Türkiye’de eğitim görmüş bir gencin hikâyesi, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti ve Balkanlar

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden gelen hakları değil de Türkiye Cumhuriyeti olarak hareket ettiğinde işgalci ve büyük bir devlet olmak arzusunu izhar etmektedir. Bu ise, onun Osmanlı Devleti’nden gelen alana değil de nevzuhur bir alana sıkıştırılmasına yol açmaktadır. İşgalci veya kapitalist ülkelerin işine gelen ise, Osmanlı parçalarına yönelik oluşturulan program içerisinde ciddî bir karalama programının yürürlükte tutulmasıdır.

TÜRKİYE Cumhuriyeti, Balkanlar ve Orta Asya başta olmak üzere akraba topluluklara birçok alanda hizmet vermeyi sürdürmektedir. Ticaret, sanayi, eğitim, turizm ve siyasî alanlar bunların başlıcaları arasında yer almaktadır. Bu yazımızda söz konusu başlıklardan özellikle “eğitim” alanı ele alınacaktır.

Türkiye, uzun zamandan beri kardeş ve akraba topluluklardan sayısı binleri bulan öğrenciye ev sahipliği yaptı ve onlara orta ve yükseköğrenim alma imkânı sundu.

Akraba topluluklarda eğitim faaliyetlerinin yürütülmeye başlanmasında Sovyetler Birliği’nin yıkılması, “komünist” iktidarın bulunduğu ülkelerde hızlı siyasî değişikliklerinin etkisi büyüktü. Çünkü “komünist” blokun elde tuttuğu iki ana eksenden biri, Osmanlı siyasî sınırlarında kurgulandı. Avrupa ülkelerinin sanayi alanındaki gelişimini gölgeleyen bu blok, çok kısa sürede Osmanlı’ya dair ne varsa yerle bir etti. Böylesi büyük bir cinnet ile Balkanların neredeyse tamamı, Osmanlı hatırası ve Türkiye ile bağlantısını en alt düzeye indirdi. Bunun ardından bir başka sorun ise dağılma sürecinde meydana geldi. Balkanlar ve diğer komünist blokun çökmesinin ardından başlayan toparlanma süreci, belli belirsiz kısa bir aradan sonra AB üyeliğine dönüştü. Haritanın yeni hâli, yüz yıl öncesine kendisini iliştirdi ve karşı karşıya kalınan sorunlar ise yeni dünyaya ait kılındı.

Bir bakıma Balkanlar, Orta Asya ve Kafkasların yeni harita ya da coğrafyası, I. ve II. Dünya Savaşı sınırlarına dönmeye başladı. Doğrusu bu dalganın Ortadoğu, Afrika, Hindistan ve Çin haddına doğru kayması beklenirken, konu “Arap Baharı” ile durdurulmuş, istikameti bir başka yöne kaydırılarak bir bakıma kontrol edilmiş oldu. Yeni siyasî sınırların oluşturduğu gerilimin getirdiği kaygı, siyasî değişimin parçalı olmasına ve içerik kazandırılmasına yol açtı. Böylece değişim kendi içerisinde parçalı veya aynı siyasî sınırlar içerisinde birden fazla bağımsız siyasî yapı oluşturmakla birlikte, kendi içerisinde daha derin ve karmaşık tartışma ve çatışmanın olduğu bir düzenleme ile Arap Baharı tamamlanmadan “Şii-Sünnî” çatışması Ortadoğu’yu sarmış oldu.

Benzeri bir durumu Afrika için de söylemek pekâlâ mümkündür. Afrika’da meydana gelen çatışmalar, I. ve II. Dünya Savaşları öncesi ve sonrasını yeniden düşünmeyi ve bu çerçevede de Afrika’ya bakmayı gerektirmektedir. Bunun için de Afrika’da meydana gelen çatışmalar ve yeni siyasî oluşumlar bunu anlamayı kolaylaştırmaktadır. Somali, bunun en güzel örnekleri arasında yer almaktadır.

Bu gerilimli sürecin en sancılı ülkelerinden bir tanesi de Türkiye’dir. Tarihsel coğrafyası üzerinde meydana gelen siyasî ve kültürel değişikliklere hemen hiçbir şekilde müdahale edememekte, hatta olayların seyrinde bile yetersiz kalmaktadır. Daha fazla duygusal tepki vererek hem geçmişi hatırlamakta, hem de yeniden unutmaktadır. Böylece geçmişe dair göndermeler bir sızlanma, bugüne dair unutkanlıklar ise yakınmayla neticelenmektedir. Bu durum karşısında belli belirsiz hatırlatma ve kuşatma arasında hem toplumsal, hem de siyasî olarak Türkiye Cumhuriyeti resmî organları ve vatandaşları birçok adım attılar ve daha da ötesi, birçok faaliyete başladılar.

