“DOST dost diye nicesine sarıldım./ Benim sâdık yârim kara
topraktır./ Beyhude dolandım, boşa yoruldum./ Benim sadık yârim kara topraktır.”
Medeniyetimizin
âşık geleneğinin en büyük temsilcilerinden
halk ozanı Âşık Veysel’in ünlü “Kara
Toprak” türküsünü hepimiz biliriz. Kara
Toprak’ın sözleri sadece Âşık Veysel’in değil, bu coğrafyada yaşamış kadim
medeniyetimizin toprağa bakışını özetler. Gerek dinimizde, gerekse kültürümüzde
toprak, bizlere emânet edilen bedenlerimizin fânî dünya hayatındaki son
durağıdır. Bir yanıyla yaşamın bittiği yerken, bir yanıyla da yaşam kaynağının
ta kendisidir. Doğaya, bitkilere, insanlara (Evvel Allah) can verir. Toprak,
İlâhî bir güçle kutsanmıştır insanoğlu için. Üzerine kim ne ekerse misliyle
geri verir. İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük…
Ülkemiz,
verimli topraklar ve o verimli toprakların cömert yüzünü gösterdiği tarım
alanları açısından oldukça şanslı bir ülke. Şanslı, çünkü ülkemizin dört bir
yanında pek çok farklı türde meyve, sebze ve bitki yetişiyor. Verimli
topraklar, değerini bilenler için hazine ile eş değer âdeta. Bir de değerinin
bilinmediği taraf var ki, orada da erozyon, sel baskını, çarpık yapılaşma, hava
kirliliği gibi negatif etmenler baş gösteriyor.
Yazımızın
konusu, ülkemizde tarım politikalarının tarihsel süreci. Gerektiği gibi korunup
işlendiği vakit yaşadığımız coğrafyayı zenginleştiren topraklarımızın, tarımla
ilişkilendirilerek Cumhuriyet tarihi boyunca oluşturulan politikalarını masaya
yatıracağız. 1923’ten 2021’e tüm tarım politikalarını incelerken olumlu
gelişmelere alkış tutacak, olumsuzluklara ise ünlem koyacağız.
İçinde
bulunduğumuz koşullar, medeniyetler üzerindeki sosyal ve kültürel dönüşümlerin
üretim teknolojisindeki gelişmelere bağlı olduğunu gösteriyor. Tabiî üretimdeki
değişimler sosyo-kültürel değişimleri tetiklerken, bireylerin maddî ve mânevî
dünyasında da nicelik ve nitelik olarak birtakım değişimlere sebep oluyor. Çünkü
ekonomide yaşamsal önem arz eden tarım sektörü geçmişte birinci plândayken,
toplum düzeni ve bireylerin yaşam kültürleri buna göre şekilleniyor.
Cumhuriyet’in
kuruluşundan bugüne görev yapan hükûmetler, pratikte olmasa da en azından
teorik olarak gıda ihtiyacını kendi üretimiyle karşılayan ülke olmayı
hedeflemiş ve bu yönde iktisat politikalarını uygulamaya çalışmışlardır. Tabiî
incelediğimiz her dönem, beraberinde farklı iç ve dış koşulları da
barındırıyor. Misâl, 1939-1945 yılları arasında sirâyet eden İkinci Dünya Savaşı’ndaki
koşulları göz ardı edemeyiz. Keza 1973 Petrol Krizi, 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtı, 1980 Darbesi, 1990’de Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi önemli
gelişmeleri hesaba katmadan millî tarım politikalarını doğru bir şekilde
okuyamayız.
Şimdi
koltuğumuza yaslanalım ve yakın tarihte bereketli topraklar üzerinde ülkemizin
tarım politikalarına ışık tutalım…
1923-1938:
Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarım politikaları
Türkiye’deki
tarım politikaları, genel ekonomi politikalarına egemen olan iktisadî modelin
ruhuna uygun olarak gerçekleşmiştir. Az önce belirttiğimiz üzere, bu
politikaların belirlenmesinde yerli ve millî ihtiyaçlar olduğu kadar, dış
dünyadaki gelişmeler de önemli etkiye sahiptir. Her şeyden evvel Cumhuriyet’in
ilk yıllarında ülkemiz bir tarım toplumuydu. Her ne kadar yeni yeni sanayileşme
hamleleri bu dönemde baş gösterdiyse de ekonominin ana lokomotifi tarımdı.
