Türkiye’de doçent olmak

Akademisyenlerin görüşleri alınarak yapılacak doçentlik sisteminde daha köklü, tüm tarafları (adayı ve jüri üyelerini) dikkate alan, dengeli, özgünlüğü öne çıkaran ve niteliği artıran düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bu son düzenleme, bu ihtiyacı karşılayacak gibi görünmemektedir.

TÜRKİYE’de akademik süreçler Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) gibi üst kurullar aracılığıyla merkezî olarak koordine edilmektedir.

Gerek vakıf, gerekse kamu üniversiteleri, lisansüstü eğitim süreçlerini, doçentlik sınavını ve akademik kadrolara yapılacak atamaları merkezî plânlama dâhilinde yürütmektedir. Lisansüstü eğitim ve kadrolara atamalarda üniversiteler kendi yönetmelik ve yönergelerine göre bazı noktalarda inisiyatif alabilirken, doçentlik sınavında tüm süreçler ÜAK’nın kontrolünde yürütülmektedir.

Yükseköğretim Kanunu’na göre, doçent olabilmek için doktora yapmış olmak (tıp ve diş hekimliğinde uzmanlık da dâhil), yabancı dilden en az 55 puan almak ve ÜAK’nın belirlediği şartları yerine getirerek doçentlik sınavına müracaat etmek ve belirlenen jüri üyelerinin (5 asil, 2 yedek) çoğunluğunun olumlu olarak onayını almak gerekmektedir.

2018 yılına kadar bilimsel çalışmalar aşamasından geçen adayların beş kişilik jüri önünden sözlü sınavlara girmeleri ve doçent olabilmek için bu aşamayı da geçmeleri gerekirdi. Yine daha önce, doçentlik için yabancı dil sınavından 65 puan almak gerekirdi. Yapılan değişikliklerle sözlü sınav kaldırıldı, değerlendirmeler tamamen adayın bilimsel faaliyetleri üzerinden (dosya üzerinden) yapılmaya başlandı. Yabancı dil puanı da 65’ten 55’e indirildi.

Bu değişikliklerin üzerinden beş yıl geçti. Geçen süre zarfında, genel olarak akademinin niteliğinin düştüğü konusunda hemen hemen herkes hemfikirdi.

Adaylar lehine gibi görünen bu standartların aşağı çekilmesi bir taraftan da adayları değerlendiren jüri üyelerinin keyfiliklerine engel olamadı. “Öznel değerlendirme içeriyor” diye kaldırılan sözlü sınavın yerine informal etkileşimlerin kıskacından kurtulamayan, adayları bilimsel çalışmalarını evrensel kriterlere göre değil de kendi kafasında kurguladığı standartlara göre değerlendiren, adayları süründürmeyi marifet bilen jüri üyeleri yine kendilerine alan açmış oldular.

Diğer yandan, adayları hızlı yoldan doçent yapabilmek için köprü altı doçentlik sektörü de boş durmadı. Niteliksiz kitaplar, kitap bölümleri, hızlıca yayınlanan makaleler, bulgu sunan ancak hiçbir bilgi içermeyen araştırmalar çoğaldı. Nitelik yerine tüm doçent adayları puan derdine düştüler.

Bir ara YÖK tarafından öğretim üyelerinden doçentlik süreci ile ilgili öneriler alındı. Niteliğin tekrar yükseleceğine ve hem adaylar, hem de jüri üyeleri açısından bazı düzenlemeler yapılacağına dair beklentiler oluştu.

Sürpriz bir şekilde 9 Ağustos’ta, ÜAK, doçentlik kriterlerine dair değişiklik kararını duyurdu. Sözlü sınav gelmedi, yabancı dil barajı yükselmedi. 2018-2023 yılları arasında özellikle adaylar tarafından puan toplamak adına istismar edilen kriterler değiştirildi. Yerli ve yabancı indeksli dergiler ve kitaplar öne çıktı.

Yeni kriterler arasında, eleştirilerin odağında kitapların ya da kitap bölümlerinin BKCI (Web of Science Book Citiation Index) kapsamında olması, diğer uluslararası ya da ulusal kitaplarda editörlük yapabilmek için profesör olma ve üniversite rektörlüklerinden izin alma şartı vardı. BKCI kapsamında kitap bastırmanın çok zor olması ve editörü profesör olmayan ve profesör olsa da üniversiteden izin alınmayan kitapların puan karşılığında olmaması adayların tepkisini çekti.