Türkiye Cumhuriyeti, uzun süreden beri devam eden modernleşme çabalarıyla her alanda zayıflattığı hafızaya karşın, yenileştirdiği alanda ön plâna çıkacak güçlü bir yapıyı da iddia ettiği yere taşıyamadı (taşıtılmadı). Küresel meseleler bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin daha dar bir alana sıkışmasına yol açtı ve buradan çıkışın hamleleri de siyasî, iktisadî ve kültürel olarak istenen yere kavuşturulamadı. Öyleyse mevcut olanı harekete geçirmek gerekirdi. Bu birikimin son geldiği yerden ne yapılabilirse bundan da geri durmanın daha fazla zarar vereceği düşüncesiyle, program veya birden fazla çalışma hayata geçirilmiş oldu. Böylece neredeyse “yeni” denebilecek bir girişim ve cesaretle Türkiye Cumhuriyeti, Anavatan Partisi ve ANAP Genel Başkanı Turgut Özal aracılığıyla devrim niteliğinde uygulamaya koyduğu birçok faaliyetin ilk uygulayıcısı oldu.

Oysa bir retorik olarak Türk dünyası ve Balkanlar gibi ciddî bir çevre ve siyasî alan vardı. Görüldü ki, bütün bunlar da bu dönemin üretilmişleriydi. Hemen hiçbir tecrübesi olmayan veya olsa bile çok küçük alanlarda üstesinden gelinebilecek işler, “İktidarın gücü ve kadrolar bu konular üzerinde faaliyetlere giriştiğinde zaman içerisinde eksiklikler tamamlanır” denilerek hareket edildi, “Göç, yolda dizilir” anlayışıyla önayak olundu.

1990’lı yılların siyasî ve bağımsızlık hareketleri ve yeni ilişkilerin kurulmasıyla birlikte, siyaset, ticaret ve eğitim alanında akla hayâle gelmeyecek bir hızla süreç, siyasiler, işadamları ve öğrenciler gibi birçok bürokratik ve toplumsal katmanın paylaşımına sunuldu. Türkiye Cumhuriyeti bu faaliyet alanını hem resmî, hem de sivil toplum kuruluşlarıyla götürdü ve giderek daha fazla alana nüfuz etti. Hâsılı, bu programın ilk başladığı adımlardan bir tanesi, öğrencilerin eğitimini farklı kurumlar aracılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin üstlenmesi oldu.

Türkiye Cumhuriyeti, genişleyen alan ve artan ihtiyaçlar etrafında, başta öğrencilerin bütün masraflarının karşılanıp kendi sınırlarında eğitim görmelerini organize etti. Böylece komünist yönetimlerden gelen gençler, Türkiye’nin çeşitli üniversitelerine yerleştirildiler. Bu gençlerden büyük bir kısmı, daha sonra eğitimlerini tamamlayıp kendi ülkelerine döndü ve aldıkları eğitiminin sağladığı imkânlar dâhilinde, başta eğitim olmak üzere birçok alanda hizmet vermeye başladı.

Türkiye’de eğitim görüp kendi ülkelerine dönen öğrenciler, ülkelerindeki yasal ve kamusal alandaki değişime de katkı sundular. Fakat bu süreç çok sıkıntılıydı ve sosyalist idare şekli geçerliliğini devam ettirmekteydi. Hatta bağımsızlık ya da demokratikleşme, önce kadrolar, lider kadrolar, yani en yukarıdaki birkaç ismin değişiminin dışında aynı kaldı.

Sosyalist olmayı gerekli kılan gerekçeler hâlen geçerliliğini muhafaza etmekte ve siyasî bir tercih ile terk edilemeyecek bir ağırlık kazanmaktaydı. Her nasılsa konunun “din düşmanlığı” etrafında ulusal, milliyetçi ve iktisadî çeperle kapatılmış bir alanının varlığı, kaygı ve korku etrafında daha fazla kontrolün devamı anlamına gelmekteydi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’yle demokratikleşen ülkelerin tarihsel ilişkileri duygusal bir bağlılık oluştururken, bu ülkelerin komünist olmalarını sağlayan gerekçenin belirsizliği orta yerde durmaktaydı. Bu bakımdan da Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmaya çalıştığı faaliyetin bu “gerekçe” etrafında anlaşılması gerekmekteydi. Oysa komünist ülkeler ile Türkiye Cumhuriyeti arasında ortak coğrafyanın hafızasının silinmesi ve üretilen karşıtlık etrafında fazla bir mesafe yoktu.