Şöyle
ki, 1920’li yılların ortalarında tarımsal üretim değeri GSMH’nin yaklaşık yarısını
ve düşük tutarlarda seyreden ihracatın yüzde 90’ını sağlıyordu. Tarımsal
üretim, nüfusun yüzde 77’sine istihdam sağlasa da ekonominin en geri kalmış
kesimini oluşturuyordu. 1920’lerin başlarında verim düşüklüğü yanında doğal şartlara
bağlı olarak yıllar itibâriyle değişkenliği, sınırlı ulaşım ağı, yüksek taşıma
mâliyeti, hayvan ve emek gücüne dayalı ilkel üretim teknolojisi, maalesef tarım
sektörünün var olan potansiyelini tam anlamı ile gerçekleştirememesine yol
açtı.
1920’lerin
sonlarında ise tarımsal üretimin yıllık büyüme hızlarının ortalaması yüzde
8,9’a ulaşarak dönemin millî gelir büyüme hızını (yüzde 8,5) aştı. Kuşkusuz
bunda yeni kurulan bir devletin lehine işleyen zaman faktörünün rolü büyüktü. Savaş
ve yıkım yıllarından sonra ekonominin yeniden tesisi, millî gelirin en büyük
kesimini oluşturan tarımın dinamizmi sayesinde gerçekleşti.
Cumhuriyet’in
ilk yıllarında özel teşebbüs yok denecek kadar az olduğu için, tarımın
kalkındırılmasında devlet öncülüğünde önlemler alınmıştır. Ancak sanayi
alanında devlet teşebbüsleri
çoğunluğu oluşturduğu hâlde tarım alanında tek devlet teşebbüsü, devlet üretme çiftlikleridir. O dönemde
kurulan Dalaman Çiftliği’ni ve Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği’ni örnek
gösterebiliriz. Bunların amacı, sadece çiftçilere örnek olmak, onları
heveslendirmek, damızlık yetiştirmek ve ülke şartlarına uyan yeni karma bitki ve
hayvan türü geliştirmek olmuştur. Bu dönemde tarımda özel girişimciliği teşvik
ve geliştirmek üzere 1863’te Mithat Paşa tarafından kurulan Ziraat Bankası etkin
bir rol oynamış, tarımsal kredilerle alet ve makinaların yayılmasına, tarım
aletlerinin ithaline, yapımına ve çiftçiye verilmesine önayak olmuştur.
ABD’de
borsanın çöküşüyle başlayan ve sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alan 1929 Büyük
Buhranı, genel ekonomi politikalarının ve tarım politikalarının ülkemizde de revize
edilmesine neden olmuştur. Bunalımdan sonra özellikle tüketime konu malların
fiyatlarında yaşanan çöküş ve kar marjının bozulması, tarımda ciddî sorunlara
yol açmıştır. Dönemin idâresi, mecburen çiftçilerin durumunda yaşanan kötü
gidişata karşı 1932’de buğday ve tütün alımlarında doğrudan ve dolaylı fiyat
desteklemelerini başlatmıştır. Bunun için Toprak Mahsulleri Ofisi ve Ziraat
Bankası çiftçiden buğday satın alarak çiftçiyi korumaya çalışmıştır.
Atıl
durumda olan işlenmemiş toprak rezervleri, savaşların bitmesiyle kullanıma açılmıştır.
Üstelik savaşın ardından hayatta kalmayı başarabilen genç erkek nüfus ve eldeki
büyükbaş hayvanlarla üretimi arttırma olanağı doğmuştur. Buna 1935’ten itibâren
dünyada tarım ürünleri ticâret hâdlerinde ortaya çıkan bir miktar iyileşme de
eklenince üretim artmış ve bu sayede 1929 Krizi’nin etkileri asgarî seviyeye
indirilmiştir.
Bu dönemin tarım politikalarında 1929 Krizi belirleyici olmuştur. Çünkü 1923-1929 dönemi “tarımda liberalleşme dönemi” olarak nitelendirilirken, 1930’lar ile birlikte devletçiliğin ve korumacılığın ön plâna çıktığı Keynesyen politikaların revaçta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlginç bir şekilde 1929 Krizi’nin olumsuz etkilerini bertaraf etmek için benimsenen devletçi yapı ve ithal ikâme stratejisi, daha sonraları belli değişiklikler göstermekle birlikte, yarım yüzyıl süreyle ülke ekonomisinin temel gelişme modeli olarak kalmıştır.