Bir diğer eleştiri de, yeni kriterlere göre doçentliği alamayacak olsa da bir şekilde süreci tamamlayıp profesör olmuş kişilerin adayları değerlendirecek olmasıydı. Yani doçent adaylarını değerlendirecek jüri üyelerine bir kriter getirilmemişti.

Doçentlik sürecinin arka sokaklarında Türkiye’ye özgü farklı manzaralarla karşılaşmak mümkündür. 2018 yılında yapılan değişiklik akademinin niteliğini değil, sayı olarak doçent ve arkasından profesör sayısını artırdı. Bu son değişiklik de süreci kökten düzeltecek bir çözüm gibi durmuyor. Bazı alanlarda ön alınsa da yine puan merkezli bakış açısı yeni istismar alanlarını beraberinde getirecektir. Örneğin, editörlük yapma plânı olmayan profesör unvanlı öğretim üyelerinin doçent adayları tarafından organize edilen kitap bölümlerine isimleri yazılacak ve böylelikle ÜAK’nın kriterleri yerine getirilecek.

Arka sokaklardaki manzaralar üzerinden çözülmesi gereken doçentlik sürecine dair asıl sorunlarsa şunlardır:

Süreç informal etkileşimlere çok açıktır. Adayın bilimsel faaliyetlerinden öte hangi üniversitede çalıştığı, danışmanının kim olduğu, etrafındaki kişilerin jüri üyesine adayla ilgili ne tür bilgiler verdikleri ve adayın jüri üyesiyle daha önce yaşadıkları belirleyici rol oynamaktadır. Kıskançlık ve hasetlik gibi olumsuz duygu durumları akademinin gidişatına yön verebilmektedir.

Doçent adayları hangi kriter daha çok puan getiriyor ve hangi şartlar önlerine getiriliyorsa tüm enerjilerini o alana teksif etmekte ve araştırmacı dışsal birtakım faktörlerin (indeksli dergiler, o dergilerde yayınlanabilecek araştırma konuları gibi) politikalarına teslim olmaktadır. Bu da nitelik ve özgünlüğe ciddî bir engel teşkil etmektedir.

Bir bilimsel çalışma adayın özgün bir bilimsel iddiasını ortaya koyuyorsa ve alanına dair bir yenilik getirmişse, bir probleme dair anlama, açıklama veya iyileştirme içeriyorsa, bunun değerini tayin edecek bir mekanizma bulunmamaktadır. “Bu çalışmalar indeksli bir dergide yayınlanmadı” diye göz ardı edilmektedir. Yani niteliğe değil, niceliğe bakılmaktadır.

Doçent adaylarına kriter getirildiği gibi, jüri üyelerine dair bir düzenleme yapılmaması da önemi bir sorundur. Hasbelkader profesör unvanı alan ve kendine göre bir anahtar kelime belirleyen kişilerden bazıları adayların korkulu rüyası olmaktadırlar. Kriterleri bilmeyen, adayın dosyasına gerekli özeni göstermeyen, dosyaları araştırma görevlilerine değerlendirttiren, adayı zor durumda bırakacak yolları kullanarak gereksiz yere sistemi, kendini ve adayı yoran jüri üyelerine dair de bir standart getirmek gerekmektedir.

Akademide dama çıkan, merdiveni atmaktadır. Belli kariyerlere ulaşanlar, her nedense arkadan gelenleri engellemenin derdine düşmektedirler. Bazı doçent adaylarına kriterlerde olmayan şartlar dayatılmakta, süreci zorlaştırmak bir marifet olarak görülmektedir. “Daha genç, az tecrübe sahibi olsun” veya “Biz neler çektik, az da onlar sürünsün” gibi öznel değerlendirmelerle çalışkan adayların başvuruları olumsuz olarak neticelenmektedir.

Özetle, akademisyenlerin görüşleri alınarak yapılacak doçentlik sisteminde daha köklü, tüm tarafları (adayı ve jüri üyelerini) dikkate alan, dengeli, özgünlüğü öne çıkaran ve niteliği artıran düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bu son düzenleme, bu ihtiyacı karşılayacak gibi görünmemektedir.