“Balkanlar” denildiğinde Bosna’yı hatırlarken neden Bulgaristan’ı da hatırlamıyoruz?

Konuya daha geniş bir yerden ya da bir adım geriye çekilerek bakıldığı takdirde, Osmanlı coğrafyasında zaman ve yönetim farklılığı bir yana bırakılır ya da uygulanan programların ortak yönlerine bakılırsa birbirine çok benzediği, bazılarının ise aynı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunlar arasında “dilin arındırılması” konusu çok iyi bir örnektir.

Şöyle ki, Osmanlı Devleti’nde ülkenin resmî ve yazışma dili Türkçeydi. Türkçe, siyasî, idarî, hukukî, askerî, iktisadî, sağlık ve eğitim amaçlı bütün kurumlara hâkimdi. Böylece teknik ve kavramsal terminoloji doğrudan Türkçeydi. Yani Balkan ülkelerinin tamamında bu ortak kavramlar kullanılmaktaydı. Başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, bu dil meselesinde böylesine büyük bir operasyon yapıp bu alanı kurutmamış olsaydı, Osmanlı hattında da bu faaliyetlerin böylesine hızlı gerçekleşmesi mümkün olmayacaktı. Tam aksine, Türkiye Cumhuriyeti kurum, kuruluş ve aygıtlarıyla işgalci ve hafıza veya kayıt silicilere güven, destek ve programın nasıl uygulanacağı hakkında lojistik sağladı. Önce Türkiye Cumhuriyeti bunu başarıyla uyguladı ve bir adım sonra da her biri Türkiye Cumhuriyeti gibi bağımsız bir devlete dönüşen Osmanlı eyaletleri bunu takip etti.

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı başkentinde durmasının dışında, Osmanlı’ya dair daha avantajlı bir yerde durmamakta ve Balkan ya da Ortadoğu ülkelerine nazaran Osmanlı’ya dair farklı veya daha iyi olduğu söylenebilecek bir uygulama içerisinde değildi. Osmanlı şehirleri, mimarisi, dili, edebiyatı, müziği, kılık kıyafeti, eğitim ve din anlamında ne varsa tamamı, büyük bir kıyımla ortadan silindi ve yerlerinde belirsiz bir alan oluşturuldu. Sadece “Cumhuriyet” konusu başlanan -bir ara dönem dışında- mimari programda bu minvalde değerlendirmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşen sosyalist ülkelerin varoluş nedeni olan siyasî faaliyetlerinin gerekçelerine dair sadakati, yeni bir Osmanlı anlayışının doğduğuna ilişkin Oryantal ve koloniyal yerli ve ecnebî kuşatma altında giderek daha fazla yükseldi. Daha büyük bir yerden bakıldığında, kendi içerisindeki “karşıtlığı aynı alanda hareket eden toplulukların” birbirlerine yönelik itme ve çekme güçleriyle ilgili olduğu anlaşılabilir. Yani Osmanlı ortak coğrafyasındaki toplulukların koptukları eyaletlerde kendilerine ait yönetim oluşturmaları, nihayetinde aynı alandaki karşıtlığı anlatabilir. Fakat Osmanlı olarak düşünüldüğünde, bu karşıtlığın itme ve çekme alanında bulunan parçalar kimler ve nerelerdir? Yani Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere vb. ülkeler, “Osmanlı” adının anıldığı yerde durmaktadırlar. Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin adının anıldığı yerde bu ülkeler yer almamaktadır. Başka bir ifadeyle, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ya da Makedonya, Kosova, Hırvatistan, Sırbıstan, Bosna-Hersek yer almaktadır. Bu durum, aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika için de söz konusu. Benzeri ülke adlarını sayıp dökmek mümkündür.

Anlatılmak istenen Osmanlı coğrafyasındaki ülkelerin kendi iç çekişmeleri, onların aynı zamanda siyasî ya da bağımsızlık gerekçeleridir. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir. Böyle olunca, kendi içinde gerçekleşen çekişmeler bağımsızlık, ulus devlet ve milliyetçi bir dile imkân verdiğinde, kendi iç çatışmalarına yönelik olduğu anlaşılabilir. Bu gerilimin nedeni, içeriden birbirine karşı üretilen dil ve anlamın keskin oluşuyla ilgili. Bu, olabilecek ortaklıkların en küçük ve zayıf bir alana taşınması ile mümkün kılınmaktadır. Bunun için ortak coğrafyanın Osmanlı’ya dair dili duygusaldır ve muhatabı da oluşturulan havaya karşın Türkiye Cumhuriyeti değildir. Türkiye Cumhuriyeti, sadece Osmanlı başkentinde kurulmuş Rum ve Anadolu eyaletidir (büyük bir oranda).