1938-1950:
Tek Parti dönemi tarım politikaları
1938-1950
yıllarını kapsayan dönem, katı devletçiliğin uygulandığı dönemdir. Uygulanan
katı devletçiliğin görünürdeki sebebi İkinci Dünya Savaşı iken, buzdağının
ardında ise henüz demokratik siyâsî düzene geçilmemesinin verdiği kontrol
mekanizması yatmaktadır. Tek parti döneminde devlet kontrolü hayatın her hâl ve
şartında olmazsa olmazdır. Yalnız bu kontrol döneminde İkinci Dünya Savaşı’nın
tüm şiddetiyle devam ettiği gerçeğini ve ekonomilerin içe kapalı bir şekilde
hayatlarına devam ettiklerini de unutmamak gerekir.
Kapalı
ekonomi ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1940-1945 döneminde millî gelirde,
sanayi ve tarımsal üretimde düşüş yaşanmıştır. Söz konusu dönemde sanayi
üretimi yıllık ortalama yüzde 5,5; tarım yüzde 7,1; millî gelir ise yüzde 6
düşmüştür. Tarım üretiminde hayatî önem taşıyan buğdayın üretimi yıllık
ortalama olarak yüzde 9 kadar azalmıştır. Dönemin idâresi, savaştan sonra tarım
sektörünü kalkındırmak ve ekonominin lokomotifi olmasını sağlamak konusunda birtakım
girişimlerde bulunduysa da girişimler pratiğe yansımamış ve durgunluk
önlenememiştir.
1950-1960:
Demokrat Parti dönemi tarım politikaları
Bu
dönem için “1923-1938 ile birlikte tarımın altın yılları” desek abartmış
olmayız. Çok partili siyâsî hayata geçişin yanında 1929 Buhranı ve İkinci Dünya
Savaşı ile kesintiye uğrayan liberalizme dış konjonktürün etkisiyle geri
dönülmüştür. Savaş yıllarında artan sermaye birikimi başta ticâret sermâyesi yanında
diğer iç ve dış etkenler ekonomik ve toplumsal gelişmede önceki dönemlerle
karşılaştırılmayacak derecede etkili olmuştur. Bu süreç, kırsal kesimin
piyasaya açılması ve hızlı kentleşme ile birlikte yeni birikim olanakları sağlamıştır.
1950-1960
yılları arasında tarımdaki anahtar kelime herhâlde “hızlı makineleşme” olsa
gerektir. Bu sayede ürün fiyatları da desteklenmiş ve tarımsal üretimin büyüme
hızı yılda yüzde 3’ün üzerinde olmuştur. Yeni girdilerin, sulama yöntemlerinin,
yüksek verimlilik sağlayan tarım araç ve makinelerinin kullanılması dolayısıyla
toprak verimliliğinin artması, dönem içerisinde daha çok 1950’li yılların
sonlarına rastlar.
Demokrat Parti döneminde tarımda önemli gelişmeler elde edilmiştir. Pazar genişlemiştir. Tarımın piyasaya açılması ve tarımsal hammadde işleyen sanayilerin gelişmesi ile birlikte tarımsal ürün bileşiminde bazı değişiklikler yaşanmıştır. Bitkisel üretimin tarımsal üretimdeki ağırlığı hayvancılık üretiminin aleyhine genişleyerek yüzde 60’lara ulaşmıştır. Ayrıca bitkisel üretim içindeki sanayi ürünlerinin ve ihraç ürünlerinin ağırlığı da artmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında özel teşebbüs yok denecek kadar az olduğu için, tarımın kalkındırılmasında devlet öncülüğünde önlemler alınmıştır.
1962-1979:
Plânlı kalkınma dönemi tarım politikaları
Dikkat
ettiyseniz, 1960’tan 1962’ye atladık. Siyâsî tarihimize kara bir leke olarak geçen
1960 Darbesi, yalnızca hür tefekkür hayatına darbe vurmamış, sosyo-ekonomik
olarak ülkenin zengin kaynaklarına da darbe vurmuştu. Bu darbeden doğal olarak
tarım da etkilenmiş ve ülkenin ana üretim dalında tâbiri caizse yaprak
kıpırdamamıştı. 1960 Darbesi’nin etkileri 1970’lerin sonuna kadar sürse de ülke
idâresi 1950 ve 1960’lardaki altın dönemin rakamlarına ulaşmaya çalışmış, o
seviye bir daha yakalanamamıştı.
