Türkiye’de tarım politikalarının tarihsel süreci

24 Ocak 1980 Kararları, tarım fiyatlarının baskı altına alınmasını öngörüyordu. Bu neo-liberal politikalar, sanayi kesiminin önünü açarken tarım ekonomisinde küçülme anlamına geldi. 24 Ocak Kararları ile birlikte Türkiye’de tarım için eski sayfanın kapandığını ve piyasa egemenliğinin hüküm sürdüğü yeni bir sayfanın açıldığını söylemek yanlış olmaz.

“DOST dost diye nicesine sarıldım./ Benim sâdık yârim kara topraktır./ Beyhude dolandım, boşa yoruldum./ Benim sadık yârim kara topraktır.”

Medeniyetimizin âşık geleneğinin en büyük temsilcilerinden halk ozanı Âşık Veysel’in ünlü “Kara Toprak” türküsünü hepimiz biliriz. Kara Toprak’ın sözleri sadece Âşık Veysel’in değil, bu coğrafyada yaşamış kadim medeniyetimizin toprağa bakışını özetler. Gerek dinimizde, gerekse kültürümüzde toprak, bizlere emânet edilen bedenlerimizin fânî dünya hayatındaki son durağıdır. Bir yanıyla yaşamın bittiği yerken, bir yanıyla da yaşam kaynağının ta kendisidir. Doğaya, bitkilere, insanlara (Evvel Allah) can verir. Toprak, İlâhî bir güçle kutsanmıştır insanoğlu için. Üzerine kim ne ekerse misliyle geri verir. İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük…

Ülkemiz, verimli topraklar ve o verimli toprakların cömert yüzünü gösterdiği tarım alanları açısından oldukça şanslı bir ülke. Şanslı, çünkü ülkemizin dört bir yanında pek çok farklı türde meyve, sebze ve bitki yetişiyor. Verimli topraklar, değerini bilenler için hazine ile eş değer âdeta. Bir de değerinin bilinmediği taraf var ki, orada da erozyon, sel baskını, çarpık yapılaşma, hava kirliliği gibi negatif etmenler baş gösteriyor.

Yazımızın konusu, ülkemizde tarım politikalarının tarihsel süreci. Gerektiği gibi korunup işlendiği vakit yaşadığımız coğrafyayı zenginleştiren topraklarımızın, tarımla ilişkilendirilerek Cumhuriyet tarihi boyunca oluşturulan politikalarını masaya yatıracağız. 1923’ten 2021’e tüm tarım politikalarını incelerken olumlu gelişmelere alkış tutacak, olumsuzluklara ise ünlem koyacağız.

İçinde bulunduğumuz koşullar, medeniyetler üzerindeki sosyal ve kültürel dönüşümlerin üretim teknolojisindeki gelişmelere bağlı olduğunu gösteriyor. Tabiî üretimdeki değişimler sosyo-kültürel değişimleri tetiklerken, bireylerin maddî ve mânevî dünyasında da nicelik ve nitelik olarak birtakım değişimlere sebep oluyor. Çünkü ekonomide yaşamsal önem arz eden tarım sektörü geçmişte birinci plândayken, toplum düzeni ve bireylerin yaşam kültürleri buna göre şekilleniyor.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne görev yapan hükûmetler, pratikte olmasa da en azından teorik olarak gıda ihtiyacını kendi üretimiyle karşılayan ülke olmayı hedeflemiş ve bu yönde iktisat politikalarını uygulamaya çalışmışlardır. Tabiî incelediğimiz her dönem, beraberinde farklı iç ve dış koşulları da barındırıyor. Misâl, 1939-1945 yılları arasında sirâyet eden İkinci Dünya Savaşı’ndaki koşulları göz ardı edemeyiz. Keza 1973 Petrol Krizi, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, 1980 Darbesi, 1990’de Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi önemli gelişmeleri hesaba katmadan millî tarım politikalarını doğru bir şekilde okuyamayız.