Türkiye’nin Balkan faaliyetlerine dair

Bağımsızlıklarını kazanan ülkeler, iki büyük travmayı sürdürme eğiliminde oldular:

1. Osmanlı karşıtlığıyla kendi ulusal kimliklerini oluşturmak, tarihî coğrafyayla olan ilişkilerini koparmak.

2. Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığıyla, başta sosyalist siyasî programları hayata geçirip, ortak coğrafya parçası olmayı koparmak.  

Yukarıdaki her iki başlığın işaret ettiği alan, genel hatlarıyla iki büyük dünya savaşıyla kodlanmıştır. İlk adım Birinci Dünya Savaşı’yla belirgin hâle gelirken, ikinci aşama da İkinci Dünya Savaşı’yla gerçekleştirilmiştir. Böyle olunca, demokratikleşen ülkelerin her iki izleğindeki ortak hafıza da Osmanlı’dan ayrılmak ve Türkiye Cumhuriyeti’yle bu ortak ayrılıştan dolayı -duygusal bir birlik gibi görünse de- karşıtlık üretmektir. Yani halklar nezdinde yakınlık, siyasal olarak uzaklık anlamına gelmektedir. Bu bakımdan da demokratikleşmenin oluşturduğu sarsıntı, Türkiye Cumhuriyeti’nin hatırlattığından daha az etkiliydi. Hâlen bağımsızlık ardından tarih kitapları vb. birçok alanda hiçbir değişiklik yapılamamıştır. Bundan dolayı da Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkan ülkelerine yönelik faaliyetleri doğrudan bu rezerv alanıyla ilgilidir ve ciddî bir kaygı ve korku hâlen devam etmektedir.

Hâlbuki burada iki belirsiz husus bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Osmanlı parçalarının kendi iç bağımsızlık itişmeleriyle bir bütün olarak kendi coğrafyasında oluşturduğu itişmedir. Bu iki itişmenin belirsiz ve kaotik bir alana işaret etmesinden dolayı roller karıştırılmaktadır. Yani Türkiye Cumhuriyeti, zımnen iddia edildiği gibi ya da bilinçli olarak işaret edildiği üzere Osmanlı Devleti değildir. Osmanlı eyaletleri üzerinde diğerleri gibi kurulmuş bir ülkedir. İkinci olarak da, Osmanlı eyaletleri üzerinde kurulan diğer ülkeler hattında olup, onlarla kavga hâlindedir. Bunun için Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtayla ile doğrudan ilişki kuramamakta, kurmaya çalıştığında da adı geçen bu parçalar ile teması sağlanmaktadır. Kıbrıs konusu bunun için elde tutulmakta veya Irak’da Kürdistan olabilecek bir kopuşa karşın hazır bekletilmektedir.

Böyle olunca, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden gelen hakları değil de Türkiye Cumhuriyeti olarak hareket ettiğinde işgalci ve büyük bir devlet olmak arzusunu izhar etmektedir. Bu ise, onun Osmanlı Devleti’nden gelen alana değil de nevzuhur bir alana sıkıştırılmasına yol açmaktadır. İşgalci veya kapitalist ülkelerin işine gelen ise, Osmanlı parçalarına yönelik oluşturulan program içerisinde ciddî bir karalama programının yürürlükte tutulmasıdır.

Türk, Müslüman, Osmanlı karşıtlığı siyasî, askerî ve istihbarî alanda oluşturulmuş ve bu ülkeler bütün varlıklarını, Osmanlı kimliğinin reddi ve bu tehlike karşısında hizmete adamışlardı. Oysa ne işgalci ülkeler, ne de Rusya, kendi tahakkümü altında tuttukları dünya toprakları ve Allah’ın kullarına yönelik uygulamalarından hâlen vazgeçmiş değillerdir. Çünkü bu sömürgenin ve işgalin anlamı ve gerekçesi “moderleştirmek”tir. Yani iyi bir amaç ya da yüce insanlık adına verilen bir hizmet(!)... Böyle olunca, var olmayan bir Osmanlı paranoyasıyla, kendisine varlığı ya da yapabilecekleri dışında itham ve töhmette bulunulan Türkiye Cumhuriyeti üzerinden bağımsızlık kazanan ülkeler konusu, hem Türkiye, hem de bu ülkeler açısından açılmayı ve izah edilmeyi bekleyen ciddî bir kördüğümdür.