1960’larda
IMF önerisiyle ithal ikâmeci sanayileşme stratejisi
benimsendi. Bunun anlamı, ithal sanayi mallarının ara parçalarının ithal
edilmesi ve Türkiye’de montajının yapılmasıydı. 1963’te beş yıllık plânlı
kalkınmayla birlikte iç pazar da yabancı malların rekabetinden korunmaya
başlandı. İthal ikâmesi yoluyla sanayileşme, 20’nci yüzyılda az gelişmiş
ülkelerin izlediği kalkınma stratejilerinden biriydi.
“Plânlı
dönem” olarak adlandırabileceğimiz bu dönemin temel amacı, ekonomiyi aşırı dışa
bağımlılıktan kurtarmak ve kalkınmayı gerçekleştirmek üzere sanayileşmeyi
öngörürken, ilk kez 1963’te uygulamaya başlanan beş yıllık kalkınma plânları ile tarımda ve ekonomide reformist bir
dönüşüm hedeflenmişti. Kamu için emredici,
özel sektör içinse tavsiye edici bu
plânlarla tüm iktisadî beklentiler ve politikalar gerçekçi bir şekilde ortaya
konulmaya çalışıldı. Bu dönemin en büyük şanssızlığı, vatansever bürokratların
tüm çabalarına rağmen basiretsiz koalisyon hükûmetlerinin elinde hebâ olan
ekonomi politikalarının memleketin değişken gündemleriyle eriyip gitmesiydi.
1973
Petrol Krizi ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile birlikte ülkemiz uluslararası
plâtformda yalnızlaştırılmış, artık tarih kitaplarında okuduğumuz gaz yağı, ayçiçek
yağı, benzin ve margarin kuyrukları bu dönemde ortaya çıkmıştı. 1970’lerin
sonlarına kadar uygulanan ilk üç plân ithal
ikâmeci, sonraki plânlar ise ihracata
dönük büyüme stratejisine dayalı plânlardı. İki farklı stratejiyi karşılaştırmak
üzere, ikisine ait plânlardan tarım politikaları ile ilgili birer kesit almak
yeterli olabilir.
1963-1967
yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nda zorunlu gıda
maddelerinin üretiminin artışı için tarım yatırımlarına öncelik tanınmıştır. Plân
süresince bu malların arzında talebe denk bir artışın olması beklenmektedir.
Nüfusun artan bir oranı tarımdan çekileceği için şehirlerde besin maddelerinin
üretiminde oluşacak tıkanıklıkları aşmak ve bölgesel fiyat farklarını ortadan
kaldırmak için tarım sektörünü piyasa ekonomisine daha çok açmak gerekmektedir.
Köylerin piyasalarla ilişkisini arttıracak ulaştırma olanaklarının
geliştirilmesi ve satış kooperatiflerinin kurulması gibi önlemler bunu sağlamak
için plânda yer almıştır. Burada, tarım sektöründe üretimi arttırmak üzere
kamusal yatırımları öngören, üreticiyi destekleyen ve tüketiciyi koruyan
politikaları, ithal ikâmeci stratejinin kalkınma plânlarına yansıması olarak
görmek mümkündür.
Diğer
örneğimize geçelim: 1985-1989 yıllarını kapsayan Beşinci Beş Yıllık Kalkınma
Plânı’nda ise tarımsal fiyat ve gelirlerde istikrarı korumak, pazarlama
kolaylıkları sağlamak, ekilebilir arazinin niteliklerine, iç ve dış talebe
uygun bir üretim yapısıyla verimliliğin artmasını sağlamak esastır. İhracata yönelik
tarımsal ürünlerin desteklenmesinde, dış rekabet olanakları dikkate alınarak
kaliteli ve standart ürün lehine daha etkin bir fiyat farklılaştırma politikası
izlenmiştir. Görüleceği üzere 1985-1989 yılları arasında dışa açık bir ekonomik
model olma hedefi aşikârdır.
İthal
ikâmeci birikim modeli kapsamında sanayi ve tarımda uygulanan politikaların
sonucunda sistemli bir destekleme politikası gündeme gelmiştir. 1932 yılında
buğdayla başlayan destekleme uygulaması, 1950’li yıllarda tahıllar, tütün, şeker
pancarı ve haşhaşla devam etmiş, 1960’larda Tarım Satış Kooperatifleri
Birlikleri’nin (TSKB) alım-satım ve işlemesini yaptığı ürünlerin önemli bir
kısmı da eklenince, desteklenen ürün sayısı 1969’da 17, 1970’lerde ise 22
olmuştur.
