Ukrayna, Dinyeper nehrinin doğusunu Rusya’ya bırakarak bir barış yapmak zorunda kalacak gibi görünüyor. Ama daha başta Türkiye’nin girişimiyle böyle bir barış yapılsaydı, Ukrayna için hem bu kadar toprak kaybı söz konusu olmayacak, hem de bu kadar askerî ve malî bir kayıp yaşanmayacaktı. Elbette bu süreç içerisinde Rusya da çok büyük kayıplar verdi, bunlar da söz konusu olmayacaktı.


 

Her sahada ve her masada etkin Türkiye

Türkiye’nin akılcı, yapıcı ve dengeli politikalar izlemesinin neticesini sadece Rusya-Ukrayna Savaşı’nda görmüyoruz. Türkiye’nin özellikle Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Karabağ sorununda takındığı tutum da Ermenistan ve Batılılar tarafından yanlış takdim edilse bile son derece isabetlidir. Bir kere, işgal altındaki Karabağ toprağı Azerbaycan’a aittir ve Türkiye, kardeşi Azerbaycan’ın toprağının kazanılmasında, evet, taraf olmuştur. Ancak böyle bir istilânın Ermenistan tarafından sürdürülemeyeceği de açıktı. Güçlenen bir Türkiye ve Türk dünyasıyla yavaş yavaş entegre olmaya başlayan bir Azerbaycan karşısında Ermenistan’ın tutunamayacağı aşikârdı.

Aslında Türkiye, Ermenistan’a bu işten en az kayıpla kurtulacağı bir seçeneği sunmuştu. O seçenek neydi? Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından geri çekilmesiydi. Ermenistan bunu kabul etti mi? Etmedi. Peki, sonuçta ne oldu? Ermenistan bölgeyi çok büyük askerî ve malî kayıplar yaşayarak terk etmek zorunda kaldı.

Şimdi Türkiye ve Azerbaycan, akılcı bir politika izleyerek Ermenistan’ı tamamen dışlanmaktansa tarafların çıkarına olan bir anlaşma yaparak ihtilafı uzlaşmaya dönüştürmek istemektedirler. Böyle bir anlaşma kazan-kazan ilkesine dayanacağı için, bundan tüm taraflar kazançlı çıkacaklardır. Uzlaşmanın temelinde ise Zengezor üzerinden bir yol ve ulaşım ağının Türkiye ile Azerbaycan’ı birbirine bağlaması yatmaktadır. Çin’den çıkarak Orta Asya Türk devletleri topraklarından geçecek olan bu yol hem Azerbaycan’a, hem Ermenistan’a, hem de Türkiye’ye önemli kazançlar ve yatırım fırsatları sağlayacaktır. Böyle bir durumda Ermenistan kendi toprakları üzerinde emperyalist emel taşımayan Azerbaycan ve Türkiye ile anlaşarak geleceğini teminat altına alacak ve kendisi üzerinde hem Avrupa’nın, hem ABD’nin, hem de Rusya ve İran’ın oyunlar oynamasından kurtulacak, tarafsız ve bağlantısız bir ülke olarak kendi gelişim sürecini iki Türk ülkesi arasında rahatlıkla sağlayabilecektir.

Filistin’deki etkin politika

Türkiye’nin büyük güçlere yaraşır asıl rolü, kendisini 7 Ekim’de patlak veren İsrail-HAMAS çatışmasında gösterdi. Çatışmanın başlangıcında ABD ve Avrupa Birliği adeta Gazze’yi yok etmek amacıyla harekete geçmişler ve Akdeniz’i savaş gemileriyle ablukaya almışlardı. İşte bu safhada Türkiye’nin önce taraflar arasında dengeli bir tutum izlemesi, arkasından da yavaş yavaş mağduriyetinin büyük olacağı görülen HAMAS’ın yanında yer alıp onun bir terör örgütü değil bir direniş örgütü olduğunu açıklaması, HAMAS üzerindeki baskının hafiflemesine ve durumun dünya kamuoyu nezdinde sorgulanmasına yol açtı.