Bütün bu sıkıştırma ve sıkışıklık arasında Türkiye Cumhuriyeti, belli belirsiz birçok uygulamaya imza attı. Bunların birçoğunu hâlen sürdürmekte ve giderek hizmet kalemlerini farklı alanlara yayıp arttırmaktadır. İş kollarında yapılan yatırım, sosyal yardım ve eğitim faaliyetleri uzun bir zamandan beri uygulamada tutulmaktadır. Bu süreçte “TİKA” adıyla kurulan teşkilat büyük bir mesafe aldı. Faaliyet kalemlerinin bir kısmı ise Yunus Emre Enstitüsü ile sosyal, kültürel ve eğitim hizmetleri veren yeni bir alana kaydırıldı. Bütün bunlara paralel olarak THY, bütün Balkan ülkelerine düzenlediği seferlerle bu faaliyetlerin hem görülmesini, hem de başarıya ulaşmasını sağlamaktadır.

Artık Balkan ülkelerine ulaşım daha hızlı ve rahat hâle geldi. Bunun ardından da birçok kişi, ticarî ilişkilerini sürdürebileceği bağlantıları sağlamış oldu. Artan talepler doğrultusunda “Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı” adıyla yeni bir teşkilat kurularak yeni faaliyet alanları oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti açısından temel sorun, bu kurumların hangi temel üzerine kurulu olduklarının belirsizliğidir. Bunun için de burada istihdam edilen görevliler, bu belirsizliğe uygun kadrolardan teşkil etmektedir. Hem kurumların adları, hem faaliyet alanlarının tanımlarının gerçek dışı oluşu, yukarıda izah edilmeye çalışılan ve Osmanlı’nın bir parçası olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kadrolarıyla diğer parçalara yöneltilmektedir. Nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti, Balkan ülkelerinden farklı bir uygulama yapmadı ve bütün kurumlarıyla Osmanlı’nın reddini gerçekleştirdi. Bu programın parçası olarak yetişen kadrolarsa duygusal bağlılık ile gerçek arasındaki ayırımı yapamamaktadırlar.

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin diğer eyaletleri üzerinde kurulan ülkeler kategorisinde olduğunu da bilmemektedir. Bu hususta duygusal bir yerden konuya bakmakta ve kendisinin Osmanlı olduğu vehmine kapılmaktadır. Osmanlı itişmesindeki çekime kapılan zihin, kendisini ve yürüttüğü faaliyeti de Almanya, Rusya, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler kategorisinden düşünmektedir.

Kurumsal sorunlar

Peki, Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları ya da Yunus Emre Enstitüsü, hem kurum, hem de kadro olarak ne yapacak ve yaptıkları ne işe yarayacak?

İstihdam edilmiş kadroların öğrenci bursu vermeleri ve Türkçe öğretimi yapmaları, yukarıda izah edilen vehimlere yahut en azından kendilerini gördükleri yere göre çok düşük ve basit bir alandır. Aynı şekilde, Ahmet Yesevi Üniversitesi için de bu söz konusudur. Daha da ötesi, ilgili kurumların kadrolarını değiştirmek, onların kurulu olduğu alana dokunmamak gibi bir durum mevcuttur. Kaldı ki, her zaman kendi ruhuna uygun bir dille gelir ve bu yeni zamanın diline uygun, uyarlanan yüzlerce insan bulunmaktadır. Onlar da çok hızlı bir şekilde bu yerleri talep etmektedirler. Faaliyet kalem ve alanlarına bakıldığında, esasa ilişkin işin yapıldığına dair sadece kendi söz, rapor ve vehimleri bulunmaktadır.

Bu kurum ve kadroların savruldukları yere gelince… Büyük bir devlet olan Osmanlı Devleti gibi büyük bir devlet oldukları ve kendilerini gördükleri devletler kategorisindeki yerlerle de ilişkilidir bu konu. Hâlbuki kapıldıkları yer veya iddiaları karşısında yaptıkları, “Osmanlı’nın bir eyaleti değiliz, Osmanlı Devleti gibiyiz!” dedikleri yere uygun faaliyetler değildir. En azından böylesi büyük bir kafanın ürünü olarak bu kadar küçük işlere imza atmak ya da herhangi bir sivil toplum kuruluşunun faaliyetinin gerisinde kalmak veya bu sivil kuruluşların faaliyet kalemlerinde bulunmaktan farksızdır yapılanlar. Sadece istihdam edilmenin verdiği gayretle yaptıklarını savunmaları ve medyatik olmaları bile kendilerinin belirsiz ve etkisiz olduklarına dair yeterli veri sunmaktadır.