1960’larda
yaygın tarımdan yoğun tarıma geçiş, tarımsal üretimi arttırdığı gibi mâliyetleri
de arttırmıştır. Güneydoğu Anadolu’da, Fırat vadisinde devreye giren büyük ve
yüksek mâliyetli sulama projesi (GAP) de bu süreçte rol oynamış ve yıllar sonra
projeler bittiğinde bu bölgeye can vermiştir.
Bu dönemde tarımı geliştirmeye yönelik çabalar kısmen de olsa meyvesini vermiş, Türkiye özellikle ABD’nin tarım destekleriyle önemli mesafe alarak kendisini besleyebilen bir ülke konumuna geçmiştir. Tarımın millî gelirdeki payı 1960’larda yüzde 30’un üzerinde iken, sanayileşmenin etkisiyle 1970’lerde yüzde 25-30 seviyelerine gerilemiştir. Tarımsal işgücü 1972’de yüzde 77 iken, bu oran 1979’da yaklaşık yüzde 60’a düşmüştür.
1980-2000:
Piyasa ekonomisine geçiş dönemi tarım politikaları
Türkiye,
yaşadığı siyâsî istikrarsızlıkların da etkisiyle, 1970’li yılları yapay
önlemlerle, sorunların derinine inmeden, var olan ve modeli koruyarak
geçiştirmeye çalışmış, sonuçta çok daha derin bir bunalımla karşı karşıya
kalmıştır. 1980 Darbesi ile birlikte maalesef tıpkı 1960’ta olduğu gibi elli
altmış yıl geriye giden Türkiye ekonomisi, ithalat ve üretimde yapısal
sıkıntılar yaşamış, bu dönemde kıtlık ve darlık baş göstermiştir.
Derin
bir bunalım ortamında mevcut hükûmet, darbeden yaklaşık sekiz ay önce, 24 Ocak
1980 tarihinde kapsamlı ve beklenmedik boyutlarda radikal bir istikrar ve
liberalleşme programını yürürlüğe koymuştur. “İktisadî istikrar tedbirleri”
olarak tanımlanan bu kararlar, aynı yılın siyasal gelişmeleriyle de birleşerek
uzun süreli bir nitelik kazanmıştır. Söz konusu iktisadî istikrar tedbirleri,
1989 ve 1990 yıllarında alınan bir dizi kararla dövizde konvertibiliteye
geçilmesiyle birlikte daha geniş bir boyut kazanmıştır.
24
Ocak Kararları ile birlikte Türk lirası devalüe edilerek günlük kur uygulamasına
geçilmiş, devletin ekonomideki varlığının azaltılması, tarım ürünlerini
destekleme alımlarının sınırlandırılması, gübre, enerji ve ulaştırma hâricinde
sübvansiyonların kaldırılması ve dış ticâretin serbestleştirmesiyle devlet,
piyasa mekanizmasından elini ayağını çekmiştir. Bunun yanı sıra, yabancı sermâye
yatırımları teşvik edilerek kâr transferlerine kolaylık sağlanmıştır. Yurtdışı
müteahhitlik hizmetleri desteklenmeye başlanmış; ithalat, aşamalı bir şekilde
serbestleştirilmiştir.
Saydığımız
özelleştirme hamleleri ile bir yandan sermâye önündeki bariyerler neo-liberal
politikalar kapsamında kaldırılırken, diğer yandan 1980 öncesinde borçlarının
tahsilatını sağlamak üzere kendi yağında kavrulmasını tavsiye eden uluslararası
kurumlar, bu kararlarla bu defa da âdeta “Borcunuzu ödemek için neyiniz var,
neyiniz yoksa satın!” demeye başlamışlardı.
Bir
şeyi itiraf edelim: 24 Ocak 1980 Kararları, tarım fiyatlarının baskı altına
alınmasını öngörüyordu. Bu neo-liberal politikalar, sanayi kesiminin önünü
açarken tarım ekonomisinde küçülme anlamına geldi. 24 Ocak Kararları ile
birlikte Türkiye’de tarım için eski sayfanın kapandığını ve piyasa
egemenliğinin hüküm sürdüğü yeni bir sayfanın açıldığını söylemek yanlış olmaz.