Nitekim Türkiye’nin bu konuda ne kadar haklı olduğu İsrail’in Gazze’ye yaptığı fütursuz, vahşi ve her türlü hukuka aykırı saldırıları sonucunda ortaya çıktı. İsrail’in barbarca, kural tanımaz ve soykırıma yönelik bu saldırıları, bir müddet sonra yanında yer alan ülkeler arasındaki birliğin de bozulup tavsamasına yol açtı. İşte bu süreçte Türkiye’nin HAMAS lehine yaptığı dünya çapındaki mekik diplomasisi son derece caydırıcı bir etki üretti ve İsrail’in arkasındaki güçlerin pasifize olmasına yol açtı.

Türkiye’nin Gazze Şeridi’nde sıkışan HAMAS için yaptığı en etkin iş, HAMAS’ın bir terör örgütü olduğuna dair klişeleşmiş kabulün, daha doğrusu dayatılan bir algının kırılması oldu. Türkiye gerek İsrail’in arkasında duran ülkeler nezdinde, gerekse İslâm ülkeleri ve bağlantısız diğer dünya ülkeleri nezdinde yaptığı akıl dolu diplomatik hamlelerle İsrail’in algıya dayalı argümanlarını boşa çıkararak onu gittikçe yalnızlaşan bir pozisyona doğru itti.

Aslında İsrail’in şu an içine düştüğü yalnız kalma pozisyonunda Türkiye’nin dünya ülkeleri nezdinde yaptığı akıl dolu diplomatik hamlelerin rolünün çok iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Bu analiz iyi yapıldığında, Türkiye’nin bu sorunun çözümünde ve istikbâlde ortaya çıkacak bir Filistin devletinin oluşumunda ne kadar akıl dolu ve ne kadar isabetli bir siyâsî satranç oynadığı çok iyi görülecektir.

Türkiye’nin Gazze meselesi bağlamında dünya kamuoyunda ortaya çıkan tepkileri sahiplenerek o tepkilerin doğal lideri gibi hareket etmesi de üzerinde durulması gereken önemli bir yöndür. Türkiye İsrail’i dünya çapındaki lânetleyen bütün eylemlerin sözcüsü ve sahibiymiş gibi hareket ederek dünya kamuoyunu kendi liderliği altında tutmayı başarmış ve bu sayede dünya çapında bir vicdan olarak temayüz etmiştir. Bu tepkilerden hareketle dünya kamuoyunda bir dünya vicdanı olarak ortaya çıkmak az buz bir siyâsî zekâ ürünü değildir. Bunu gerçekleştiren Büyük Türkiye aklını tebrik ve takdir etmemek elde değildir.

İsrail’in Gazze’deki masum Filistin halkına uyguladığı zulmün arkasında duran en büyük destekçi güç kimdi? Elbette ABD idi. İşte bu noktada gözden kaçırılmaması gereken bir yön de Türkiye’nin bu süreçte ABD’ye karşı uyguladığı psikolojik operasyonlardır. Türkiye, ABD’nin Akdeniz’e getirdiği uçak gemilerinin hedefinin Gazze değil Türkiye olduğunu kendi kamuoyunda dillendirmiş ve bunu NATO ruhuyla çelişen bir gerekçenin üzerine oturtmuştur. Nitekim günün sonunda bu donanma Akdeniz’den çekilmek zorunda kalmıştır. Ayrıca Türkiye’nin, “Ben İsrail’e bir Dışişleri Bakanı olarak değil bir Yahudi olarak geldim” diyen ve ABD dış politikasını da buna göre dizayn eden Blinken’e karşı uyguladığı iki bilinçli ezmeye dayalı diplomatik karşılama, Türkiye’nin Filistin konusunda takındığı müminlere has bir duruşun açık bir göstergesiydi.

ABD’nin “1” numaralı diplomatına karşı hiçbir ülkenin tevessül edip de aklından geçiremeyeceği bir şeyi Türkiye, Esenboğa Havaalanında iki kez uygulayarak ABD Dışişleri Bakanı’nı istiskal etmiş ve bunu dünya kamuoyuna servis ederek bir gücün, süper güç bile olsa, haksız olduğunda ne kadar küçüleceğini dünyaya istiskal görüntüleri altında servis ederek büyük bir psikolojik üstünlük elde etmiştir.