Şimdi koltuğumuza yaslanalım ve yakın tarihte bereketli topraklar üzerinde ülkemizin tarım politikalarına ışık tutalım…    

1923-1938: Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarım politikaları

Türkiye’deki tarım politikaları, genel ekonomi politikalarına egemen olan iktisadî modelin ruhuna uygun olarak gerçekleşmiştir. Az önce belirttiğimiz üzere, bu politikaların belirlenmesinde yerli ve millî ihtiyaçlar olduğu kadar, dış dünyadaki gelişmeler de önemli etkiye sahiptir. Her şeyden evvel Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkemiz bir tarım toplumuydu. Her ne kadar yeni yeni sanayileşme hamleleri bu dönemde baş gösterdiyse de ekonominin ana lokomotifi tarımdı. 

Şöyle ki, 1920’li yılların ortalarında tarımsal üretim değeri GSMH’nin yaklaşık yarısını ve düşük tutarlarda seyreden ihracatın yüzde 90’ını sağlıyordu. Tarımsal üretim, nüfusun yüzde 77’sine istihdam sağlasa da ekonominin en geri kalmış kesimini oluşturuyordu. 1920’lerin başlarında verim düşüklüğü yanında doğal şartlara bağlı olarak yıllar itibâriyle değişkenliği, sınırlı ulaşım ağı, yüksek taşıma mâliyeti, hayvan ve emek gücüne dayalı ilkel üretim teknolojisi, maalesef tarım sektörünün var olan potansiyelini tam anlamı ile gerçekleştirememesine yol açtı.

1920’lerin sonlarında ise tarımsal üretimin yıllık büyüme hızlarının ortalaması yüzde 8,9’a ulaşarak dönemin millî gelir büyüme hızını (yüzde 8,5) aştı. Kuşkusuz bunda yeni kurulan bir devletin lehine işleyen zaman faktörünün rolü büyüktü. Savaş ve yıkım yıllarından sonra ekonominin yeniden tesisi, millî gelirin en büyük kesimini oluşturan tarımın dinamizmi sayesinde gerçekleşti.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında özel teşebbüs yok denecek kadar az olduğu için, tarımın kalkındırılmasında devlet öncülüğünde önlemler alınmıştır. Ancak sanayi alanında devlet teşebbüsleri çoğunluğu oluşturduğu hâlde tarım alanında tek devlet teşebbüsü, devlet üretme çiftlikleridir. O dönemde kurulan Dalaman Çiftliği’ni ve Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği’ni örnek gösterebiliriz. Bunların amacı, sadece çiftçilere örnek olmak, onları heveslendirmek, damızlık yetiştirmek ve ülke şartlarına uyan yeni karma bitki ve hayvan türü geliştirmek olmuştur. Bu dönemde tarımda özel girişimciliği teşvik ve geliştirmek üzere 1863’te Mithat Paşa tarafından kurulan Ziraat Bankası etkin bir rol oynamış, tarımsal kredilerle alet ve makinaların yayılmasına, tarım aletlerinin ithaline, yapımına ve çiftçiye verilmesine önayak olmuştur.

ABD’de borsanın çöküşüyle başlayan ve sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alan 1929 Büyük Buhranı, genel ekonomi politikalarının ve tarım politikalarının ülkemizde de revize edilmesine neden olmuştur. Bunalımdan sonra özellikle tüketime konu malların fiyatlarında yaşanan çöküş ve kar marjının bozulması, tarımda ciddî sorunlara yol açmıştır. Dönemin idâresi, mecburen çiftçilerin durumunda yaşanan kötü gidişata karşı 1932’de buğday ve tütün alımlarında doğrudan ve dolaylı fiyat desteklemelerini başlatmıştır. Bunun için Toprak Mahsulleri Ofisi ve Ziraat Bankası çiftçiden buğday satın alarak çiftçiyi korumaya çalışmıştır.

Atıl durumda olan işlenmemiş toprak rezervleri, savaşların bitmesiyle kullanıma açılmıştır. Üstelik savaşın ardından hayatta kalmayı başarabilen genç erkek nüfus ve eldeki büyükbaş hayvanlarla üretimi arttırma olanağı doğmuştur. Buna 1935’ten itibâren dünyada tarım ürünleri ticâret hâdlerinde ortaya çıkan bir miktar iyileşme de eklenince üretim artmış ve bu sayede 1929 Krizi’nin etkileri asgarî seviyeye indirilmiştir.