24
Ocak Kararlarının millî tarım politikaları açısından pek de faydalı olmadığını
söylemiştik. Bu kararlardan 19 yıl sonra, 1999’da IMF ile imzalanan Stand-By
Anlaşması ve Dünya Bankası Tarım Uygulama Projesi (TRUP) Anlaşması ile tarım
politikamız uluslararası sermâyenin ihtiyaçları yönünde yeniden
yapılandırılmış, devletin rolü yalnızca bu yönde düzenlemelerde bulunmaya
indirgenmişti. Bu 20 yıllık dönemde gerek içeriden, gerekse dışarıdan tarım sektörünü
piyasanın amaçlarına yönelik dönüştürme çabalarının yansıması, destekleme
kapsamının daraltılması, tarımsal ürün fiyatlarının baskılanması ve iç ticâret
hâdlerinin keskin bir şekilde tarım sektörünün aleyhine dönmesi ile birlikte
ülkemizde tarım, maalesef kan kaybetmiştir.
2000
sonrası dönemde tarım politikaları
21’inci
yüzyılın başlarında Türk siyâsetinde bir devrim yaşanmış, 1990 ve 2000’li yılların
başında yaşanan krizlerin faturasını milletimiz koalisyonlara kesmiş, teveccüh
göstererek Adalet ve Kalkınma Partisi’ni tek başına iktidara taşımıştır.
Bu
dönemde tarım sektöründe de yapısal dönüşüme tahvil edilebilecek çeşitli
politikalar izlenmiş, düzenlemeler yapılmış ve bazı önemli sonuçlar elde edilmiştir.
Örneğin, Tarım Kanunu da dâhil Tarımda
Yapısal Dönüşüm Dönemi’ni başlatan 13 temel yasa yayımlanmıştır. Söz konusu
belgede, tarımın sosyal alan olmaktan
çok, stratejik ve rekabete dayalı iktisadî bir sektör olarak ele alınması
ibâresi ile tarımın stratejik önemine vurgu yapılmıştır.
2000
sonrası Tarımda Destekleme Politikaları’nın
yerine küçük üreticiyi hedef alan araziye dayalı Doğrudan Gelir Desteği Sistemi’ne geçilmesi; hububat, tütün ve
şekerpancarı fiyatlarının dünya fiyatları ile uyumlu olması ve zamanla
destekleme alımlarının kaldırılması, Hükûmet adına bazı tarımsal ürünlerde
destekleme alımı yapan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri’nin özerk yapıya
kavuşturulması gibi tarımda var olan devlet etkisinin minimize edilerek
piyasanın serbestleştirilmesi yoluna gidilmiştir.
Tarım,
2000’li yıllardan itibâren serbest piyasa koşullarına göre bir kez daha
şekillendirilirken, oldukça hızlı bir şekilde geleneksellikten yeniden
yapılanma sürecine girmiştir. Bu süreçteki yeniliklerden biri de Stratejik Plânlama
sürecine geçilmesidir. Tarım Strateji Belgesi (2006-2010) ve Stratejik Plân (2010-2014)
hazırlanmış, stratejik alanlar belirlenmiştir. Ayrıca bu strateji belgelerine
bağlı olarak hazırlanan Orta Vadeli
Program da tarımsal politikalar üzerinde etkili olmuştur.
Pek
çoğumuza ilginç gelebilir ama bu dönemde hem ithalat, hem de ihracat artmıştır.
Bunun nedenini bulmak için ekonomist olmaya gerek yok. Zira istikrarlı ekonomik
büyüme, beraberinde üretimi ve talebi aynı yönde artırmış, bu sayede de hem
ithalat, hem de ihracat rakamları yükselmiştir.
Tarımsal
üretim bu dönemde 23,7 milyar dolardan 52,2 milyar dolara çıkmıştır. İhracat
3,7 milyar dolardan 2018 yılında 18,5 milyar dolara yükselmiştir. Tarım
ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 4,3’e çıkmıştır. 2018
rakamlarını baz almakta fayda var. Çünkü Covid-19 Salgını ile birlikte özellikle
dünya bazında 2019 sonunda, ülke bazında ise Mart 2020’de ilk vakanın görüldüğü
düşünülürse, bu dönemlere rastlayan verilerin pek de sağlıklı olmadığını
düşünmek mümkündür.