Bu genel çerçeveden sonra yüzyılların ruhaniyetiyle bu topraklarda bulunan ve merkezinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğu insanlar, gösterdikleri çabalarla Allah’ın kullarına hizmeti esas aldılar ve O’nun arzına hürmet ettiler. Bunun için irili ufaklı şekilde önlerine ne geldiyse -onu tartışma yerine- yapma gayretine düştüler. Hesapların ötesinde yürütülen faaliyetlerin büyük bir kısmı kendi menzilinde yürüdü ve kendi hükmünü gerçekleştirdi. Bunlar arasında, lise çağında Türkiye’ye götürülüp eğitim verdirilen gençler de vardı. Buradan itibaren öğrenci okutmanın ve bu alanda verilen çabaların ülkeler arasında nasıl bir köprüye dönüştüğünü söylemek mümkündür. Yazının örneği olarak da Arnavutluk’un başkentinde faaliyet yürüten ALSAR Vakfı’nın kurucusu Mehdi Gurra anlatılacaktır.


İyilik yap, denize at; balık bilmezse Halik bilir!

Arnavutluk, Osmanlı Devleti’nin en şiddetli savunmayı verdiği coğrafyadır. İşkodra’da Hasan Paşa, savaş meydanında şehit olmuş. Meşhur bir Arnavut şarkısı, Hasan Paşa’nın kahramanlık hikâyesini çok içli bir yerden anlatır. Osmanlı Devleti Arnavutluk’tan çekilmiş. Ardından Arnavutluk, Osmanlı Devleti’nden 1912 yılında ayrılmış ve bağımsız bir devlet olmuş. Bir süre kral ile yönetilmiş. Bu dönemde Arnavutluk’u İtalyanlar işgal etmiş ve İtalyanlara karşı çete savaşları verilmiş. Belki de İtalyanların en büyük korkularından bir tanesi Arnavutlardır. Çünkü Adriyatik Denizi’nin karşısında bulunmakta ve Osmanlı’nın son döneminde, Osmanlı merkezinde öyle etkili olmuşlar ki neredeyse Osmanlı Devleti’ni ayakta tutan Arnavutlar olmuş. Bunun için son iki yüzyılın en dikkat çeken coğrafyası ve milleti olarak Balkanlarda Arnavutlardır. Doğrusu bu, iki taraflı işletilerek hem Arnavutlar nezdinde, hem de Türkiye nezdinde dikkatlerden kaçırılmıştır.

Arnavutlara öyle çapraşık hamleler uygulanmış ki, yeniden Balkanlarda Müslüman bir toplum olarak varlıkları ve Müslümanlar için önemlerinin kaybolması istenmiştir. Arnavutlar, Balkan topluluklar arasında İslâm’ı seçmiş ve Müslüman olmuşlardır. Her ne kadar bu halka Türkler “Arnavut” diye ad vermiş olsalar da bu coğrafyanın ilk Müslüman olan toplulukları arasında yer almaktadırlar ve Osmanlı Devleti ile Katolik (Vatikan) Savaşlarının merkezinde bulunmaktadırlar. Bütün bu hususlar dikkate alındığında, Arnavutluk ve Arnavutlara uygulanan akıl almaz siyasî, askerî, dinî ve kültürel program Balkanlarda Müslümanların kaybına, gerileme ve zayıflamaya neden olmuştur. Çok geniş bir coğrafyada Arnavutlar, birden fazla siyasî alana parçalanmışlardır.

İtalyan işgaline karşı mücadele eden çeteler arasında komünistler de bulunmaktadır. İtalyanların ardından Almanlar Arnavutluk’u işgal ederler. Almanlar da Rusya’da yenilmelerinin ardından çekilirler. Balkanlar çok ince bir hesapla komünistlere teslim edilir ve onlar da elli yıl içerisinde bütün hafızayı silerler. Cami, mescit, türbe, tekke, âlim, şeyh, derviş ne varsa hepsini yıkar ve öldürürler. Geride kalanlar da oluşturulan korku ve dehşet ile mezar, isim, sünnet, mevlit, Kur’an, ezan vb. hep şeyi bir insan ömrü süresince Enver Hoca siler atarlar.

Bütün bu zamanın akıp gittiği devrin tanığı olarak Mehdi Gurra, dedesi Nureddin’in elinde büyümüştür. Dedesinin anlattıkları etrafında Osmanlı’ya karşı büyük bir muhabbeti bulunmaktadır. Dede Nureddin, kendi babasını hiç görmemiş, babası Yemen’de şehit olmuş. Yetim büyümüş, yakın bir köyde sufi ve âlim İsmail Efendi’den kardeşiyle beraber hafızlığına ikmâl etmiş.