Bu dönemin tarım politikalarında 1929 Krizi belirleyici olmuştur. Çünkü 1923-1929 dönemi “tarımda liberalleşme dönemi” olarak nitelendirilirken, 1930’lar ile birlikte devletçiliğin ve korumacılığın ön plâna çıktığı Keynesyen politikaların revaçta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlginç bir şekilde 1929 Krizi’nin olumsuz etkilerini bertaraf etmek için benimsenen devletçi yapı ve ithal ikâme stratejisi, daha sonraları belli değişiklikler göstermekle birlikte, yarım yüzyıl süreyle ülke ekonomisinin temel gelişme modeli olarak kalmıştır.


1938-1950: Tek Parti dönemi tarım politikaları

1938-1950 yıllarını kapsayan dönem, katı devletçiliğin uygulandığı dönemdir. Uygulanan katı devletçiliğin görünürdeki sebebi İkinci Dünya Savaşı iken, buzdağının ardında ise henüz demokratik siyâsî düzene geçilmemesinin verdiği kontrol mekanizması yatmaktadır. Tek parti döneminde devlet kontrolü hayatın her hâl ve şartında olmazsa olmazdır. Yalnız bu kontrol döneminde İkinci Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle devam ettiği gerçeğini ve ekonomilerin içe kapalı bir şekilde hayatlarına devam ettiklerini de unutmamak gerekir.

Kapalı ekonomi ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1940-1945 döneminde millî gelirde, sanayi ve tarımsal üretimde düşüş yaşanmıştır. Söz konusu dönemde sanayi üretimi yıllık ortalama yüzde 5,5; tarım yüzde 7,1; millî gelir ise yüzde 6 düşmüştür. Tarım üretiminde hayatî önem taşıyan buğdayın üretimi yıllık ortalama olarak yüzde 9 kadar azalmıştır. Dönemin idâresi, savaştan sonra tarım sektörünü kalkındırmak ve ekonominin lokomotifi olmasını sağlamak konusunda birtakım girişimlerde bulunduysa da girişimler pratiğe yansımamış ve durgunluk önlenememiştir.

1950-1960: Demokrat Parti dönemi tarım politikaları

Bu dönem için “1923-1938 ile birlikte tarımın altın yılları” desek abartmış olmayız. Çok partili siyâsî hayata geçişin yanında 1929 Buhranı ve İkinci Dünya Savaşı ile kesintiye uğrayan liberalizme dış konjonktürün etkisiyle geri dönülmüştür. Savaş yıllarında artan sermaye birikimi başta ticâret sermâyesi yanında diğer iç ve dış etkenler ekonomik ve toplumsal gelişmede önceki dönemlerle karşılaştırılmayacak derecede etkili olmuştur. Bu süreç, kırsal kesimin piyasaya açılması ve hızlı kentleşme ile birlikte yeni birikim olanakları sağlamıştır.

1950-1960 yılları arasında tarımdaki anahtar kelime herhâlde “hızlı makineleşme” olsa gerektir. Bu sayede ürün fiyatları da desteklenmiş ve tarımsal üretimin büyüme hızı yılda yüzde 3’ün üzerinde olmuştur. Yeni girdilerin, sulama yöntemlerinin, yüksek verimlilik sağlayan tarım araç ve makinelerinin kullanılması dolayısıyla toprak verimliliğinin artması, dönem içerisinde daha çok 1950’li yılların sonlarına rastlar.

Demokrat Parti döneminde tarımda önemli gelişmeler elde edilmiştir. Pazar genişlemiştir. Tarımın piyasaya açılması ve tarımsal hammadde işleyen sanayilerin gelişmesi ile birlikte tarımsal ürün bileşiminde bazı değişiklikler yaşanmıştır. Bitkisel üretimin tarımsal üretimdeki ağırlığı hayvancılık üretiminin aleyhine genişleyerek yüzde 60’lara ulaşmıştır. Ayrıca bitkisel üretim içindeki sanayi ürünlerinin ve ihraç ürünlerinin ağırlığı da artmıştır. 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında özel teşebbüs yok denecek kadar az olduğu için, tarımın kalkındırılmasında devlet öncülüğünde önlemler alınmıştır. 

1962-1979: Plânlı kalkınma dönemi tarım politikaları

Dikkat ettiyseniz, 1960’tan 1962’ye atladık. Siyâsî tarihimize kara bir leke olarak geçen 1960 Darbesi, yalnızca hür tefekkür hayatına darbe vurmamış, sosyo-ekonomik olarak ülkenin zengin kaynaklarına da darbe vurmuştu. Bu darbeden doğal olarak tarım da etkilenmiş ve ülkenin ana üretim dalında tâbiri caizse yaprak kıpırdamamıştı. 1960 Darbesi’nin etkileri 1970’lerin sonuna kadar sürse de ülke idâresi 1950 ve 1960’lardaki altın dönemin rakamlarına ulaşmaya çalışmış, o seviye bir daha yakalanamamıştı.