2000 ile 2018’i kıyaslamaya devam edelim: Tarımda ithalat 2,1 milyar dolardan 14,2 milyar dolara çıkmıştır. Tarım ürünlerinin bu dönemde ithalattaki payı yüzde 2,2’den yüzde 3,8’e yükselmiştir. Tarım alanları 26 milyon 579 bin hektardan 23 milyon 375 bin hektara düşmüştür. Destekleme Ödemeleri ise 1 milyon 821 bin 200 TL’den 7 milyon 703 bin TL’ye çıkmıştır.
Yıllarca tarımsal üretimi iç talebi karşılayan sayılı ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin buğday, mısır, pirinç ve et gibi ürünlerde ithalatçı konumuna gelmesi ve gıda enflasyonunun artması, belki de bazı politikaların revize edilmesini gündeme getirecektir.
Peki,
ne yapmalı?
Kişisel
bir tespit yapmak istiyorum. Tarım sektörü, Cumhuriyet’in ilk yılları ile 1950-1960
arasında altın dönemlerini yaşadı. Tek parti dönemi ile geçen 1940’lı yıllar ve
koalisyon cenneti 70’li yıllarda ise basîretsiz yönetimlerin kurbanı oldu. 1980
sonrası serbest piyasa ekonomisi ile ülkemiz her alanda çağ atlarken, maalesef
tarım sektörü bundan olumsuz etkilendi. Çünkü sanayi sektörü genişlerken tarım
sektörü ister istemez geri plânda kaldı. Çiftçinin kara gün dostu olarak bildiğimiz
TMO ve Ziraat Bankası gibi devlet kurumları tarım sektöründe etkinliklerini
yitirdiler. 2002 sonrasında ise en azından Ziraat Bankası yeniden canlandırıldı
ve tarım sektörü için can simidi olmaya devam etti.
Dış
ticâretin serbestleştirilmesi ve tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi ile
birlikte sancılı bir dönüşüm gerçekleşmiş, sonuç olarak da ülkemiz tarımda
sürekli dış ticâret fazlası verirken, sonradan net ithalatçı olmaya
başlamıştır.
Türkiye’de
ekonominin işleyişine ilişkin her ülkede olduğu gibi düzen arayışı hep
olmuştur. Bu açıdan tarihsel süreç içinde iç-dış ekonomik ve siyasal koşuların
etkisiyle dönemler itibâriyle plânlama-piyasa arasında değişen iktisat politikaları
uygulanmıştır. Her dönemin kendine özgü politikaları ile tarım sektörü
yapılandırılmaya çalışılmıştır. Her dönemin yaklaşımları farklı olduğu gibi,
uyguladıkları politikaların sonuçları da farklı olmuştur ve olacaktır. Ancak
yıllarca tarımsal üretimi iç talebi karşılayan sayılı ülkeler arasında yer alan
Türkiye’nin buğday, mısır, pirinç ve et gibi ürünlerde ithalatçı konumuna
gelmesi ve gıda enflasyonunun artması, belki de bazı politikaların revize
edilmesini gündeme getirecektir.
Ülkemizde
hangi iktidar başa gelirse gelsin, bir plânlama geleneği var. Lâkin plânlamayı
tek başına çözüm olarak görmemek gerekiyor. Plânlamaya ek olarak, tarımsal faaliyetlerle
ilgili güvenilir, doğru ve hızlı bilgi akışının sağlanması, tarımda devlet
desteğininim devam etmesi, çay ve fındıkta olduğu gibi üreticinin ürününe satın
alma garantisinin verilmesi, üreticilerin örgütlenmelerini teşvik edecek ve
kolaylaştıracak politikaların artarak devam etmesi, üniversiteler ile yerel
yönetimlerin tarım politikalarında paydaş olarak görülmesi, gıda enflasyonunda
önemli bir yer tutan meyve ve sebze fiyatlarında aracıların sayısı ve komisyon
miktarlarına gerekli şartlarda devlet tarafından müdahale edilmesi elzem
görülmektedir.
Kaynakça
Türkiye’de Tarihsel Süreçte Tarım
Politikası ve Planlama Deneyimi, Prof. Dr. Kalaycı. İ-Doç. Dr. Kaya. M, Aksaray
Ünv. İİBF Dergisi Sayı:2021/2, Aksaray
Boratav, K.(2013) , Türkiye İktisat
Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara
Eğilmez, M.(2018), Değişim Sürecinde Türkiye: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sosyo-Ekonomik Bir Değerlendirme, Remzi Kitabevi, İstanbul