Türkiye’nin ABD’nin Dışişleri Bakanı nezdinde ABD’ye gösterdiği bu muhteşem tepkinin sadece Gazze ile bağlantılı olmadığını söylemek durumundayız. Sözde müttefikimiz olan ABD’nin, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yi kendine bağlı vekil yapılarla yapay bir devletçiği kendi çıkarlarına ve büyük fotoğrafta ise İsrail’e bağlamak için çevirdiği dolaplar, elbette büyük Türk Devleti’nin gözünden kaçmadı. ABD’nin Süleymaniye ile Haseke’yi birbirine bağlama cinliği, Türkiye’nin bu iki uç arasında en önemli mevkide yer alan Kerkük’ü bu yapının seçimle ele geçirme girişiminden kurtararak arada bir kırılgan alan oluşturması çok önemliydi.

Türkiye, Kerkük’te yaptığı operasyon ile ABD’nin hevesini kursağında bırakarak, oluşturmaya çalıştığı fitne koridorunu bir kez daha akim bırakmıştır.


 

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da dizginler ele alınıyor

Türkiye’nin aynı zamanda Talabani bölgesinde ABD ve PKK ile iş tutan yöneticilere müdahale hakkını saklı tuttuğunu bildirerek açık bir dille uyarması, meselenin takibinde ne kadar dikkatli olduğunu ve bu meselenin kendi çıkarlarına ilişkin bir problem oluşturması durumunda sonucu askerî seçeneğe çıksa bile böyle bir eyleme gözünü kırpmadan gireceğini söylemesi, caydırıcılık açısından son derece önemliydi. Nitekim Türkiye’nin bu ciddî uyarısından sonra bölgede baltaların belli yerlere gömüldüğünü çok iyi gözlemliyoruz.

Elbette Türkiye’nin bu kukla yapıyı ve PKK’yı tehdit etmesinden sonra, onun arkasında müzahir güç olarak yer alan ortaklar da boş durmadılar. Nitekim Kuzey Irak’ta üslerimize yapılan saldırının faili ve şehit olan Mehmetçiklerimizin katili bu müzahir güçlerdi. Türkiye bunu çok iyi bildiği için cevabî operasyonunda özellikle ABD’nin kontrolündeki petrol kuyularını, ekonomik hedefleri ve Fransa’nın çimento fabrikasını vurarak, karşısına kim çıkarsa çıksın, vatanının ve milletinin bekâsı için bu yapılarla gözünü kırpmadan mücadele edeceğini büyük bir kararlılıkla vurguladı.

Bölgede dikkatle izlenen ve izlenmesi gereken bir oluşum da Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerin aldığı yeni boyuttur. Bu yeni boyutun ortaya çıkışında 7 Ekim olaylarının hızlandırıcı etkisi olduğunu söylemek lâzımdır. Filistinli mültecilerin Refah’a yığılması ve İsrail’in Refah’ı tehdit etmeye başlaması ve orada 1 buçuk milyonluk bir nüfusun Sina çölüne sürülmek istenmesi Mısır için ciddî bir handikaptır. Mısır bu Filistinlilerin kendi topraklarına sürülmesine karşı çıkmakta fakat İsrail, Mısır’ın tek başına seslendirdiği bu karşı duruşu pek önemsememektedir. Ancak Mısır’ın Türkiye ile görüşmesinden sonra yapılan ortak açıklamalar, İsrail açısından durumun hiç de kolay olmayacağına dair bazı emareler göstermektedir.

Bu bağlamda baskın inisiyatifi Türkiye’nin aldığı açıkça görülmektedir. Türkiye ile Mısır, Filistinlilerin yerlerinden yurtlarından edilmesine açıkça karşı çıkmışlardır. Türkiye ile Mısır’ın muhtemelen böyle bir durumda müşterek hareket edecekleri açıktır. Yani her iki ülke, Filistinlilerin oradan uzaklaştırılarak o toprakların İsrail’e geçmesinin kendi çıkarları açısından ne kadar tahrip edici olduğunun farkındadır. İsrail’in HAMAS’a karşı karadan galebe sağlayamayacağı anlaşılmış vaziyettedir. O hâlde bu nüfusu o bölgede tutmak demek, İsrail’in bu mağlûbiyetin altını çizmesi demektir. Ancak bu sivil unsurlar oradan uzaklaştırılırsa durum farklı bir mahiyet kazanır.

Bu yüzden İsrail dünya kamuoyunda desteğini kaybetmişken Türkiye’nin Mısır’ı da yanına alarak özellikle Refah üzerinden bir baskıya kalkışması son derece manidardır. Bu tutum, İsrail’in içini de karıştıracak bir durum arz etmektedir. Ve Türkiye, belki de Mısır’la beraber oraya askerî güç konuşlandırarak bunun önünü almak gibi birtakım siyâsî ve askerî manevralar yapacaktır, yapmalıdır da.