1960’larda IMF önerisiyle ithal ikâmeci sanayileşme stratejisi benimsendi. Bunun anlamı, ithal sanayi mallarının ara parçalarının ithal edilmesi ve Türkiye’de montajının yapılmasıydı. 1963’te beş yıllık plânlı kalkınmayla birlikte iç pazar da yabancı malların rekabetinden korunmaya başlandı. İthal ikâmesi yoluyla sanayileşme, 20’nci yüzyılda az gelişmiş ülkelerin izlediği kalkınma stratejilerinden biriydi.

“Plânlı dönem” olarak adlandırabileceğimiz bu dönemin temel amacı, ekonomiyi aşırı dışa bağımlılıktan kurtarmak ve kalkınmayı gerçekleştirmek üzere sanayileşmeyi öngörürken, ilk kez 1963’te uygulamaya başlanan beş yıllık kalkınma plânları ile tarımda ve ekonomide reformist bir dönüşüm hedeflenmişti. Kamu için emredici, özel sektör içinse tavsiye edici bu plânlarla tüm iktisadî beklentiler ve politikalar gerçekçi bir şekilde ortaya konulmaya çalışıldı. Bu dönemin en büyük şanssızlığı, vatansever bürokratların tüm çabalarına rağmen basiretsiz koalisyon hükûmetlerinin elinde hebâ olan ekonomi politikalarının memleketin değişken gündemleriyle eriyip gitmesiydi.

1973 Petrol Krizi ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile birlikte ülkemiz uluslararası plâtformda yalnızlaştırılmış, artık tarih kitaplarında okuduğumuz gaz yağı, ayçiçek yağı, benzin ve margarin kuyrukları bu dönemde ortaya çıkmıştı. 1970’lerin sonlarına kadar uygulanan ilk üç plân ithal ikâmeci, sonraki plânlar ise ihracata dönük büyüme stratejisine dayalı plânlardı. İki farklı stratejiyi karşılaştırmak üzere, ikisine ait plânlardan tarım politikaları ile ilgili birer kesit almak yeterli olabilir.

1963-1967 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nda zorunlu gıda maddelerinin üretiminin artışı için tarım yatırımlarına öncelik tanınmıştır. Plân süresince bu malların arzında talebe denk bir artışın olması beklenmektedir. Nüfusun artan bir oranı tarımdan çekileceği için şehirlerde besin maddelerinin üretiminde oluşacak tıkanıklıkları aşmak ve bölgesel fiyat farklarını ortadan kaldırmak için tarım sektörünü piyasa ekonomisine daha çok açmak gerekmektedir. Köylerin piyasalarla ilişkisini arttıracak ulaştırma olanaklarının geliştirilmesi ve satış kooperatiflerinin kurulması gibi önlemler bunu sağlamak için plânda yer almıştır. Burada, tarım sektöründe üretimi arttırmak üzere kamusal yatırımları öngören, üreticiyi destekleyen ve tüketiciyi koruyan politikaları, ithal ikâmeci stratejinin kalkınma plânlarına yansıması olarak görmek mümkündür.

Diğer örneğimize geçelim: 1985-1989 yıllarını kapsayan Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nda ise tarımsal fiyat ve gelirlerde istikrarı korumak, pazarlama kolaylıkları sağlamak, ekilebilir arazinin niteliklerine, iç ve dış talebe uygun bir üretim yapısıyla verimliliğin artmasını sağlamak esastır. İhracata yönelik tarımsal ürünlerin desteklenmesinde, dış rekabet olanakları dikkate alınarak kaliteli ve standart ürün lehine daha etkin bir fiyat farklılaştırma politikası izlenmiştir. Görüleceği üzere 1985-1989 yılları arasında dışa açık bir ekonomik model olma hedefi aşikârdır.

