
EN son mevkute-i Meclis-i Dırar’dan bir kadının kıymeti
kendinden menkul temaşa vasıtası lâikos cenahının en kıymetlilerinden biri olan
mahut televizyonunda Devlet Başkanımız hakkındaki bîedep kelâmı, her insaf
sahibini dilhun etmiştir. Bu hazımsızlık, Devlet Başkanı’nın şahs-ı
manevîlerinde İslâm’a duydukları düşmanlığın aşikâr olma hâli idi.
Söz konusu program öncesinde de yine aynı cenahın kuzgun
karakterli, serçe görünüşlü, Sabetay mahreçli bir sanatçı müsveddesinin Hazreti
Âdem ve Hazreti Havva hakkındaki bîedep kelâmı hafızalardadır. Bu, meselenin ta
ezelden beri gelen bir düşmanlığın, plânlı bir İslâm düşmanlığının ispatıdır.
Lâikos cenahının liderleri, yazar ve şairleri ve de şimdinin
medya fitnebazlarının nöbetleşe yaptıkları İslâm düşmanlığının kaynağı Batı
emperyalizmidir ve bugünkü “İslâmofobi” kavramı da onların icadıdır.
Sanılanın aksine, İslâm düşmanlığı sadece
Müslümanların azınlıkta olduğu topluluklara has bir mesele değildir. Maalesef
İslâm’a ve Müslümanlara yönelik düşmanlığın en şiddetli olduğu ülkeler arasında
çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Türkiye, Mısır, Tunus ve Cezayir gibi
ülkeler bulunmaktadır. Paradoks gibi görünen bu olgunun temelinde kolonyalizm
geçmişi ve radikal sekülerizm tecrübesi en önemli iki etken olarak ön plâna
çıkmaktadır.
Tunus, Mısır ve Cezayir gibi ülkelerin Batılı güçler
tarafından sömürgeleştirilmesi ve uzun süre işgal altında tutulması sonucunda
bu ülkelerde kendi kültürüne ve dinine düşman, Batılılaşmış bir elit
yaratılmıştır. Sömürge geçmişi bulunmayan Osmanlı Cihan Devleti gibi ülkelerde
ise ülkenin selâmeti için eğitim alanında yapılan reformlar sonucunda Batılılaşmış
ve sekülerleşmiş bir elit ortaya çıkmıştır. Bu elitlerin İslâm’ı terakkiye mani
gören radikal bir sekülerizm ve Batıcılığa savrulmaları sonucunda Türkiye’de de
İslâm’dan duyulan korku resmî ideolojinin temel parametrelerinden biri hâline
gelmiştir.
Bu durumu şöyle de izah etmek mümkündür: İslâm’a hâdim
ve İlay-ı Kelîmetullah için nizam-ı âlem ülküsünün gönül erlerine sahip cihan
devletimize kefen biçen Batı emperyalizmi, kendilerini aratmayan bir yapı ve
kendilerine kul köle olan bir nesil bırakmak için içimizden mankurtlar
yetiştirdiler. Bunun tarihî arka plânına bakmakta fayda vardır.
Hazreti Muhammed’in (sav) Allah dâvâsını ümmetine
emanet ettikten ve Müslüman milletimizin bu uğurda feda-ı can olmaya
başlamasıyla “karanlık çağ” yaşayan, özelde Hıristiyan, genelde ehl-i salib
dünya, cihan devletlerimiz Selçuklu ve Osmanlı’ya düşman oldular. Haçlı
Seferleri ve orduları ile muvaffak olamayınca, nihayet bundan yüz sene evvel
aradıkları fırsatları bulup milletimizi bir kumpasa hapsederek, içimizden
devşirdikleri Frenk mukallidi aydın(!), moda düşkünü entel ve nihayetinde
kendilerine hayran demokrat (!) sanatçı, gazeteci ve siyasetçi taraftarlar
bırakarak kenardan seyrettiler.
Cumhuriyet tarihi boyunca resmî ideolojinin
temsilcilerinin başörtüsü ve imam-hatip okullarına duyduğu düşmanlık ya da
medyada Müslümanların ve İslâmiyet’in sürekli aşağılanması, bu ülkede yaşanan
İslâm düşmanlığının en ağır örneklerinden sadece birkaçıdır. Bu durumun,
çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bu ülkede derin bir toplumsal travmaya
neden olduğu izahtan varestedir. Nitekim İslâm’la mücadelede belli şartları zorlayan
iktidarların ve yeniden devleti inşâ etmeye çalışanlara yerli devşirmelerin ve
Batı emperyalizmi müdavimi mankurtların ses vermeleri, işin vahametini
görüyoruz. Devlet idaresinin mekanizmasındaki FETÖ gibi, Marksist-Leninist
ideoloji mensuplarının içimize nasıl yerleştirildiklerinin alâmet-i farikasına
şahit oluyoruz.
Konunun tarihî serencamını özetlemiş olmak için
belirtelim ki, İslâm’a olan düşmanlıkları, Hazreti Muhammed’in (sav) Mekke’de ilân
ettiği Risaletinden bu yana aynı strateji ile devam etmektedir. Bu hususta
araştırma sahiplerinden Doç. Dr. Mehmet Şimşir’in, “Peygamber’in İslâm
Tebliğine Karşı Şair ve Siyâsî Liderlerin İlk Tavırları ve Şiir Alanında
Yaşanan Gelişmeler” isimli makalesinden bir paragrafı aktarıyorum:
“Hazreti Peygamber’in tebliğe başladığı günlerde de
durum bundan farklı değildir. Toplumda şiir ve şair son derece önemli bir noktada
idi. Dönemin siyâsî liderleri, toplumun diğer unsurları gibi şiir ve şairlerle
özel ilişkiler içerisinde idiler. Her iki kesim yani siyâsî liderler ve
şairler, toplumun en üst tabakasında bulunuyorlardı. Bu nedenle muazzam
derecede maddî menfaatler elde etmişler, sosyal ve hukukî ayrıcalıklara sahip
bir konuma gelmişlerdi. Hazreti Peygamber’in tebliğine başladığı ilkeler ise
siyâsî lider ve şairlerin ellerinde bulundurdukları tüm menfaat, ayrıcalık ve
imtiyazların Hakk’ın emrettiği ölçülere göre olmasını işaret ediyordu. Mekkeli
müşriklerin Resulullah’a karşı olmaları ve o günün entel takımının yanlarında
olmasını istemeleri günümüze ışık tutmaktadır.”
Günümüzde istedikleri, gayr-ı İslâmî hayat sürmeye
çalışan hizip, sanatçı ve diğerlerinin derdi ve ettikleri feveran bundandır.
İşin özü, İslâm’a düşmanlığı anlatan “küfür” kelimesi,
imanın zıddıdır. Kâfirin dünyası karanlıklarla doludur. Zira küfür,
insanın Allah’a olan intisabını keser atar. Allah ile bağını koparan insan ise
hem kalbinde, hem ruhunda, hem aklında zulmetler içinde yaşar.
Unutmayalım, hak ile bâtıl mücadelesinde gaflete, uyuşukluğa
yer yoktur. Allah (cc) inananlarla beraberdir. Vesselâm…