Türkiye, ayrıca bu dönemde Mısır ile bir MEB anlaşması yaparsa AB ve ABD’nin Yunanistan’ı kullanarak icat ettikleri Sevilla haritasını da Sevr gibi yırtıp atmış olacaktır. Mısır er veya geç bu anlaşmaya imza atacaktır. Ayrıca Türkiye’nin bu anlaşmayı aynı zamanda Filistin ile de yapması gerekmektedir ki Filistin’in deniz MEB alanları elden çıkmasın!

 

ABD’nin “1” numaralı diplomatına karşı hiçbir ülkenin tevessül edip de aklından geçiremeyeceği bir şeyi Türkiye, Esenboğa Havaalanında iki kez uygulayarak ABD Dışişleri Bakanı’nı istiskal etmiş ve bunu dünya kamuoyuna servis ederek bir gücün, süper güç bile olsa, haksız olduğunda ne kadar küçüleceğini dünyaya istiskal görüntüleri altında servis ederek büyük bir psikolojik üstünlük elde etmiştir.

 

Son söz

Türkiye’nin, özellikle Kızıldeniz’in Afrika kıyısındaki ülkelerle yaptığı ekonomik, askerî ve siyâsî anlaşmaları göz kamaştırıcıdır. Türkiye’nin Sudan, Cibuti, Etiyopya ve Somali ile Hint Okyanusu’na çıkarak kendisine bir bölgesel nüfuz alanı oluşturması, adeta Osmanlı’yı o bölgede yeniden ihya etmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Yemen ve son dönemde de Suudi Arabistan ile münasebetleri de iyiye doğru gitmekte ve dolayısıyla Kızıldeniz’in hem Arap yarımadası, hem de Afrika kıyısı, aslında Türkiye için bir güvenli su yolu hâline gelmektedir. Bu durum da Türkiye’nin bir deniz gücü olarak son dönemlerde yükselmeye başlamasının nedenini oldukça iyi açıklamaktadır.

Türk kamuoyu özellikle ABD’nin Ankara Büyükelçisi Jeffrey’nin son demeci üzerinde dikkatle durdu. Büyükelçinin bu demeci, ABD’nin Türkiye’ye karşı sürdürdüğü neredeyse 20 yıllık olumsuz politikanın, özellikle de 15 Temmuz’dan sonraki belirgin hasmane anlayışın sonuna geldiğini göstermesi açısından ilgi çekiciydi.

Evet, ABD konjonktürel gerçekliğe bakarak artık Türkiye’nin karşısında olmanın kendi çıkarlarına vereceği zararı görerek bir yeni politika belirleme peşindedir. ABD’nin gözüyle bakıldığında, Türkiye kaybedilirse Çin sınırından bütün Orta Asya bölgesini (ki buna ayrıca Müslüman Pakistan, Afganistan ve Bangladeş gibi bölgeleri de dâhil etmek lâzımdır), Kafkasları, Balkanları, Kuzey Afrika ve dediğimiz gibi Kızıldeniz sahillerindeki Türkiye’nin nüfuz alanlarını kaybedeceğini iyi bilmektedir.

Türkiye’nin Rusya-Çin blokunda yer alması demek, aslında Amerika’nın adeta Viyana’ya kadar çekilmesi ve bölgedeki bütün iddialarından vazgeçmesi anlamına geliyor. İşte Türkiye, ABD’nin bu bölgelerdeki son tutunma halkasıdır. ABD bu gerçeğe ayılmış görünüyor. Gerçi Suriye ve Irak’taki kuklalarından vazgeçecek gibi görünmüyor ancak özellikle Filistin Devleti’nin tanınması konusunda yürüyecek olan süreç oluşması ve bu süreçte bağımsız Filistin Devleti’nin ortaya çıkması İsrail’in bölgede arkasına ABD’yi alarak yürüttüğü politikaların sonunu getirecek ve dünya yeni bir reel politiğe doğru evrilecektir.

İşin sonunda, işte bu evrilme noktalarının kilidi olan Türkiye’yi yanına alan kazanırken, Türkiye’yi karşısına alansa kaybeder. İş bu kadar basittir, vesselâm.