İthal ikâmeci birikim modeli kapsamında sanayi ve tarımda uygulanan politikaların sonucunda sistemli bir destekleme politikası gündeme gelmiştir. 1932 yılında buğdayla başlayan destekleme uygulaması, 1950’li yıllarda tahıllar, tütün, şeker pancarı ve haşhaşla devam etmiş, 1960’larda Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin (TSKB) alım-satım ve işlemesini yaptığı ürünlerin önemli bir kısmı da eklenince, desteklenen ürün sayısı 1969’da 17, 1970’lerde ise 22 olmuştur.

1960’larda yaygın tarımdan yoğun tarıma geçiş, tarımsal üretimi arttırdığı gibi mâliyetleri de arttırmıştır. Güneydoğu Anadolu’da, Fırat vadisinde devreye giren büyük ve yüksek mâliyetli sulama projesi (GAP) de bu süreçte rol oynamış ve yıllar sonra projeler bittiğinde bu bölgeye can vermiştir.

Bu dönemde tarımı geliştirmeye yönelik çabalar kısmen de olsa meyvesini vermiş, Türkiye özellikle ABD’nin tarım destekleriyle önemli mesafe alarak kendisini besleyebilen bir ülke konumuna geçmiştir. Tarımın millî gelirdeki payı 1960’larda yüzde 30’un üzerinde iken, sanayileşmenin etkisiyle 1970’lerde yüzde 25-30 seviyelerine gerilemiştir. Tarımsal işgücü 1972’de yüzde 77 iken, bu oran 1979’da yaklaşık yüzde 60’a düşmüştür.


1980-2000: Piyasa ekonomisine geçiş dönemi tarım politikaları

Türkiye, yaşadığı siyâsî istikrarsızlıkların da etkisiyle, 1970’li yılları yapay önlemlerle, sorunların derinine inmeden, var olan ve modeli koruyarak geçiştirmeye çalışmış, sonuçta çok daha derin bir bunalımla karşı karşıya kalmıştır. 1980 Darbesi ile birlikte maalesef tıpkı 1960’ta olduğu gibi elli altmış yıl geriye giden Türkiye ekonomisi, ithalat ve üretimde yapısal sıkıntılar yaşamış, bu dönemde kıtlık ve darlık baş göstermiştir.

Derin bir bunalım ortamında mevcut hükûmet, darbeden yaklaşık sekiz ay önce, 24 Ocak 1980 tarihinde kapsamlı ve beklenmedik boyutlarda radikal bir istikrar ve liberalleşme programını yürürlüğe koymuştur. “İktisadî istikrar tedbirleri” olarak tanımlanan bu kararlar, aynı yılın siyasal gelişmeleriyle de birleşerek uzun süreli bir nitelik kazanmıştır. Söz konusu iktisadî istikrar tedbirleri, 1989 ve 1990 yıllarında alınan bir dizi kararla dövizde konvertibiliteye geçilmesiyle birlikte daha geniş bir boyut kazanmıştır.

24 Ocak Kararları ile birlikte Türk lirası devalüe edilerek günlük kur uygulamasına geçilmiş, devletin ekonomideki varlığının azaltılması, tarım ürünlerini destekleme alımlarının sınırlandırılması, gübre, enerji ve ulaştırma hâricinde sübvansiyonların kaldırılması ve dış ticâretin serbestleştirmesiyle devlet, piyasa mekanizmasından elini ayağını çekmiştir. Bunun yanı sıra, yabancı sermâye yatırımları teşvik edilerek kâr transferlerine kolaylık sağlanmıştır. Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmeye başlanmış; ithalat, aşamalı bir şekilde serbestleştirilmiştir.

Saydığımız özelleştirme hamleleri ile bir yandan sermâye önündeki bariyerler neo-liberal politikalar kapsamında kaldırılırken, diğer yandan 1980 öncesinde borçlarının tahsilatını sağlamak üzere kendi yağında kavrulmasını tavsiye eden uluslararası kurumlar, bu kararlarla bu defa da âdeta “Borcunuzu ödemek için neyiniz var, neyiniz yoksa satın!” demeye başlamışlardı.

Bir şeyi itiraf edelim: 24 Ocak 1980 Kararları, tarım fiyatlarının baskı altına alınmasını öngörüyordu. Bu neo-liberal politikalar, sanayi kesiminin önünü açarken tarım ekonomisinde küçülme anlamına geldi. 24 Ocak Kararları ile birlikte Türkiye’de tarım için eski sayfanın kapandığını ve piyasa egemenliğinin hüküm sürdüğü yeni bir sayfanın açıldığını söylemek yanlış olmaz.