Dışarıda komünistler her türlü dinî alana ilişkin baskı ve şiddeti uyguladıklarında, dedesi evde, çocuklara gerekli hizmeti vermiş ve Müslüman olduklarını onlara sürekli aktarmış. Mehdi Gurra’nın dedesi, on onbeş arasında sözü dinlenen ve itibar edilen bir zattır. Okullarda öğretilen Osmanlı ve Müslümanlara ilişkin bilgilerin tamamına dair dedesi, “Oğlum, derslerine çalış, başarılı ol, ama Osmanlı işgalci değil ve bu adamlar Müslümandı!” diyerek konuları aktarmış. Dede Nureddin, ölünceye kadar (bugün Arnavutların millî kıyafeti olarak aktarılan) keçeden fesi ve ayağındaki şalvarı çıkarmamış.

Mehdi Gurra, dedesi gibi bir yetim… Dedesi büyütmüş. Yetimlerin nasıl bir kaderleri var dedelerinin yanlarında?!

Lise yıllarında demokratikleşme olmuş ve ülkenin değişim rüzgârlarının şahidi olarak Mehdi Gurra, kendisi bu kargaşa döneminde eğitimine ara vermeyerek yoluna devam etmiş. Her gün bir buçuk saatlik yolu yürüyerek liseyi tamamlamış. Son sınıftayken aynı yolu yürüdüğü arkadaşı kendisine Türkiye’ye eğitim için gidip gitmeyeceğini sorduğunda, konudan haberinin olmadığını söylemiş.

Arkadaşının ona teklifi ise, onun, dedesi tarafından oruç tutan ve namaz kılan biri olarak yetiştirilmiş olmasıdır. Kur’an okumayı o vakitte öğrenmiş, evde çok gizli bir şekilde namaza devam etmişler, kandiller idrak edilmiş. Edhem Bey Mescidi’nin açılışında yer almış ve arkadaşı da Türkiye’nin eğitilecek gençleri götüreceğini orada duyduğunu kendisine söylediğinde, bu konudan haberinin olmadığını yeniden anlatır.

Ertesi gün Mehdi Gurra, Arnavutluk Diyanetine Türkiye’de dinî eğitim almak için gitmek istediğini bildirerek bu programa başvuru yapmak istediğini bildiren bir ziyarette bulunur. Lâkin vaktin bittiğini ve onu alamayacaklarını kendisine söylerler.

Ardından, kırk yıldan fazladır Tiran’da yaşayan aile dostlarından birinin yanına ziyarete gider ve oradaki konuşma arasında Mehdi Gurra, Prof. Dr. …’a durumu anlatır. Hanımefendi de Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı’na telefon açar ve başvurusunu kabul ederler. Başvurusu kabul edilince, annesiyle paylaştığı bu hususu tekrar ona açar ve onun iznini ister. Annesi, dinî eğitim almak şartıyla ona Türkiye’ye gitme izni verir. Böylece bir otobüsle 1992 yılında birçok Arnavut genci gibi Bursa’ya gelirler ve orada Türkçe eğitimi almaya başlar. Buradansa Arnavut gençler arasında çıkan huzursuzluk nedeniyle İstanbul’a gelir. Burada Kur’an eğitimi de almaya başlar.

Türkçe eğitiminin ardından üniversite başvurusu sırası gelir ve yanlarında kaldıkları yurt-dershane sahipleri, Gurra’ya “Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü” tercihi yaptırarak İlâhiyat Fakültesi’ne gitmesini istemezler. Konudan habersiz olan Mehdi Gurra, sınav sonuçları açıklanınca çok şaşırır. Tabiî bu durum aile içerisinde de huzursuzluğa neden olur.

Bu süre zarfında Arnavutluk ve Türkiye heyetleri arasındaki görüşmelerde mütercimlik yapan Mehdi Gurra, birçok üst düzey devlet adamıyla tanışır ve onların hizmetinde bulunur. Doğrusu üniversite tercihinde kendisine yapılan bu hamle karşısında Mehdi Gurra, bu ziyaretlerde tanıdığı Diyanet İşleri Başkanı’na telefon açar ve bu konuda kendisinden yardım ister. Mehdi Gurra’yı Diyanet İşleri Başkanı Ankara’ya davet eder, o da bu daveti kabul ederek Ankara’ya gider.

Dönemin YÖK Başkanı aracılığıyla kendisine okumak istediği üniversite ve bölüm sorulur. Diyanet İşleri Başkanlığı kontenjanından Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde okumak istediğini bildirir. Eğer Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde okuma imkânı yoksa Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde de okuyabileceğini söyler. İlgililer Mehdi Gurra’nın talepleri doğrultusunda onun Marmara Üniversitesi’ne kaydını yaparlar ve böylece İstanbul’da İlâhiyat eğitimine başlamış olur.

Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi eğitimini 1999 yılında tamamlar. Arnavutluk’a döner ve Tiran’da İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmen olarak bir süre çalışır. Bir yandan da Türkiye’de gördüğü ve tecrübe ettiği birçok hususu burada harekete geçirmek ister. Bir yayınevi kurarak kitap basar ve kitaplar çevirir, yayınlar. Yaz Kur’an kursları düzenler. Ülkede bu konuda kim varsa hepsine ulaşır, yürüklerine üfler. “Bi-iznillah” diye üflediği her gönülden cevap alır, onun dokunuşu bu topraklardan, yani ölüden dirinin çıkmasına vesile olur.

Hâsılı Mehdi Gurra, komünist dönemde unutulan, unutturulan ne kadar konu varsa bunların ilkini yapmak ister; kandil, kurban, oruç, namaz, mescit, sünnet, yetim, Kur’an kursu, yaz kursları ve diğer hususlarda ne varsa hepsine dair bütün imkânsızlık, karamsarlık ve birikimsizliğe karşın harekete geçirir. Öğretmenlikle birlikte mescit yapmaya başlar, yaz kursları düzenler.

Mehdi Gurra, çevresindeki birkaç arkadaşının önerisi üzerine bir vakıf kurmaya karar verir ve birlikte kuruluş hazırlıkları başlar. Böylece ALSAR Vakfı, bir ilk olarak Arnavutluk’ta kurulur ve hep ilk icraatları yapar. Bugüne kadar yaptıkları ve yapmayı plânladıkları göz önüne alınacak olursa, ALSAR Vakfı ve Mehdi Gurra, giderek büyüyen ve artan iş yüküyle Arnavutluk’ta adı altın harflerle tarihe yazılacak kişiler arasında olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı bursuyla 1992 yılında eğitim amaçlı götürdüğü gençler arasında Mehdi Gurra gibi gençlere imkân sundu. Şimdi bu imkânların geri dönüşünde Türkiye ve Arnavutluk arasındaki tarihî, kültürel, sosyal ve dinî köprüyü kuran ve her geçen gün daha da bu ilişkilerin sağlamlaşmasına katkı sunan Mehdi Gurra, kendisine destek veren herkesin ve her kesimin gururu ve yüz akıdır.

Mehdi Gurra, Arnavutların tarihte kaldığı yerden yoluna devam etmektedir. O, hiçbir şekilde Arnavutlar ile Türkler arasında bir kesinti olduğuna inanmamakta. Bu yüzden de bir akraba topluluk değil, “kardeş” olduğunu belirtiyor. Kendisi Türkleri kardeş biliyor, kendisinin de kardeş bilinmesi ve kabul edilmesini istiyor. Sadece kendisinin değil, bütün Arnavutların ümmetin bir parçası olarak bilinmesi, görülmesi ve kardeş olarak kabul edilmesini hatırlatıyor. Dış Türkler ve akrabalar arasında âdeta Arnavutlar, hikâyenin gerisinde kalmış gibiler. Sadece Arnavutlar unutturulmamışlardır. Türkler, bu coğrafyada bıraktıkları kardeşlerini başkalarının tarih ve tanımlarıyla karşılamaktadırlar.

Bir yetim, Türkiye’de okumuş, yıllardır Türkiye ve Arnavutluk arasında fiilî olarak sınırları kaldırmış. Son çağın dervişi bir yetim, kendi gibi yetimlere burs veriyor, elbise, yiyecek dağıtıyor, kitap dağıtıyor, Kur’an öğretiyor. Yıllarca kapalı kalmış, yıkılmış, harabe hâline gelmiş mescitleri yeniden açıyor. Ezan okunmayan minareler, köyler ve ilk defa ezanı duyan kulaklara ulaşıyor. Ezan, Kur’an okunmayan mescitler ve evlere ezanı, Kur’an’ı götürüyor.

Bir yetim, şimdilerde üniversite öğrencileri için bir yurt hazırlığında, bir üniversite kurma umudunda. Her şehre, ama tarihî, kadim, hatırası olan ve silinmemiş her şehre, Selçuklu ve Osmanlı mimarisinde mescit yapma arzusunda. Yarım kalan bir mescidin yapımı için kardeşlerini beklemekte ve bir umutla onları gözlemekte. Hayra ve iyiliğe acele eden ve çabuk davranan Mehdi Gurra, kendisine gelene on adım gitmektedir.

Bir yetim, fütüvvet esasında Allah’ın kullarına hizmet ediyor. Miskinler, yetimler ve esirler onun sofrasında!

Mehdi Gurra, dedesinin ve annesinin yetimi… Mehdi Gurra, Arnavutların yetimi… Mehdi Gurra, Türklerin yetimi… Bu çağın bu topraklardaki son dervişi bir yetim…