24 Ocak Kararlarının millî tarım politikaları açısından pek de faydalı olmadığını söylemiştik. Bu kararlardan 19 yıl sonra, 1999’da IMF ile imzalanan Stand-By Anlaşması ve Dünya Bankası Tarım Uygulama Projesi (TRUP) Anlaşması ile tarım politikamız uluslararası sermâyenin ihtiyaçları yönünde yeniden yapılandırılmış, devletin rolü yalnızca bu yönde düzenlemelerde bulunmaya indirgenmişti. Bu 20 yıllık dönemde gerek içeriden, gerekse dışarıdan tarım sektörünü piyasanın amaçlarına yönelik dönüştürme çabalarının yansıması, destekleme kapsamının daraltılması, tarımsal ürün fiyatlarının baskılanması ve iç ticâret hâdlerinin keskin bir şekilde tarım sektörünün aleyhine dönmesi ile birlikte ülkemizde tarım, maalesef kan kaybetmiştir.

2000 sonrası dönemde tarım politikaları

21’inci yüzyılın başlarında Türk siyâsetinde bir devrim yaşanmış, 1990 ve 2000’li yılların başında yaşanan krizlerin faturasını milletimiz koalisyonlara kesmiş, teveccüh göstererek Adalet ve Kalkınma Partisi’ni tek başına iktidara taşımıştır.

Bu dönemde tarım sektöründe de yapısal dönüşüme tahvil edilebilecek çeşitli politikalar izlenmiş, düzenlemeler yapılmış ve bazı önemli sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin, Tarım Kanunu da dâhil Tarımda Yapısal Dönüşüm Dönemi’ni başlatan 13 temel yasa yayımlanmıştır. Söz konusu belgede, tarımın sosyal alan olmaktan çok, stratejik ve rekabete dayalı iktisadî bir sektör olarak ele alınması ibâresi ile tarımın stratejik önemine vurgu yapılmıştır.

2000 sonrası Tarımda Destekleme Politikaları’nın yerine küçük üreticiyi hedef alan araziye dayalı Doğrudan Gelir Desteği Sistemi’ne geçilmesi; hububat, tütün ve şekerpancarı fiyatlarının dünya fiyatları ile uyumlu olması ve zamanla destekleme alımlarının kaldırılması, Hükûmet adına bazı tarımsal ürünlerde destekleme alımı yapan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri’nin özerk yapıya kavuşturulması gibi tarımda var olan devlet etkisinin minimize edilerek piyasanın serbestleştirilmesi yoluna gidilmiştir.

Tarım, 2000’li yıllardan itibâren serbest piyasa koşullarına göre bir kez daha şekillendirilirken, oldukça hızlı bir şekilde geleneksellikten yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu süreçteki yeniliklerden biri de Stratejik Plânlama sürecine geçilmesidir. Tarım Strateji Belgesi (2006-2010) ve Stratejik Plân (2010-2014) hazırlanmış, stratejik alanlar belirlenmiştir. Ayrıca bu strateji belgelerine bağlı olarak hazırlanan Orta Vadeli Program da tarımsal politikalar üzerinde etkili olmuştur.

Pek çoğumuza ilginç gelebilir ama bu dönemde hem ithalat, hem de ihracat artmıştır. Bunun nedenini bulmak için ekonomist olmaya gerek yok. Zira istikrarlı ekonomik büyüme, beraberinde üretimi ve talebi aynı yönde artırmış, bu sayede de hem ithalat, hem de ihracat rakamları yükselmiştir.

Tarımsal üretim bu dönemde 23,7 milyar dolardan 52,2 milyar dolara çıkmıştır. İhracat 3,7 milyar dolardan 2018 yılında 18,5 milyar dolara yükselmiştir. Tarım ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 4,3’e çıkmıştır. 2018 rakamlarını baz almakta fayda var. Çünkü Covid-19 Salgını ile birlikte özellikle dünya bazında 2019 sonunda, ülke bazında ise Mart 2020’de ilk vakanın görüldüğü düşünülürse, bu dönemlere rastlayan verilerin pek de sağlıklı olmadığını düşünmek mümkündür.

2000 ile 2018’i kıyaslamaya devam edelim: Tarımda ithalat 2,1 milyar dolardan 14,2 milyar dolara çıkmıştır. Tarım ürünlerinin bu dönemde ithalattaki payı yüzde 2,2’den yüzde 3,8’e yükselmiştir. Tarım alanları 26 milyon 579 bin hektardan 23 milyon 375 bin hektara düşmüştür. Destekleme Ödemeleri ise 1 milyon 821 bin 200 TL’den 7 milyon 703 bin TL’ye çıkmıştır.

Yıllarca tarımsal üretimi iç talebi karşılayan sayılı ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin buğday, mısır, pirinç ve et gibi ürünlerde ithalatçı konumuna gelmesi ve gıda enflasyonunun artması, belki de bazı politikaların revize edilmesini gündeme getirecektir.

Peki, ne yapmalı?  

Kişisel bir tespit yapmak istiyorum. Tarım sektörü, Cumhuriyet’in ilk yılları ile 1950-1960 arasında altın dönemlerini yaşadı. Tek parti dönemi ile geçen 1940’lı yıllar ve koalisyon cenneti 70’li yıllarda ise basîretsiz yönetimlerin kurbanı oldu. 1980 sonrası serbest piyasa ekonomisi ile ülkemiz her alanda çağ atlarken, maalesef tarım sektörü bundan olumsuz etkilendi. Çünkü sanayi sektörü genişlerken tarım sektörü ister istemez geri plânda kaldı. Çiftçinin kara gün dostu olarak bildiğimiz TMO ve Ziraat Bankası gibi devlet kurumları tarım sektöründe etkinliklerini yitirdiler. 2002 sonrasında ise en azından Ziraat Bankası yeniden canlandırıldı ve tarım sektörü için can simidi olmaya devam etti.

Dış ticâretin serbestleştirilmesi ve tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi ile birlikte sancılı bir dönüşüm gerçekleşmiş, sonuç olarak da ülkemiz tarımda sürekli dış ticâret fazlası verirken, sonradan net ithalatçı olmaya başlamıştır.

Türkiye’de ekonominin işleyişine ilişkin her ülkede olduğu gibi düzen arayışı hep olmuştur. Bu açıdan tarihsel süreç içinde iç-dış ekonomik ve siyasal koşuların etkisiyle dönemler itibâriyle plânlama-piyasa arasında değişen iktisat politikaları uygulanmıştır. Her dönemin kendine özgü politikaları ile tarım sektörü yapılandırılmaya çalışılmıştır. Her dönemin yaklaşımları farklı olduğu gibi, uyguladıkları politikaların sonuçları da farklı olmuştur ve olacaktır. Ancak yıllarca tarımsal üretimi iç talebi karşılayan sayılı ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin buğday, mısır, pirinç ve et gibi ürünlerde ithalatçı konumuna gelmesi ve gıda enflasyonunun artması, belki de bazı politikaların revize edilmesini gündeme getirecektir.

Ülkemizde hangi iktidar başa gelirse gelsin, bir plânlama geleneği var. Lâkin plânlamayı tek başına çözüm olarak görmemek gerekiyor. Plânlamaya ek olarak, tarımsal faaliyetlerle ilgili güvenilir, doğru ve hızlı bilgi akışının sağlanması, tarımda devlet desteğininim devam etmesi, çay ve fındıkta olduğu gibi üreticinin ürününe satın alma garantisinin verilmesi, üreticilerin örgütlenmelerini teşvik edecek ve kolaylaştıracak politikaların artarak devam etmesi, üniversiteler ile yerel yönetimlerin tarım politikalarında paydaş olarak görülmesi, gıda enflasyonunda önemli bir yer tutan meyve ve sebze fiyatlarında aracıların sayısı ve komisyon miktarlarına gerekli şartlarda devlet tarafından müdahale edilmesi elzem görülmektedir.

 

Kaynakça

Türkiye’de Tarihsel Süreçte Tarım Politikası ve Planlama Deneyimi, Prof. Dr. Kalaycı. İ-Doç. Dr. Kaya. M, Aksaray Ünv. İİBF Dergisi Sayı:2021/2, Aksaray  

Boratav, K.(2013) , Türkiye İktisat Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara

Eğilmez, M.(2018), Değişim Sürecinde Türkiye: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sosyo-Ekonomik Bir Değerlendirme, Remzi Kitabevi, İstanbul